Göçebelik üzerine

BANU YILDIRAN GENÇ

Geçtiğimiz haftalarda Man Booker Uluslararası Ödülü’nü kazanan kitap açıklandığında bir de baktım ki iki yıl önce Türkçeye çevrilip yayımlanmış. Çok rastladığımız bir durum olmadığından, hemen alıp okumaya başladım Leh yazar Olga Tokarczuk’un Alabanda Yayınları’ndan çıkan ‘Koşucular’ adlı kitabını. Olga Tokarczuk 90’lı yıllardan itibaren romanlarıyla dikkat çeken bir yazar, 2000’li yıllarda çizgisini biraz değiştirip, deneme-roman tarzına dönmüş. 2007’de yayımlanan, 2008 Nike Edebiyat Ödülü’nü de kazanan ‘Koşucular’ da deneme, anı, uzun öyküler, anekdotlar şeklinde ilerleyen bir kitap. 

‘Yürüyen kutsanır’

Asıl adı Bieguni olan kitabın Türkçesi ‘Koşucular’ bence anlamını tam olarak karşılamıyor. İngilizce adı Flights için de aynı şey söylenebilir. ‘Bieguni’, yabancıların yardımlarıyla yaşayan ve sürekli seyahat eden yogi, derviş ya da Budist rahiplerin geleneğinden giden, yerleşik hayatı reddedip hep hareket hâlinde olan, muhtemelen kurgusal bir Slav tarikatıymış. Kitabın özü yolculuk temasıyken ve okuru gerçekten bir süre sonra yolculuk hissiyle oradan oraya savururken ‘Koşucular’ adı bu duyguyu tamamlamıyor. Gezgin, göçebe sözcükleri bile bence Bieguni’ye daha yakın. Kitabın adı aynı zamanda en etkili uzun öykülerden birinin de başlığı, öykü karakterlerinden birinin sayıklamaları aslında kitabın manifestosu niteliğinde: “Sallan, hareket et, ancak bu biçimde onu atlatırsın. Dünyayı yönetenin hareket üzerinde hükmü yok ve biliyor ki bedenlerimiz hareket içinde kutsaldır ancak hareket edersen ondan kaçabilirsin. (...) İşte bunun içindir ki tiranlar, cehennem zebanileri, kanlarının son damlasına dek göçebelerden nefret ederler, bunun içindir ki Çingeneleri ve Yahudileri kovalarlar, tüm özgür insanları yerleşik yaşama zorlarlar ve bizler için bir ölüm kararı olan adresle mühürlerler.  Yürü, yürü. Yürüyen kutsanır.” 

Olga Tokarczuk kitabındaki 116 bölümde bazen tek bir cümleyle, bazen otuz sayfaya yayılan öykülerle, bazen tarihsel bilgiler, bazense anılarla ilerliyor. İlk yolculuğunu küçük bir çocukken farkında olmadan Odra nehri kıyısına yaptığını anlatan yazar, nehirde süzülen tekneleri görünce öyle bir teknede çalışmayı hatta daha iyisi bir tekne olmayı düşlemiş. Bu düşlerin ardındansa sürekli yolculuk ve yolculuklar sırasında çalışılan gündelik işlerle geçirilen bir yaşam gelmiş.

Yazarın “hacılığının” öyküsünü okuduktan sonra onla birlikte havaalanlarını, otelleri, sadece gece uyumak için düzenlenmiş 6-7 saatlik tren güzergâhlarını geziyoruz. Havaalanlarının kendine has ekosistemini, otellerin televizyon kanallarını, yolculuk için gerekli kozmetik ürünlerini, hostel yaşamını, gezginlerin ‘3 Temel Yolculuk Sorusu’nu (Nerelisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?) öğreniyoruz ve sonra ansızın bir hikâyenin içine doğru yola çıkıyoruz. Ailecek tatile gidilen bir Hırvat adasında ansızın kaybolan anne ve çocuğu merak ettiren Kunicku Su öyküsü üç ayrı bölümle ve tabii ki yollara bağlanan sonuyla aslında evliliğin yolculuğunu anlatıyor belki de.  Balmumu müzesine yapılmış bir gezi ise kitap boyunca durmadan tekrarlanacak bir temaya bağlıyor bizi: Beden bütünlüğü. Kitabın en önemli özelliklerinden biri sarmallığı, hemen hemen tüm konular ustalıkla birbirine bağlanıyor ve unuttuğumuz yerde yeniden karşımıza çıkıyor. Anatomik balmumu müzesinden ‘Doktor Blau’nun Gezileri’ öyküsüne bağlanıyoruz. Bu öyküyle karşımıza çıkan insan mumyalama fikri ise bu kez bizi tarihsel yolculuklara çıkarıyor çünkü Olga Tokarczuk tarihten bu konuyla ilgili dikkat çekici örnekleri bulup onları yaratıcı bir biçimde yeniden yazıyor. 

Avusturya’da mumyalanarak yıllarca utanç verici bir biçimde sergilenen siyahi hizmetkâr Angelo Soliman’ın kızının krala babasının iyi bir Hıristiyan olarak gömülebilmesi için yalvaran mektuplardan tutun da Chopin’in vasiyeti gereği bedeninden çıkarılan kalbinin Paris’teki cenazesinden sonra yasa dışı yollarla sokulduğu Polonya’ya gömülmesinin kız kardeşinin ağzından aktarılması gibi gerçeğin ustaca kurmacaya dönüştürüldüğü sayfalar var.

Dilin gücü

Memleketten hızla göçüldüğü bu dönemde Tokarczuk bir yandan da komünist Polonya’dan göçmüşlerin hikâyelerine yer veriyor. “İnsan bedeninin en güçlü kası dilidir.” cümlesi de yine birkaç yerde karşımıza çıkarken aslında anadilin zamanla unutulması, anadile ve köklere duyulan özlem gibi tüm göçmenlerin yaşamında var olan kavramlarla da karşılaşıyoruz. ‘Koşucular’ oldukça farklı, yenilikçi ve edebiyatın değişimine ayak uydurmak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. İlk yüz sayfada bağlantı kurmakta, alışmakta zorlandığımı itiraf etmeliyim fakat sonrasında yazara ve diline alıştıkça bambaşka bir yolculuğa çıkmış gibi oldum. 

Alabanda Yayınları’nı bu kitabı erken keşfettikleri için kutluyorum fakat kitapta çokça yanlış kullanılan ve yazılan sözcük bulunduğundan (Angelo’nun Angel, Cioran’ın Cioron olması, konserve etmek sözcüğünün defalarca kullanımı birkaç örnek), editoryal çalışmanın ve düzeltinin oldukça eksik olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Koşucular

Olga Tokarczuk

Çeviri: Neşe Taluy Yüce

Alabanda Yayınları

409 sayfa.