Ahlat Ağacı: Taşradan çıkış var mı?

Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi Ahlat Ağacı’nın vizyona girmesi, yönetmenin filmlerini tamamıyla olmasa bile bir yerinden sevenler ve önemseyenler açısından zaten başlı başına heyecan uyandırıcı. Yani illa o filmin Cannes’de ödül alması ya da dakikalarca alkışlanması gerekmiyor. Ve yine aynı grup, muhtemelen filmin 3 saat olmasını hiç kafaya takmaz, tam tersine “Bakalım bu kez ne anlatacak?” der.

Doğrusu ben de bu düşünce ve duygularla gittim filme. Açıkçası bu filmi karşılaştırabileceğimiz tek klasman, diğer Nuri Bilge Ceylan filmleri. Öyle olunca (biraz ‘listecilik’ yapma pahasına) söyleyebilirim ki, benim açımdan “Bir Zamanlar Anadolu’da” zirvedeki yerini koruyor. Ahlat Ağacı’nı ise ilk dördün arasına koymak mümkün. Diğer iki film için çok köşeli tercihlerim yok. 

Konuya girelim artık. Herhalde izlemeyenlerin aklına ilk olarak şu soru geliyordur: Diyelim ki, NBC ile özel bir bağımız yok. Yine de 3 saatlik bu film seyredilir mi? Buna yanıtım kestirmeden evet olacak. Seyredilir. Bilhassa taşranın boğucu ve kimi zaman insana çıkış yolu bırakmayan, insanı kendi içine çeken dünyasını biliyor ya da hissedebiliyorsanız, Ahlat Ağacı size çok şey anlatacaktır. Ama film bundan ibaret değil. Çok daha kapsamlı ve katmanlı bir hikayesi ve derdi var NBC’nin.

Öte yandan şunu da baştan söylemem lazım. Evet seyredilir ama NBC’nin son iki filminde alışık olmadığımız şekilde senaryoda ve kurguda kimi dağınıklıklar yok değil. Bunlara da geleceğiz ama aşama aşama gidelim.

Film kahramanımız Sinan’ın üniversitede “Sınıf öğretmenliği” bölümünü bitirip Çanakkale’nin bir ilçesi olan Çan’a, aile ocağına dönmesi ve kendine bir gelecek, bir çıkış araması merkezinde gelişiyor, hikaye bu eksen üzerinde örülüyor. Ancak şu var ki son yılların Türk sinemasının herhalde en ilginç karakteri Sinan. Bir kitabı var, onu bastırmak istiyor. Kendi parasıyla. Başka bir hedefi yok aslında. Görünürdeki bir diğer hedefi de (ama bu sadece görünürde) sınavı kazanıp sınıf öğretmeni olmak ama bunun için pek bir çabası yok.  

‘Sinan’ karakteri

İçinde doğup büyüdüğü dünyadan sıkılan, ondan nefret eden, onu aşmaya çalışan ama onu aşmak için gereken çabayı göstermeyen, etrafındaki herkese karşı alaycı, kötücül, hiçbir değeri olmayan, yetersiz birisi Sinan. Ama hedefleri var (kitabını bastırmak!) ve bu hedefe varmak için hiç beğenmediği hatta nefret ettiği insanları kullanmaktan geri durmuyor. Dedesinin evindeki eski kitabı gizlice satmak hafif kalır. At yarışı oynadığı ve ailenin paralarını batırdığı için hiddet duyduğu babasının çok sevdiği köpeğini gizlice satmaktan bile çekinmiyor. Ancak strateji kuramayacak kadar da akılsız. Kitabını bastırmak için yardım isteyeceği ünlü bir taşra edebiyatçısını (aslında ondan da nefret ettiği için) sinirlendirmek, hatta delirtmek Sinan’ın olağan hallerinden biri.

Bu haliyle 19. yüzyıl Rus romanlarında konu edinilen genç nihilistlere benziyor Sinan. Belki de oralardan ilham alınmış. Ancak onlar kadar donanımlı değil. Hırsı, donanımsızlığı ve hissizliği/alaycılığı hedeflerine varmasının önündeki en büyük engel. İnsanları sevmiyor. Kimseyi sevmiyor. Çok genç yaşta kabuklaşmış her yeri.

NBC’nin sevdiği bir denklem bu. Muhalif görünen ama kurumsallaşmış değerler içinde yaşayan, konformizm içindeki kesimin karşısına gerçek bir taşra kaybedenini çıkarmayı ve tarafların yüzleşmesini bu gerilim içinde işlemeyi seviyor. Hatırlayalım “Kış Uykusu”nda da aslında ana denklem ve gerilim, şehirli, entelektüel, ama aslında burjuva Haluk Bilginer ve onun biraz daha iyiliksever karısı Melisa Sözen ile kaybeden edebiyatı yapmayan ama asıl taşra kaybedenini canlandıran Nejat İşler arasında idi. NBC bu yüzleşmenin sertliğini ve entelektüel retorikleri kaldırmazlığını vurgulamayı, konformist entelektüelin bu karşılaşmadan her zaman mağlup çıkacağını hissettirmeyi de seviyor. Zaman zaman anti-entelektüalizme de meyleden bir gerilim bu ama. Bu notu düşmekte fayda var. 

Taşranın çıkışsızlığı

Bu filmde de “gerçek kaybeden”i temsil ettirdiği Sinan karakteri etrafından, zaman zaman buralarda dolanıyor NBC. Bilhassa “yırtmış” taşra edebiyatçısı ile karşılaşma, Sinan’ın patavatsızlığı ama aynı zamanda içine işleyen nefreti çerçevesinde kurgulanmış kanımca. Ama Ahlat Ağacı’nda asıl dert bu değil. Asıl dert taşranın çıkışsızlığı ve karakterlerin bu çıkışsızlık içinde kendi karanlık yönleri ile birlikte yaşayıp, bu yönleri ile hayatta bir denge ya da gerekiyorsa dengesizlik aramaları. Dolayısıyla Sinan’ın küçük bir üç kağıtçı olan babasının filmin ve hikayenin sonlarında dönüştüğü karakter aslında bir roman karakteri derinliğinde işleniyor.

Filmin ilk yarısı, yazı boyunca bahsettiğimiz taşra boğuculuğunu bir tasviri aslında. Hayranlık uyandırıcı bir performansını izlediğimiz Hazar Ergüçlü’nün o hayat içinde çıkış bulamayıp (“Her şey ne kadar yakın. Ama her şey ne kadar uzak”) sevmediği biriyle evlenmek zorunda kalması, kasaba gençlerinin atanamayan öğretmen olmak, polis olmak ya da kahvede pineklemek dışında bir seçeneklerinin olmaması (Son 15 yılın bu iç kurutucu çıkışsızlığı filmde çok iyi resmediliyor) bu seçeneksizliğin hem gençleri hem de kasaba ahalisini sürekli dönen bir bileytaşı gibi keskinleştirmesi filmin ana motiflerinden.

Ancak NBC bütün bunlarla yetinmeyip bir de İslam ve din tartışması eklemiş filme. Kanımca filmde en çok sırıtan ve hem filmin hem de senaryonun kurgusunu darmadağın eden de bu bölüm olmuş. Gelenekçi imam, yenilikçi imam ve kahramanımız Sinan arasında geçen, ama asıl eksenini gelenekçi imam ile yenilikçi imanın münakaşasının oluşturduğu bu bölüm hem çok uzun, hem yeni bir fikir söylemiyor hem de tartışmanın patlak verdiği diyalog açısından suni duruyor.

Ancak bu handikapa rağmen çok güçlü bir hikaye ve film ile karşı karşıya olduğumuzu söylemeliyim. En güçlü kısmı ise az evvel bahsettiğim gibi karakterlerin dönüşümü. Daha doğrusu bir Baba-oğul filmi olarak görebileceğimiz Ahlat Ağacı’nın sonuna geldiğimizde babanın başka bir baba, oğulun –biraz- başka bir oğul, ama taşranın hala aynı taşra olması.

Şöyle özetlemeye çalışalım: Sinan bir şekilde kitabını bastırmayı başarır. Kitapları yüklenip eve gelir. İlk olarak annesine imzalayıp verir. O güçlü sahnede Sinan’ın ilk kez o imza vesilesiyle annesine sevgi dolu ya da sevgiye, minnetarlığa dair bir şeyler söylediğini görürüz. Annesi (yine unutulmaz performansıyla Bennu Yıldırımlar) ağlamaya ve gururlanmaya başlayınca Sinan hemen bu ‘duygusal’ ortamdan çıkmaya, uzaklaşmaya çalışır. İçinde rahat ettiği alaycılığına kıyıcılığına döner. Yine de bütün bu günler boyunca eve para bırakmayan babasını, annesi ile çekiştirmek en zevk aldığı işlerden biridir. Bu uğurda babası hakkında tezviratlarda bulunmaktan da geri kalmaz.

Babası ise kumar uğruna ailesine hayatı belki zindan etmiştir ama bir yandan o hayattan çıkış peşindedir. Köydeki bir kuyudur o çıkış. Oradan su çıkaracaktır. Kaya dolu bu kuyudan su çıkarmak için yıllar boyunca uğraşır. Herkesi bu işe seferber eder.

Hikayenin gelip bağlandığı yer de bu kuyu işte. Sınavı veremeyen, öğretmen olamayan, askere gidip gelen, kitabının tek bir tanesinin bile satılmadığını, annesi ile kız kardeşinin bile kitabı okumadığını öğrenen Sinan, babasının artık yerleştiği köy evinde hem babasının dönüşümünü hem de kendisinin o taşra hayatına mağlup olmasını yaşayacaktır.

Yazı boyunca Hazar Ergüçlü ve Bennu Yıldırımlar’ın oyunculuklarına değindik ama son olarak şunu da söylemek lazım ki hem Sinan rolündeki Doğu Demirkol, hem de (Sinan’ın babası) İdris rolündeki Murat Cemcir (ki ikisi de aslında komedyen) olağanüstü performans çiziyorlar. Baştan beri anlattıklarıma aklı yatmayanlar sadece oyunculuk performansları için bile filmi izleyebilirler.



Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE