OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Röportaj değil çelişkiler yumağı

Geçen hafta Bedros Şirinoğlu’nun Agos’a verdiği röportajı okumaya çalıştım. “Çalıştım” diyorum, çünkü anlamak için o kadar sık başa dönmek zorunda kaldım ki başım döndü. Olup bitenlerle çelişkisi bir yana, kendi içinde de o kadar çelişkili ifadeler barındırıyor ki, insan anlamakta zorlanıyor. Tek tek o çelişkilere geçmeden, röportajın iki genel özelliğini daha belirtmek gerekiyor. İlki, kendini bastıramayan bir egonun her satıra sinmiş olması. Bir insanın bu kadar, “Ben, ben, ben...” demesi onun hakkında iyi bir işaret değil; okuyanı da biraz utandırıyor. İkincisi, öyle ifadeler var ki, tam “Şecaat arz ederken sirkatin söyler” durumuna örnek. 
Manşetle başlayalım. Şirinoğlu, “Bekçiyan dediklerimi dinleseydi cemaatimizin patriğiydi” demiş. Bir yandan, süreç boyunca, gerek gizli gerek açık, “Devlet Bekçiyan’ı istemiyor” sözünü yaymak ve sanki kendisinin elinden bir şey gelmiyormuş izlenimini vermek, fakat Bekçiyan gittikten sonra da “Beni dinleseydi patrikti” demek tutarsızlıktır. Devlet Bekçiyan’ı değabah olarak dahi istemiyorduysa, nasıl patrik olacaktı? Yok, söylenmeye çalışılan “Ben o kadar güçlüyüm ki istesem devleti de aşar, onu patrik yaptırırdım” ise, bu, devlet görevlilerini yönlendirdiğini iddia etmektir. Buna öncelikle devlet görevlilerinin cevap vermesi gerekir. Kaldı ki, şunu sormak lazım: Madem devlet nezdinde o kadar güçlüydü, neden Bekçiyan’ın meşru değabahlığını destekleyip kabul ettirmedi? Yok, buna çalıştıysa ama devlet kabul etmediyse, aynı devlet Bekçiyan’ın patrikliğini nasıl kabul edecekti? Şirinoğlu’nun bu konudaki çelişkili ifadeleri bununla da sınırlı değil. Bir yandan, Bekçiyan’ı patrik yaptıracak kadar güçlü olduğunu ima ediyor ama bir yandan da onun için Valilik’ten randevu dahi alamıyor. “Randevu vermediler, çünkü Bekçiyan’ı tanımıyorlardı” diyor. E peki, sözü edilen “hatırlı iki kişi” nasıl onun için randevu aldı? Yoksa onlar daha mı güçlü? Ya da kendisi o randevuyu hiçbir zaman almak istemedi. 
Lafı evirip çevirmeyelim, Şirinoğlu aslında açıkça şunu söylüyor: “Bekçiyan benim kuklam olmadı. Olsaydı, ben onu değil değabah, patrik de yapardım.” Ne de olsa bu toplum onun oyun evi, istediğini istediği yere koyuyor, indiriyor, kaldırıyor. O kadar ki, Bekçiyan’ın, ondan habersiz Mesut Yılmaz’a taziyeye gitmesine bile tahammülü yok. Bence değabah olarak böyle bir taziye gereksiz, fakat Bekçiyan şahsi olarak oraya gitmişse, kim, ne diyebilir? Öte yandan, ister değabah sıfatıyla, ister şahsı adına gitsin, her iki durumda da bunu neden Şirinoğlu’na haber vermek zorunda olsun ki? “Benden habersiz kuş uçurtmam” egosunun başka bir örneği sadece. 
Şirinoğlu sürece el altından müdahale ettiğini de apaçık itiraf ediyor. Değabah seçiminden sonra Dırtad Uzunyan ve Kirkor Damadyan’ı çağırmış ve değabah seçiminin iptali için onlara telkinde bulunmuş. Yani, bütün ruhanilerin bir araya gelip, iradelerini özgürce ortaya koyduğu gayet meşru bir seçimi, o iradeye kapalı kapılar ardında, gayrimeşru müdahalelerle ortadan kaldırmaya çalışmış. Ne hakla? Biz ne kadar uğraşsak, onun seçim sürecindeki baltalayıcı rolünü bu kadar iyi anlatamazdık. Keşke o gün Uzunyan ve Damadyan’ın gösterdiği saygıdeğer direnç ve dirayeti ruhanilerimiz daimi kılabilseler, tercihlerini halklarından yana yapabilselerdi. 
Değabah seçimi konusunda da çelişkili konuşuyor. Gerçi, çelişkili konuşmadığı bir konu yok. Hem, “Devlet değabah seçimi yapılmasını istemedi”, hem de “Aram seçilseydi müdahale etmezlerdi, çünkü tanıyorlardı” diyor. Demek ki itiraz değabah seçimine değil, Ateşyan’ın değabah seçilmemesine. Bu ifadeler, değabah seçiminden sonra ortaya çıkan Valilik yazısının da danışıklı döğüş olduğunun itirafı. O gün Ateşyan değabah seçilseydi seçim olacağını zannedenlerin de aklına şaşarım. Ateşyan, sözde vekilliği bırakıp, daha sağlam bir unvanla yoluna devam edecekti. Ruhaniler o gün oyunu bozdu. Ayrıca, devlet değabah seçimi yapılmasını istemiyorduysa bunu ulakla değil, gerekçeli bir yazıyla bildirmeliydi. O zaman ona göre bir değerlendirme yapılır, belki değabah seçimi yapılmaz, belki ertelenirdi.
Bundan sonraki süreç için söyledikleri de çelişkili. Devlet “Değabah seçiminden önceki sürece dönün, seçim başlasın” demişmiş. Buyrun, döndük, ama şimdi de “Mutafyan ölene kadar seçim yok” deniyor. Şirinoğlu aynı röportajın içinde, hem “Ateşyan-Maşalyan birlik olsun, seçim olur” diyor hem de “Mutafyan ölene kadar seçim yok” diyor. Hangisine inanalım? 
Çelişkileri yazmakla bitiremiyorum ki... Bir de Müteşebbis Heyet’ten istifa konusu var. O zaman kendini Müteşebbis Heyet’e davet ettirdi, sonra hiçbir toplantıya katılmadan istifa etti. İstifa ederken işlerinin yoğunluğunu gerekçe gösterdi. Şimdi ise, heyetteki “sivri insanlarla” çalışamayacağı için istifa ettiğini ve bunu o zaman belirttiğini söylüyor. Hangisi doğru, hangisine inanalım? Demek o gün kamuoyuna bilerek yanlış açıklamalar yapmış. Gerçi, biz o zaman söyledik, “Yönlendiremeyeceği bir heyet görünce istifa etti” dedik. Şimdi kendisi de bunu doğrulamış oldu. 
Gelelim, röportajda duygusal açıdan beni en çok sarsan bölüme, yani “altı-yedi leş” kısmına. Şu anda bile bunları yazmak inanın bana zül geliyor ama bunları konuşmak zorundayız ki içinde bulunduğumuz rezillik, toplumun kaderi kimlere emanet, iyice anlaşılsın. Şirinoğlu, sözü, adını vermeden Dikran Gülmezgil’in kendisinin “altı-yedi leşi olduğu” iddiasına getiriyor. Röportajın akışına hiç uymayan, patrik seçimiyle ilgisi olmayan bu konudan bahsetmenin ne gereği var? Bu pekâlâ, aba altında sopa göstermek olarak anlaşılabilecek bir ifade. Nitekim, kendisinin karıncayı bile incitemeyeceğini söyledikten sonra (ki Gülmezgil herhalde leşleri bizzat Şirinoğlu’nun serdiğini kastetmemiştir), hem Gülmezgil’i hem herkesi üstü kapalı tehdit ediyor ve “Madem yedi leşim var, sekizinci de o olmasın” dediğini söylüyor. Şimdi bunlar, akıl izan sahibi, laflarının nereye gideceğini bilen birinin sözleri mi? Hadi, diyelim ki o sözleri kapalı bir toplantıda söyledi, herkesin okuyacağı bir röportajda niye tekrarlıyor? Yoksa, tam da nereye gideceğinin farkında olarak mı bunları söylüyor? Kaderimizi sözlerinin gideceği yeri kestiremeyen birine mi, yoksa herkesi üstü kapalı olarak tehdit eden birine mi emanet etmek daha vahim, bilmiyorum. Ermeni toplumunun bu tür mafyatik şekillere girmesi ise utanç verici. Tamam, toplum olarak hatalarımız çoktur ama yine de biz bunları hak etmiyoruz. Hak etmediğimizi göstermemiz lazım. Tehditlerden korkabiliriz, doğrusu ben de hiç korkmuyor değilim. Ama hep beraber itiraz edersek değiştirebiliriz. Ben doğru bildiğimi söylemeye devam edeceğim, sözlerim kör kuyularda kaybolsa bile. Canımız herkesinkinden daha kıymetli değil ya...