OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Komşunuzu almaya geldiklerinde ne yapacaksınız, karar verdiniz mi?

Yalnız Türkiye’de değil dünya çapında sağ, milliyetçi, ayrımcı, ırkçı dil ve politikaların yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Savaşlarla, etnik temizlik ve soykırımlarla dolu bir 20. yüzyıldan sonra tekrar bu noktada olmak, insanı yorgunluğa, bezginliğe, umutsuzluğa sevk ediyor. O kadar kıyım, o kadar acı, o kadar zulüm hiç yaşanmamış gibi insanların hâlâ bu dille konuşmasını, bu politikaların arkasından gitmesini ne akıl, ne vicdan kabullenebiliyor. Bütün bunlara rağmen, hem geçmiş kurbanların anısına, hem de muhtemel ve müstakbel kurbanların gerçek kurban olmaması, hiç değilse sayılarının azalması için mücadeleyi elden bırakmamak gerekiyor. Bu mücadelenin bir ayağı, geçmiş katliamları, soykırımları, o noktalara nasıl gelindiğini hatırlamak, hatırlatmak, bilmeyenlere anlatmaktır. Bu aslında iki tarafı keskin bir bıçak olabilir. Şöyle ki, bu hatırlatmaları, anlatmaları yaparken ırkçıların, soykırımcıların söylem ve ideolojilerini romantize etmemeye, onların etrafında bir nostalji havası yaratmamaya, hele hele onların söylemlerine can vermemeye dikkat etmek gerekir. Amaç bu olmasa da sonuç bu olabilir. Bu nedenle, her adımda failleri tekrar tekrar mahkûm, hatta rezil etmeyi ihmal etmemeli. 

Tarihin saati geriye işlemez değildir. İnsan elinden çıkma en korkunç felaketler olan dünya savaşları, soykırımlar, birebir aynı şekilde olmasa da, bir daha yaşanmaz değillerdir. Nitekim, kendimizi yanıbaşımızda senelerdir yaşanan felaketlerin bir benzeri içinde bulabiliriz. Dolayısıyla, daha evvelki vakalarda oralara varan süreçleri, o zamanın kitle psikolojisini vs. hep akılda tutmak ve o süreçte kimin, gerek yerel gerek küresel hangi aktörlerin hangi hataları yaptıklarını sorgulamak gerekir. Hatanın, her zaman aktif olarak değil bazen de pasif kalarak yapıldığını da akılda tutarak…

Sözünü ettiğim ırkçı, ayrımcı söylem ve politikaların hedeflediği gruplara mensup olmayabilirsiniz ama bu sizi hiçbir şekilde rahatlatmamalı çünkü geçmiş örneklerden çıkarılacak bir ders varsa, o da bu tür söylemlerle belli bir gruba veya gruplara yapılan haksızlıkların, uygulanan vahşetin bir toplumu toptan çürüttüğü, o toplumu bir bütün olarak felakete sürüklediğidir. Türkiye ve başka birçok diğer vakanın yanı sıra, 1930’ların Almanya’sı bu konuda tek değil ama başlıca örnektir. Dolayısıyla, yukarıda zikrettiğim mantık çerçevesinde iyi bilinmesi gerekir. Bunun için faydalanılabilecek gerek akademik, gerek sanatsal birçok kaynak mevcut. Bunlardan biri ‘Judgment at Nuremberg’ (Nuremberg Mahkemesi) isimli, 1961 yapımı bir film. Gerçek olay ve kişilere dayanarak kurgulanan ve çok sağlam bir kadroya ve metne sahip olan film, bir grup yargıcın sanık sandalyesinde oturduğu bir mahkeme üzerinden yargının Nazi rejiminin yerleşmesindeki rolünü sorguluyor. Yani, yargıçların yargılanması gibi kıvrak ve düşünceyi provoke eden bir ana teması var. Filmin tez ve analizlerini burada tamamıyla ele almanın imkânı yok. Bulup seyretmenizi tavsiye ederim. Ben sadece, bu yazının derdi açısından filmin bir sahnesine ve o sahnedeki tirada dikkat çekmek istiyorum. O davada yargılanan yargıçlardan biri olan Ernest Janning (bu rolde Burt Lancester harika bir iş çıkarıyor), kendi iç sorgulamasını yaşıyor ve öyle bir noktaya varıyor ki kendi avukatının onu savunmak için söylediklerine karşı çıkıyor, çünkü avukatının, Nazi rejimini meşru ve makul göstermek için 1930’larda söylenenleri tekrarladığını fark ediyor. “Bir hortlağın diriltilmesine sessiz kalamam” diyerek itiraz ediyor. Bir noktada artık vekille müvekkil karşı karşıya geliyor (filmin, daha doğrusu senaryonun başka bir zekice kurgusu). O tiradın bir yerinde Janning şöyle diyor: “Neredeydik? Komşularımız, gecenin bir yarısı sürüklenerek Dachau’ya (toplama kamplarından biri) götürülürken neredeydik? Almanya’nın her kasaba istasyonuna, ölüme götürülen çocuklarla dolu vagonlar gelirken neredeydik? Onlar geceleri çığlıklarla bizden yardım isterken neredeydik? Sağır mıydık? Dilsiz miydik? Kör müydük?” İşte, hiçbir makamımız, gücümüz olmasa, sıradan insanlar olsak bile hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir soru. Janning gibi, bu soruyu geçmişe yönelik olarak sorma durumuna düşmek istemiyorsak, gelecek zaman kipinde sormalı ve düşünmeliyiz: Komşumu almaya gelirlerse veya yerleşik hâkim ideolojinin büyüttüğü, cesaretlendirdiği güruh komşularıma saldırırsa ne yapacağım? (“Böyle şeyler Türkiye’de olmaz” diyenler ‘Türkiye Tarihine Giriş’ dersine kayıtlarını yaptırsınlar.) Aslında, ‘götürülenler’in komşunuz olmasına da gerek yok ama en yakınınızdakiler yani fiziksel anlamda müdahale alanınızda olan kimseler olması açısından bunun sembolik bir önemi var. Tabii, böyle anlarda komşusuna bizzat saldırıp boğazını kesecek olanlardansanız sözüm size değil; zira böylelerinin de gayet çok olduğunu gene geçmiş örneklerden biliyoruz. Sizin için tek söyleyeceğim, ilahlar size fırsat vermesin. Peki, bu vahşeti, zulmü onaylamayanlardansanız ne yapacaksınız?

Bir Ermeni olarak, ‘götürülen’ veya evine saldırılan komşu olma ihtimalim her ne kadar çok daha yüksek olsa da, bu soruyu ben de uzun zamandır kendime soruyorum: Komşuları veya etraftaki diğer insanları toplamaya başlasalar veya toplumda şeytanlaştırılmış bir grubu hedef alan bir pogrom patlak verse ne yaparım? Ve şunu fark ettim ki, komşunu götürmeye geldikleri an artık bu soruyu sormak veya ne yapacağına karar vermek için çok geç. Daha evvel bu soru hakkında kafa yormamışsanız, bir planınız yoksa, o ‘sıfır ânı’nda doğaçlamayla yapılabilecekleriniz sınırlı. Asıl mesele, siyasi ortam ve rejimin o noktaya varmasını önleyebilmekte. Ve tek başınıza çok güçsüzsünüz. Sizin gibi, komşusunu aldırtmayacak, öldürtmeyecek olanları şimdiden bulun, yapabileceklerinizi beraber düşünün, çok geç olmadan. Ve sakın “Bir şey olmaz” demeyin. Olmuşu çok var.

not: Çorbada tuz misali, yukarıda sözünü ettiğim tiradı altyazı şeklinde Türkçeye çevirdim. Şu linkte bulabilirsiniz.