OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Dün gülmeseydiniz bugün ağlamazdınız

Türkiye’de hukukun temel ilkeleri ve uygulama biçimlerinin uğradığı tahribatın tabiri mümkün mü bilmiyorum. Evet, burası hukukun öteden beri amaca göre işlediği bir memleketti. Hukuk her zaman devleti korumak için kullanıldı. O devlet de hep milliyetçi, Türkçü ve dolayısıyla tek tipçiydi. Hukuk, siyasi, kültürel, etnik, ideolojik, kısaca her türlü farklılığı ortadan kaldırmak için bir silah gibi kullanıldı. Bunun hukuk üzerinde o zaman yarattığı tahribatı kimse umursamadı, çünkü hukuk suikastlarının hedefi olan Ermeniler, Rumlar vs. herkesin ‘ortak düşman’ıydı. Hedef onlarsa, hukuk katledilse de, herkes başını öte yana çevirebilirdi ve çevirdi. Öncesinden de çok örnek veririm ama 1970’lerde, bu ülkenin en yüksek temyiz organı olan Yargıtay, gayrimüslim cemaat vakıflarıyla ilgili bir karar gerekçesinde bu gruplar için “yerli yabancılar” terimini kullandığında, bu ülkenin hukukçuları, avukatları, hukuk fakülteleri ortalığı ayağa kaldırdılar mı? “Böyle bir kavramın hukukta yeri yoktur. Bu hukuki ucubedir, hukukta biri veya birileri aynı anda hem yerli hem yabancı olamaz. Hukuk vatandaş olanları ve olmayanları tanır. Ondan gayrısını bilmez” diye kaç hukukçu itiraz etti? İtiraz etmek bir yana, kimi hukukçuların, siyasetçilerle birlikte “Ulan bizim Yargıtay da amma yapmış ha!” diye kıs kıs bıyık altından güldüklerini de tahmin edebiliyorum. Peki, 1970’lerde bu oldu da, gene bu vakıflarla ilgili bir yasa tasarısını benzer bir anlayışla veto eden Ahmet Necdet Sezer’in 2000’lerde yazdığı, bu grupları kategorik olarak hedef gösteren, yaftalayan gerekçeye, birkaç istisna hariç, toplu bir itiraz oldu mu? O da hukukçuydu bir de! 

Hukuk, yerleşik ideolojinin dışladığı, ‘yabancı’ diye nitelediği kişi ve grupları hedef alırken kafasını öte tarafa çevirenler, ellerini ovuşturanlar şunu fark etmediler ki bu tip kararlarla tahrip edilen sadece o toplulukların sosyal tabanı değil, hukukun kendisiydi, hukuk kültürüydü. Böyle her karar, “Siyasi amaca hizmet ediyorsa, hukuk da sadece bir amaçtır, eğilip bükülebilir, tersyüz edilebilir” anlayışını, algısını destekledi, büyüttü, pekiştirdi. Muktedirlerin siyaseti değişince, hukukun hizmet ettiği amaç da değişti, hedeflediği gruplar genişledi. Bugün ağlayanlar, o gün gülmeselerdi belki bugün de ağlamazlardı. (Biz mi? Bize hep ağlamak düştü, dün de, bugün de.) Sağlam bir hukuk düzeni ve anlayışı o zamanlardan kurulabilmiş olsaydı, son senelerde yaşanan tahribata hem hukuk çevrelerinden hem toplumdan daha sıkı bir direnç olurdu. Oysa, tam tersine, hukuk iyice avamlaştı. Bu kulağa elitist bir söz gibi gelebilir ama hukuk özellikle işin usul tarafı söz konusu olduğunda belli bir eğitimi ve bilgi birikimini gerektirir. Hukuk aynı zamanda bir uzmanlaşma işidir. Bunun da sorun teşkil ettiği yer ve zamanlar olabilir ama hukuk, daha doğrusu adalet, kalabalıkların duygusal dalgalanmalarına, ‘halk mahkemeleri’nin insafına terk edilemez. Ona adalet değil, linç derler.

İşte, hukukun katledildiği eski günlerle, hukukun katledildiği bu günler arasında bir fark, lincin sıradanlaşması, normalleşmesi, yani hukukun kendini inkâr etmesi oldu. İşin ironik tarafı, bunun, sıfatı hukukçu ama aslında iktidar aygıtından başka bir şey olmayan kişiler eliyle yapılıyor olması. (‘Normal’ zamanlardaki hukuk-iktidar ilişkisi ayrıca tartışılabilir.) Kalabalıkların “sallandıracaksın üç beş tane” mantığı hukuk mekanizmalarına egemen oldu. Hukuk rezilliği, kalitesizliği katmerlendi, daha görünür oldu, çünkü hedef aldığı toplumsal kesimler genişledi.

Bu anlattıklarımıza örnek vermekte hiç zorlanmayız. 15 Temmuz darbe girişimi sırasında köprüdeki askerlerin linç edilmesi hakkında konuşan yeni yetme hukukçulardan biri (Bu, aynı zamanda akademisyenlerden istenen yabancı dil zorunluluğunun kaldırılmasını savunan kişiymiş. Demek ki kalitesizlik de bir bütün.) çıktığı tartışma programında şunları söylemişti: “Siz bana kurşun sıkarsanız ben de sizi linç ederim.” Arkasından da, “Bu kadar açık konuşuyorum” diyerek, göğsünü gere gere linç savunması yapacak kadar mert ve cesur (!) olduğunu da dosta düşmana göstermişti. Köprüdeki askerlerin suç işlediğini ve erinden komutanına kadar sorumlu olduklarını söylemişti. Demek suç varsa, linç de mübah! Gel gör ki, bugüne kadar, linç ettiği kişinin masum olduğunu düşünen bir kalabalığa rastlanmadı zaten. Hepsi kendine göre suçu cezalandırıyordu. Hukukçu ya, şunu biliyor ve söylüyor: “Verilen emir kanuna aykırı bir emirdir [Halka ateş emrini kastediyor]. Kanuna aykırı emir kesinlikle uygulanmaz.” Bravo, çok doğru. Peki, suç işleyenin yargısız linç edilmesi hangi kanunda yazıyor? O kadar şuursuz ki, linci savunmak için lince uğrayanın kanunsuz eylemini neden olarak gösteriyor. Yani bir kanunsuzluğu başka bir kanunsuzluğa zemin yapıyor. Kanun o kadar umurundaysa linci nasıl savunuyorsun? Üstelik, dikkatinizi çekerim, linci, “oldu bir yanlışlık” veya “istenmeyen ama olayın sıcaklığı içinde gelişen bir durum” olarak nitelemiyor. “Tabii ki linç edeceklerdi, ne olacaktı ya” havasında! Hukuku ve dolayısıyla kendini inkâr eden bir hukukçu!