"Sessizliğin sesi"

Hrant Dink Vakfı Yayınları tarafından Aralık 2011'de yayınlanan 'Sessizliğin Sesi' - Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor adlı kitabı üzerine, Leyla İpekçi'nin Zaman gazetesi için kaleme aldığı köşe yazısını paylaşıyoruz.

Leyla İpekçi
03/01/2012 



İstanbul'da 70'lerde okuduğum lise, azınlıkların -daha ziyade Ermenilerin- yoğun olarak yaşadığı bir semtteydi. Sınıfımızın yarısı veya belki daha fazlası Ermeni ve Yahudi kökenlilerden oluştuğu için Paskalya çöreği de çıkardı okulumuzun kantininde, kandil simidi de. Fakat Ermenilerin ne yeni yılını, ne başka bir bayramını bilmediğimizi yıllar sonra fark ettim.


Yarışmalara, kutlamalara, yıl sonu partilerine, ikindi çaylarına nadiren katılırlar, az konuşurlar, kendilerinden pek bahsetmezlerdi. Yüzlerinde tedirgin, mahcup, sanki kendi olmaktan çekinen bir ifade vardı. O vakitler anlam veremezdim. Yıllar sonra, ailelerinin Osmanlı devletini yöneten İttihatçılar tarafından verilen bir emirle katil veya kanlı örgüt üyesi olma potansiyeli taşıdığı için ortadan kaldırıldığını, kiminin zorla göç ettirildiğini, kimininse kılıçtan geçirlidiğini öğrenecektim.

Eline hiç silah almamış Ermeni vatandaşlar dahi kağnılara bindirilerek evlerinden ve köklerinden koparılıp tehcire yollanmıştı. Kadınların tehcir sırasında, kimi zaman haydutların saldırılarından, kimi zaman yürümekten veya soğuktan bitap düştüklerinde kucaklarında taşıdıkları 8-10 yaşllarındaki çocuklarını yol kenarına bırakmak zorunda kaldığını da duymama vardı daha.

Bizim duyduğumuz hep Türkleri kesen Ermenilerin hikâyesiydi. Anadolu'da Ermeni mezalimi anlatılırdı. İsyan eden ve Türkleri arkadan vuran, katleden Ermeni komitacılarını işittik, onları okuduk. Zalim olanları.

Tehcirle aynı günlerde Çanakkale'de yurdu savunan Osmanlı ordusunda şehit düşen Ermeni askerlerin varlığı ders kitaplarında yazmıyordu. Örneğin Balkan savaşlarını desteklemek amacıyla kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin Pangaltı şube müdürü olan Ermeni vatandaşın gönüllü olarak Osmanlı ordusuna üç bin altın topladığını, ancak tehcirde göz altına alarak sürüldüğünü de hiç işitmedim.

İstanbul'daki birçok Ermeni sanatçı ve aydının haksız yere hayatını kaybettiklerini duymamıştım. Osmanlı ordusunda görev yapan Ermeni askerlerin ailelerinin bile sürgüne tabi tutulduğunu da kimse anlatmadı. Orduda görev yaparken silahsızlandırılan ve sistematik olarak imha edilen Ermeni askerlerden de haberim olmadı.

Kendi topraklarında kalmayı başaran Ermenilerin torunları işte böyle bir hafızayı yaşatmakla yükümlüydüler. Ama sessizce. İçlerinden. Onlarla aynı sıraları paylaşmış, acılarını paylaşmamıştık. Aileler ise sonraki kuşaklara daha fazlasını aktarmayı becerememiş, maruz kaldıkları utanç, onları dilsiz bırakmıştı. (Bu yazımın tamamı Hakikat Adalet Hafıza sitesinde mevcut.)

Doğduğundan beri Ermeni olarak yaşayanların, kimliğini gizleyen ve Müslümanlaşmış Ermeni olarak doğup sonradan Ermeni kimliğine geri dönenlerin veya hayatına Müslüman olarak devam edenlerin hikayesi, bugün bu topraklarda konuşulmaya başlandı. İşte Hrant Dink Vakfı'nın 'Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor' (Sessizliğin Sesi) kitabı da, memleketin bugününde giderek sayısı artacağı anlaşılan sözlü tarih çalışmalarından ilki. (Fethiye Çetin'in 'Torunlar' adlı kitabı da farklı bir türde, benzer bir çalışmaydı.) Ferda Balancar'ın proje kapsamında yapılan görüşmelerden derlediği kitapta, İstanbul ve Anadolu'nun değişik kentlerinde yaşayan ve yaşları 19 ile 70 arasında değişen, 15 'Ermeni'nin hikâyesi var. İşte iki örnekten bir kesit:

'Annemin annesi Erzincanlı(...) Biri kız, biri oğlan iki çocuğu oluyor. Kocası ödürüldükten sonra tehcire çıkıyor. Kafile olarak şehrin dışına çıkınca, bir vadiden geçerken üstlerine kurşun yağıyor. Önce oğlunun kafası taşa vurmuş, ölmüş. Kızın kafasına da bir mermi isabet ediyor, ölüyor. Çocuklarının kanı üstüne bulaşıyor. Büyükannem bir fundalığın arasına gizleniyor, onu görmüyorlar. Erzincan civarında bir köye sığınıyor. Bir yaşlı Türk kadın büyükannemi saklıyor. Bu çok tehlikeli, çünkü köylere emir gitmiş. Evinde Ermeni saklayan, evinin kapısında asılacak diye.'

'Büyükbabamın babasının adı Yeğişe. Muş'ta bir kilisede papaz, aynı zamanda müzik hocası. Yeğişe'yi hem papaz hem de çok bilinen sayılan bir insan olduğu için bir sandalyeye oturtup dua etmesine izin veriyorlar. Sonra öldürüyorlar. Öldüren kişi, karısını görüp çok beğeniyor. Alıyor ve iki çocuğuyla birlikte köye getiriyor. Adamın annesi çocukları istemiyor. Velhasıl erkek çocuk kalıyor, ki bu benim dedem. Kız çocuk sokağa atılıyor, kayboluyor.'

Onların (ve hepimizin) başına gelen felaketin adının ne olup ne olmadığına kilitlenen tüm siyasetçilere inat: Dilsiz kalmakla unutulmayan ne varsa, şahitlik ediyor artık hakikate. Kalpten kalbe geçmeye niyet eden herkes için...

l.ipekci@zaman.com.tr

Kategoriler

Güncel Basın