Farklılıkları ve benzerlikleriyle Antakyalı ve İstanbullu Rumlar

Bu çalışma, Bilgi Üniversitesi, ‘İstanbul’da Kültürel Çeşitliliğin Sivil Toplum Aktörlerini Geliştirme Projesi’ Kapsamında hazırlanan ‘Antakya ve İstanbul Rumları İlişki(sizliği)si: Farklılıklar-Benzerlikler’ isimli makaleden derlenmiştir.

Son birkaç yıldır hem ben hem de cemaatimizde birçok genç şu soruya cevap aramaya çalışıyor: “Biz kimiz?” Soru ilk etapta bir cemaat veya topluluğun kendini tanımlayamaması olarak görülüyor. Ancak tam olarak öyle değil. Antakya, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde, kimlik asimilasyonunun en yoğun yaşandığı bölgelerden biridir. Antakya’nın Türkiye tarafından ilhak edilmesi ile birlikte siyasi ve toplumsal dengeleri bozulmaya başladı. Bölgede var olan Hıristiyan (Rum ve Ermeni) nüfusu büyük bir göç verdi. Bu göç ile beraber sosyal hayat ve ekonominin olumsuz anlamda değişmesiyle birlikte toplumun belleği de zarar gördü.

1939 sonrası

1938-1939 yıllarında özellikle Antakya ve İskenderun şehirlerinde ticaret ve zanaat özellikle Ermeni ve Rum Ortodoksların elindeydi. Antakya bölgesinin 1939’da Türkiye tarafından ilhak edilmesiyle birlikte bölgedeki hıristiyan azınlıklar hızlı bir şekilde Suriye ve Lübnan’a oradan da bir kısmı Avrupa’ya göç etmeye başladılar. Suriye ve Lübnan’a göç ile birlikte bu şehirlerde neredeyse Ermeni nüfus kalmadı. Ermeniler Musa Dağ eteklerindeki Vakıflı Köyü ve Zeytuniye mahallesine sıkıştı. Rum Ortodoksların ise orta ve üst ekonomik sınıfa mensup olanları hızla bölgeyi terk edip yine Suriye ve Lübnan’a ve yine bir kısmı oradan da Avrupa’ya yerleşti. Alt ekonomik gruplara dahil olan ailelerde ise kardeşlerin bir kısmı göç ile giderken bir kısmı da eldeki malların (bağ, bahçe veya hayvanlar) korunması için Türkiye’de bırakıldı. Bundan dolayı günümüzde her Antakyalı Rum Ortodoks ailenin Suriye veya Lübnan’da yakın veya uzak akrabaları bulunmaktadır.

Bu göç ile birlikte kendini Arapça’da Mesîhi (İsevî) olarak tanımlayan Antakyalı Rum Ortodoksların geçmişle bağları hızla koptu. Orta ve üst ekonomik sınıfa mensup olanlar ayrıca dönemin en entelektüel kesimi idi. Bunlar da genellikle İskenderun ve Antakya’da ikamet etmekteydiler (Şu anda İskenderun, Mersin ve Antakya’da yaşayan Rum Ortodoksların ciddi bir bölümü Samandağ ve Altınözlü’dür.).

1939 öncesinde kendi okulları olan Antakyalı Rum Ortodoksların, 1939’dan sonra kilise vakıfları dışında kurumları kalmadı. Kültürü devam ettirecek kurumların yokluğu dili ve kültürü kırsal kesimlere hapsetmeye başladı. Bunun yanı sıra, Antakya bölgesinde yerel halkın neredeyse hepsinin Arapça biliyor olması her ne kadar konuşma dilinin asimile edilmesini yavaşlattıysa da anadilde eğitimin olmaması yazı dilinin öğrenilmesini engelledi. 

‘Kimiz biz?’

Cemaatimizin konuştuğu dil Arapça, ancak kiliselerimiz Rum Ortodoks Kilisesi. Bu durum özellikle gençler arasında “Arap mıyız, Rum muyuz?” gibi soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Orta yaş ve ihtiyarlar arasında bu konu pek gündem olmamaktadır. Çünkü onlar kendilerini bir kimlik ile ifade etmekten çok dini inanışını ön plana çıkarmaktadır. Özellikle 1990’lardan sonra Türkiye’nin çok kültürlü yapısının kendisini hissettirmesiyle beraber “Biz kimiz?” sorusu da daha fazla tartışılmaya başlandı.

Rum kavramı üzerine yapılan tartışmalarda anadil üzerinden de bir tanımlama yapılmaktadır. Samim Akgönül’ün ‘Rum Nedir? Kim Der, Kime Der, Niye Der?’ başlıklı makalesinde bu konu detaylı bir şekilde işlenmektedir. Akgönül, İstanbullu Rumlar için ‘Helenofon Ortodokslar’ terimini kullanırken, Antakyalı Ortodokslar için ‘Ortodoks Araplar’ terimini kullanmaktadır. Ayrıca farklı çalışmalarda ‘Arapça konuşan Antakyalı Rum Ortodokslar’ kavramı da kullanılmaktadır.

Rum Ortodoksluk kavramı Türkiye’de günümüzde yanlış tartışılan bir konudur. Rum Ortodoksluğun tarihsel gelişimi, Ekümenik İstanbul Patrikhanesi’nin dini liderliğinin bir ifadesidir. İstanbul Patrikhanesini ‘ekümenik’ olarak kabul eden tüm patrikhaneler (Antakya Rum Ortodoks Patrikhanesi, Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi, İskenderiye Rum Ortodoks Patrikhanesi) genel olarak ‘Rum Ortodoks’ olarak anılırlar. Buradaki ‘Rum’luk günlük anlamda kullanılan ‘Rum’ kavramından farklıdır ve bir inançsal bütünlüğü, mezhebi ifade eder.

Günümüzde Rum denince akla Yunanca konuşan bir topluluk gelmektedir. Ancak bahsi geçen patrikhanelere bağlı insanlar açısından Yunancanın kilise dili dışında günlük hayatta bir anlamı yoktur. Örneğin Antakya Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlı insanların yüksek düzey ruhbanlarının dışında Yunanca bilen yoktur. Konuşma dili ise Arapçadır. Bu durum Kudüs ve İskenderiye Rum Ortodoks Patrikhaneleri için de geçerlidir.

Rum kavramının millet-etnisite kavramı ile eşdeğer yanlış kullanımı günümüzde hem Helenofon İstanbul Rumları hem de Arabofon Antakya Rumları açısından karmaşıklık yaratmaktadır. Örneğin İstanbul Rumları Antakya Rumlarına “Siz Rumca bile bilmiyorsunuz? Nasıl Rum olacaksınız?” şeklinde dışlamakta, Antakya Rumları da “Biz Rumca bilmiyoruz o halde Rum değiliz!” şeklinde kendini o toplumun dışına itmektedir. Oysa ki Rum Ortodoksluk tamamen mezhepsel bir kavram olup kimlikle bir ilgisi yoktur. İki toplumun da konuştuğu dilleri, kültürleri farklı ancak dini inanış biçimleri aynıdır.

Antakya Patrikhanesi

‘Hıristiyan’ kelimesinin ilk kez Antakya’da kullanıldığı söylenmektedir. Hatta bazı kaynaklar ilk kilisenin de Antakya’da bulunan St. Pierre (Aziz Petrus-Türkçe, Mar Butros-Aramice) olduğunu belirtmektedir. Antakya’da, Hristiyanlık inancını yayanlar, İsa’nın da havarilerinden biri olan Aziz Petrus ve Aziz Pavlos’tur (Mar Bulos-Aramice). Antakya Katedrali’nin adı da Aziz Petrus ve Aziz Pavlus Kilisesi’dir. Bölgede Hıristiyanlık, İsa’nın ölümünden hemen sonra yayılmaya başlamıştır. Dönemsel olarak nüfusunun artması ya da azalmasına rağmen Hristiyanlar her zaman bölgenin bir parçası olmuştur.

Bölgede yaşayan hıristiyanların büyük çoğunluğu Rum Ortodoks mezhebine ve doğal olarak Antakya Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlıdır. Patrikhanenin merkezi Şam’dadır. Bölgede bulunan Rum Ortodoks kiliseleri, Metropolitler aracılığıyla Antakya Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlıdırlar. Antakya Rum Ortodoks Patriği 10. Yuhanna Yazıcı’dır. Bu kiliselerdeki ruhbanların eğitimleri Suriye’deki Ruhban Okulları ve Lübnan’daki Balamand Üniversitesi’nde yapılmaktadır.

Antakya bölgesindeki kiliselerde 19. yüzyılın sonlarına kadar kullanılan dil Yunanca idi. Daha sonra kilise dili, anadilimiz olan Arapça oldu. Osmanlı İmparatorluğu ibadet dillerini bağlı oldukları patrikhanelere göre düzenliyordu. İstanbul Patrikhanesi’nin Ekümenik olmasından kaynaklı tüm Rum Ortodoks kiliselerinde ibadet dili Yunancaydı. Ancak günümüzde Arapça’nın özellikle gençler arasında kullanımının azalması ile beraber Türkçe de kiliselerde kullanılmaya başlandı. Kiliselerde şimdi ayin dili Arapça ve Türkçe’dir. Ancak Paskalya ayini sırasında bir Yunanca ilahi okunmakta ve genel ayinlerde birkaç Yunanca dua ve terim de kullanılmaktadır.

Antakyalı Rum Ortodoksların ana dili uzun yıllardır Arapçadır. Uzun yıllardır dememin sebebi geçmişte birçok dil konuşulan ve etnik açıdan çok kimlikli bir yapıya sahip olan Antakya’da Müslüman iktidarlar ile birlikte resmi dil Arapça olmuştur. Geçmişte ise Yunanca, Süryanice, Latince, Ermenice kullanılan ‘resmi’ dillerden bazılarıdır. Antakyalı Rum Ortodokslarda Arapçanın günlük hayatta kullanımı hakkında kısaca şöyle bir tespit yapılabilir: Orta yaş ve üstünde kent-kır ayrımı olmaksızın yaygın; gençlerde ise kentlerde az, kırsal bölgelerde ise daha yaygın.

Avrupa’ya göç ise 3 kuşak olarak adlandırılabilir: 1. kuşak 1939’da gidenler, 2. kuşak 1960’lardaki özellikle Almanya’nın iş gücü açığı için aldığı göç. 3. kuşak ise 1990’larda yine ekonomik temelli göç. Avrupa ülkelerinde yaşayan Antakyalı Rum Ortodokslar buralarda kendi kiliselerini kurmakta ve buralara Antakya Rum Ortodoks Patrikhanesi tarafından papaz gönderilmektedir. Avrupa’ya göçen 1. ve 2. kuşak Antakyalı Rum Ortodokslar Arapçayı özellikle daha etkin kullanmaktadırlar. Aileler çocuklarına Arapça öğretmeye çalışmakta, özellikle Samandağ, Altınözü ve Arsuz’dan gidenler aile ortamında Arapça konuşmaktadırlar. Dolayısıyla Türkçe konuşmayı pek tercih etmedikleri söylenebilir. Antakyalı Rum Ortodoksların Arapça bilgisi büyük oranda konuşma üzerinedir. Okuma ve yazma sadece toplumda çok az kalan yaşlılar tarafından bilinmektedir. 1939’dan önce eğitim dili Arapça olduğundan, o tarihlerde okul çağında olanlar bu eğitimi okullarda almışlardır. İskenderun Körfezi’nden başlayarak Filistin’e kadar uzanan kıyı hattında konuşulan dil ise Arapça’nın “Şêmi” yani “Şam Ağzı” dır.

İstanbul’la ilk temas

Türkiye ve İstanbul’da Hıristiyan azınlıkların yaşadığı birçok trajik ve travmatik olay İstanbul’da yaşayan Rumların sayısını hızlı bir şekilde azalttı (1924 Lozan Mübadelesi, 20 Kur’a Askerlik, Varlık Vergisi, 1964 Sürgünü, 6-7 Eylül Olayları vb.). Bunların sonuçlarından biri olarak, özellikle 1970’lerin sonuna doğru, İstanbul Rumlarının birçok dini ve sosyal kurumunda iş gücü sıkıntısı yaşanmaya başladı. Hızla azalan Rum nüfusun yerine, yeni iş gücünün ikâme edilmesi gerekiyordu. İstanbullu Rumların sayısının hızla azalması, dini ibadet biçimi aynı ancak dilleri ve kültürleri çok farklı olan Antakyalı Rum Ortodoksların burada iş bulmasını kolaylaştırdı. Ayrıca her iki grubun da ‘Rum’ olarak anılması bu ilişkiyi daha da kolaylaştırdı. Kısacası, kiliselerde zangoçluk, bekçilik vb. işleri yapan İstanbullu Rumlar, Yunanistan’a gitmeye başlayınca buralarda yaşanan boşluk özellikle Antakya’nın Altınözü ilçesinde yaşayan Rum Ortodokslar ile doldurulmaya çalışıldı. Sıkı bir aile ilişkisi olan Antakyalı Rum Ortodoksların 1940’larda tekil bir örnek olarak İstanbul’a gelmesi, 1970’lerde kiliselerde görev yapacak insan sıkıntısı ile beraber sürekli hale gelmeye başladı. Akrabalık ve hemşeri olma bilinciyle bu kurumlardaki iş olanakları özellikle Altınözü’nün Sarılar Mahallesi ve Tokaçlı Köyü Rum Ortodoksları tarafından değerlendirildi. Böylece günümüzde de devam eden bir şekilde, İstanbul’da bulunan Rumlara ait kilise, vakıf, dernek gibi kurumlarda çalışanların büyük bir çoğunluğunu birbirine akrabalık ve hemşerilik bağı ile bağlı Altınözülü Rum Ortodokslar oluşturmaya başladı.

İki dil, iki Rum

Kültürün aktarılmasındaki en önemli araçlarından biri olan dilin, aynı zamanda kültürün önemli öğelerinden biri olduğu da bilinmektedir. İnsan dili doğduğu andan itibaren, hatta anne karnındayken öğrenmeye başlar. Anadiliyle oyun oynar, konuşur, rüya görür… Dil, aynı zamanda insanın kendisini tanımlamasında da önemli bir etkendir.

Antakya’da artık azalmakla beraber aile içinde ve günlük hayatta Arapça etkin olarak kullanılır. Özellikle Samandağ ve Altınözü’nde diğer şehirlere göre daha etkin kullanılmaktadır. Ancak Arapçanın kullanımının günden güne azalması ile toplum içinde ve kiliselerde Türkçe daha fazla yer bulmaya başlamıştır.

Günümüzde Antakyalı Rum Ortodoksların bir azınlık okulu yok. (1939 öncesi İskenderun, Antakya ve Samandağı’ nda birçok Ortodoks, Protestan ve Katolik okulu bulunmaktaydı. Ayrıca Antakya Katedrali’nin içinde bir ruhban okulu da bulunmaktaydı.) Bu nedenle dil hep ailede ve çevrede öğreniliyor. Yine de İskenderun, Mersin ve Antakya’da yaşayan genç kuşak birçok Antakyalı Rum Ortodoks’un Arapça konuşma becerisin çok zayıf olduğu söylenebilir. Bunun şehir kültürü ve kendini gizleme çabasıyla ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Arapça konuşma becerisi az veya çok da olsa ‘memlekette’, aile içinde özel bir konu varsa Arapça konuşmaya özen gösterilmeye çalışılmaktadır. Özetle, Antakyalı Rum Ortodoksların kendilerini tanımlarken kullandıkları en önemli öğelerden birinin dil olduğu söylenebilir. Nitekim tüm bu makaleye konu olan Antakyalı Rum Ortodokslar anadillerinin -bilmeseler bile- Arapça olduğunu belirtmektedirler.

Antakyalı Rum Ortodokslar (Arabofon Rum Ortodokslar) ile Helenofon Rum Ortodokslar dini ritüeller ve ibadet biçimi olarak tam bir uyum içerisindedirler. Tabii ki bölgesel farklılıklardan kaynaklı ibadet içeriğinde veya halkın dini bayramları kutlayış biçimlerinde bazı farklılıklar olmaktadır. İbadet dilleri hariç İstanbul’daki kiliselerde Antakya’daki herhangi bir kiliseden farklı bir işleyiş yok. Kilisenin kullanım biçimleri de birbirine çok yakın. Cemaat kültürünün olduğu toplumlarda cemaatler kendilerini ifade eden ibadet alanlarını birçok farklı işlev için kullanabilmektedir. Kiliselerde ayinler aynı zamanda cemaatlerin buluşma noktası olmaktadır. Ayinlerden sonra muhakkak bir kahve ikramı ve kısa bir süre de olsa beraber zaman geçirme birçok kilisede sıkça rastlanılan bir durumdur. Ayrıca Antakya kiliselerinin bahçeleri ve salonların düğün, nişan, vaftiz gibi törenlerde eğlence alanı olarak da kullanılmaktadır. Dolayısıyla kiliseler sadece ibadet edilecek bir kurum değil, aynı zamanda cemaat mensuplarının görüştüğü ve sosyalleştiği mekânlara da dönüşmüştür. Azınlık olmanın yarattığı psikoloji ile bir araya gelen insanlar ‘kendi milletimden birini görürüm’ düşüncesi ile de kiliseye gidebilmektedir. Özellikle genç nesillerde inancın azalması ve sekülerleşme ile birlikte kilise gençler açısından neredeyse sadece sosyal bir alan haline dönüştürdüğü de söylenebilir.

Azınlık içinde azınlık

İstanbul’da iki farklı özellikte Antakyalı Rum Ortodoks yaşamaktadır. Birinci grup daha önce de belirttiğim gibi İstanbullu Rum Ortodokslarının kurumlarında (kilise, dernek, okul v.b.) çalışan ve genellikle Altınözülü olan Rum Ortodokslar. İkinci grup ise üniversite eğitimi sonrasında İstanbul’un iş imkanlarından yararlanmak için buraya gelen grup. İkinci grubun İstanbul’a göçü 1970’lerde başlasa da 2000’lerden sonra bu sayı hızla artmıştır. Üniversite eğitimi sonrasında gelenler genellikle orta ekonomik düzeye sahip olup az da olsa üst ekonomik sınıfa dahil olanları da bulunmaktadır.

Birinci grup olarak bahsettiğim grubun İstanbullu Rumlar ile ilişkisi ilk olarak iktisadi temelli olarak başladı. Ancak bu ilişkinin iktisadi temelden öteye gittiğini söylemek pek mümkün değil. Özellikle geçmişte Altınözülü Rumların İstanbul Rumları ile yaşadığı olumsuz deneyimler bu iki grubun ilişkisinin gelişmesini engelledi. İstanbul Rumları yeni gelen taşralı kitleyi hem sınıfsal açıdan hem de kimlik açısından dışladı.

İkinci grup olarak bahsettiğimiz grup ise inançsal açıdan daha zayıf, seküler bireylerden oluşmaktadır ve İstanbullu Rum Ortodokslar ile herhangi bir iktisadi ilişki içinde değil. Bu grup için kilise memleketlerinde ibadet edilecek yerden çok sosyal alan olduğu söylenebilir. Dolayısıyla İstanbul’da sosyalleşme sorunu yaşamayan ve aynı zamanda kiliseye de gitmeyen Antakyalı Rum Ortodokslar doğal olarak İstanbullu Rum Ortodokslar ile görüşme ve tanışma fırsatı da bulamamış oluyorlar. Kiliseye gidenler ise bir şekilde İstanbullu Rum Ortodokslar ile tanışıyor, ancak bu tanışıklık sadece kilise ile sınırlı kalıyor.

Anlaşılacağı üzere mezhepsel açıdan aynı olmak ilişkiyi geliştirmek için yeterli olmuyor. İnancın zayıflığı ve bir arada olan bir topluluk olmayınca aynı zamanda Antakya’da sosyal bir alan olan kilise, ihtiyaç olmaktan çıkıyor. Antakyalı Rum Ortodoksların birçoğu kendilerini Helenofon Rum Ortodokslar ile aynı dil, kültür ve etnisiteden hissetmedikleri için Helenofon Rum Ortodokslara ait kilise dışındaki kurumlarla da iletişimleri neredeyse yok.

2000 yılından sonra İstanbul’a yerleşen Arabofon Rum Ortodoksların Helenofon Rum Ortodokslar ile neredeyse hiçbir bağlarının olmadığı bilinmektedir. Bunun sebepleri ise Arabofon Rum Ortodoksların kendilerini etnik, dilsel, kültürel ve mekânsal olarak Helenofon Rum Ortodokslardan farklı görmeleri ve hissetmeleri olarak açıklanabilir. Dinsel ve mezhepsel açıdan aynılık ise ilişkinin kurulmasına yetmemektedir. Çünkü son yıllarda İstanbul’a yerleşen Antakyalı Rumlar daha seküler anlayışa sahip bireylerdir. Kilise onlar için dinsel ibadet yapılacak yer olmaktan çok sosyalleşilen bir mekân olarak öne çıkmaktadır.

İstanbul’da kendi etnik gruplarından insanlar ile genelde kilise dışında bir araya gelen Antakyalı Rum Ortodokslarla bir buluşma ve görüşme arayışı içerisinde olduğu söylenebilir. Ancak bu konuda Antakyalı Rum Ortodoksları bir araya getirecek bir kurumun olmaması bu isteği karşılıksız bırakmaktadır. Altınözlü Rumlar ise genellikle İstanbullu Rum Ortodokslara ait kurumlarda çalıştıklarından dolayı İstanbullu Rumlar ile iktisadi bir ilişki içerisine girmektedirler. Hatta yakın dönemde bazı kilise vakıf ve dernek yönetim kurullarına giren Altınözlü Rumlar da bulunmaktadır. Bu durum tamamıyla Altınözlü Rumların, İstanbullu Rumların kurumlarında çalışması ve uzun yıllar süren bir ilişkinin sonucudur. Ayrıca –özellikle- Altınözlü Rumlar çocuklarını Rum Okullarına göndermektedir. Böylelikle 1. kuşak olmasa bile 2. ve 3. kuşakların İstanbullu Rumlarla daha yoğun ilişkisinden söz edilebilir. İstanbullu Rum Ortodokslar ile bir iktisadi ilişki içerisinde olmayan Antakyalı Rumlar –ki bunlar genellikle İskenderun, Samandağ, Mersin ve Antakyalılar- çocuklarını Rum Okullarına gönderebilmektedir. Ancak burada da eğitimin kalitesi, ulaşılabilirlik ve kültür farklılığı gibi konularda kaygılar yaşanmaktadır. Eğitim kalitesi ve ulaşılabilirliğin, kültür farklılığının önüne geçtiği ve bu konularda ikna olan ailelerin kültür farklılığını görmezden geldiği söylenebilir. Her ne kadar Rum okullarının bu iki kültürün tanışması ve ilişki kurması için çok önemli olduğu söylense de Antakyalı Rumlar açısından uzun vadede bunun bir asimilasyona dönüşme tehlikesi bulunmaktadır. Çünkü Rum okulunda eğitim dili Yunancadır ve son yıllarda bu okullardaki öğrenci mevcudu çoğunlukla Arabofon Rum Ortodokslardan oluşmaktadır. Bu durum Antakyalı Rumların anadili olan Arapçanın yerine Yunancanın geçmesine yol açmaktadır.

Özetle, ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: İstanbullu Rumların kurumlarında çalışan ekseriyeti Altınözlü Rumların,  İstanbullu Rumlar ile iktisadi temelli olsa da bir bağı vardır. Bu bağ hem zamanla hem de Altınözlü Rumîlerin çocuklarını Rum okullarına göndermesi ile gelişmektedir. Ancak yakın dönemde İstanbul’a -İstanbullu Rumların kurumları dışında- çalışmak için gelenlerde ise böyle bir bağ söz konusu değildir. Bu kişilerde hem İstanbullu Rumlara karşı ilgi ve bilgi çok düşük hem de böyle bir ilişki kurma ihtiyacı da görülmemektedir. Ancak görüşmeciler bir davet geldiğinde değerlendireceklerini de belirtmişlerdir. Aynı durum İstanbullu Rumlar için de geçerlidir. Antakyalı Rumlara dair bilgileri sadece Altınözlüleri kapsamakta, geri kalan nüfus ve kültür ile ilgili bir bilgileri bulunmamaktadır. Birçok İstanbullu Rum, İstanbul’daki Altınözlü Rumlar dışında bir Antakyalı varlığını dahi bilmemektedir. Ancak şu anda kesin bir sayı verilememekle birlikte neredeyse İstanbul’daki Altınözlü Rum sayısı kadar da Antakyalı Rum bulunmaktadır. 

Uzak ve yakın

Birbirine dinsel-mezhepsel açıdan bu kadar yakın ama kültürel anlamda da bir o kadar uzak olan iki topluluğun ilişkisi, Türkiye’deki Rumların geleceğinde de belirleyici olacaktır. İstanbul’da sürekli azalan Helenofon Rum nüfusun yerini Arabofon Rumlar ile doldurmaya başlamıştır. Bu, her iki grup için de sıkıntılı bir durumdur. Kendi dil ve kültürünü İstanbul’da devam ettirmeyen Arabofon Rumlar eklektik bir biçimde asimile olup birçok alanda baskın duruma geleceklerdir. Helenofon Rumlar ise Arabofon Rumlar ile ilişki geliştirmediği takdirde yalıtıklaşıp ve görünmezleşecektir.  Bu sıkıntılı durumu aşmak için her iki grubun atması gereken adımlar vardır. Helenofon Rumlar, Arabofon Rumları Türkiye Rum toplumunun asli bir parçası olarak görmeli, bu toplumun kendi dil ve kültürünü koruması için alınacak önlemlere destek dolmalıdır. Arabofon Rumlar ise Helenofon Rumlara karşı ön yargı ile bakmayı bırakmalı, anadilini ve kültürünü koruyacak kurumları oluşturmalıdır. Bunları oluştururken de Helenofon Rumlardan destek istenmelidir.

 



Yazar Hakkında