LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Şehrin ruhu Boza

"Doğduğu, yaşadığı şehri iyi kötü bilmek gibi tabii bir iş, İstanbul’da bir nevi zevk inceliği, bir nevi sanatkârca yaşayış tarzı, hatta kendi nevinde bir sağlam kültür olur. Her İstanbullu az çok şairdir, çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu tarihten gündelik hayata aşktan sofraya kadar genişler.

‘Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak’ yahut ‘Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır’ diye düşünmek, yaşadığımız ânı efsaneleştirmeğe yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı. Takvim onlar için Heziod’un Tanrılar Kitabı gibi bir şeydi. Mevsimleri ve günleri, renk ve kokusunu yaşadığı şehrin semtlerinden alan bir yığın hayal hâlinde görürdü.

Yazık ki bu şiir dünyası artık hayatımızda eskisi gibi hâkim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor.

Ne çıkar İstanbul semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi gülü bir gün bizi elbette çağıracak.’’

İstanbul’dan çok İstanbulluya övgü sayılabilecek olan bu sözleri, Ahmet Hamdi Tanpınar, ilk baskısı 1940 yılında yapılan ‘Beş Şehir’ kitabında yazmış. Bugünleri görmemiş olmasından mutluluk duyuyorum, açıkçası.

Artık aidiyet hissi yaratacak şeyler çok azalmış olsa da insana kendini yaşadığı yere ait olduğunu hissettiren çok küçük ayrıntılar var. Şehrin yaşayış tarzını oluşturan bu ayrıntılar, belki de şehri ‘bizim şehrimiz’ yapan.

Martıya atılan simit, çarşıda satılan kestane, tezgâha gazete kâğıdına sarılı çıkan mimoza, köprüyü geçerken birden gözüne takılan mosmor erguvanlar, benim için İstanbul hayalini oluşturan en kuvvetli imgeler.

Bunlardan herhangi birini görmek bana İstanbul’da olduğumu ve bu şehri ne kadar sevdiğimi hatırlatır. Bunlara eklemek gereken, insana en çok keyif veren şeylerden biri de, evde miskin miskin otururken dışarıdan gelen bozacının sesi...

Hâlâ, Kurtuluş - Bomonti arasında, ellerinde güğümleriyle boza satanlar var. Adını Farsçada darı ezmesi anlamına gelen ‘buze’ sözcüğünden aldığına ve ilk üretildiği yerlerin Mezopotamya ve Doğu Anadolu olduğuna inanılıyor. Yunan tarihçi Ksenofon (İÖ 430 – İÖ 355), İÖ 401 yılında Doğu Anadolu’da boza üretildiğini anlatıyor.

Orta Asya Türkleri tarından 9. yüzyılda Kafkaslar ve Balkanlara taşınan bu içecek hem çok besleyici, hem de hafif alkollü olduğu için bu coğrafyalarda hep popüler olmuş.

16. yüzyılda, Osmanlı’nın içkiyi yasakladığı dönemlerde alkol tüketmek isteyenler daha fazla alkollü olan ekşi bozaya rağbet etmeye başlayınca, Şeyhülislam Ebusuud Efendi bozayı da yasaklayıvermiş. Gerçi Evliya Çelebi’nin 17. yüzyıldaki anlatısı, bu yasağın kalıcı olmadığına işaret ediyor. Çelebi, ‘Seyahatname’sinde, İstanbul’da, ‘esnaf-ı bozacıyan’ olarak 300 dükkânda 1005 kişinin çalıştığını aktarır.

19. yüzyılda Ermenilerin ürettiği ekşi ve alkollü bozanın yerini gitgide tatlı ve az alkollü Arnavut bozası almış. Hâlâ ayakta olan ve her gidişimde çok keyif aldığım Vefa Bozacısı da 1876 yılında Arnavut kökenli Hacı Salih Bey tarafından kurulmuş. O dönemde İstanbul’da hemen hepsi Ermeni olan 200 bozacı varmış. Onların yaptığı fazla mayalanmış yüksek alkollü bozaya ‘mırmırık’ denirmiş. Yayam eskiden şarap yaptıklarını ve fermantasyonu bitmeden, yani içinde hâlâ şeker varken içilen tatlı yarı-şaraba da ‘mırmırık’ dediklerini söylemişti.

Bozayı anlata anlata ‘ensenizde boza pişirdim’. Eğer sokağınızdan geçerse, mahallenizin bozacısından bir alışveriş yapın. Marketlerden aldığınız plastik şişedekinden daha iyi olacağına kefilim.

Ayrıca, neredeyse 150 yıllık Vefa Bozacısı hâlâ ayaktayken gitmekte fayda var. Benim favorim ise Kurtuluş Caddesi’ndeki Damla Boza; Damla’nın bozasını tatmak için yolunuzu değiştirmeye değer.

Üzerine tarçın, yanına leblebi koymayı ihmal etmeyin...

Kategoriler

Güncel

Etiketler

Levon Bağış