OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Yunanistan’ınki orman yangını, peki Türkiye’ninki ne yangını?

Yunanistan korkunç bir felaket yaşıyor. Açık alandaki bir yangın nasıl bu kadar kayba sebep olur, nasıl insanlar bu kadar kapana kısılır, anlamıyorum. Görüntüler insanın içini parçalıyor. Fakat gelin görün ki, Türkiye’den kimilerinin bu felaket karşısında gösterdiği tavır, kullandığı dil için ‘utanç verici’ demek iltifat sayılır. “Ateşleri bol olsun” diyenler mi istersiniz, “Atam onlara iyi ki yüzme öğretmiş” diyenler mi, “Yangın uçaklarını gönderelim, benzin döksünler” diyenler mi... Hepsi mevcut. 

Bu ifadeleri kullananlar karşısında iki yol tutulabilir. Birincisi ve genelde insanların tercih etmek istediği, bunların Türk milletini temsil edemeyeceği, dolayısıyla, dikkate alınmamaları gerektiğini söylemek. Gerçekten de, en azından sosyal medyada, görebildiğim kadarıyla, üzüntü ve başsağlığı belirten, iyi dileklerini paylaşan mesajların sayısı, yukarıdakilerden çok daha fazla. Peki bu, ortada üzerinde durmaya değecek bir sorunumuz olmadığını mı gösterir? Bence hayır. Bu tip insanlar genel nüfus içinde çoğunluğu oluşturur mu bilmiyorum ama belli ki sayıları çok çok fazla, ‘gereğinden fazla’ çoklar, toplumu zehirlemeye yetiyorlar. Münferit vakalar deyip geçemeyiz. Üstelik, bu ilk ‘vukuat’ da değil, muhtemelen son da olmayacak. Van depremi sırasında söylenenler, yapılanlar hâlâ aklımızda. Bu insanlar, her şeyden önce bu ülkenin sorunu. Adı gazete olan bir paçavranın attığı ‘Yananistan’ başlığı da bunun küçük değil toplumsal bir mesele olduğunu bir kere gösterdi. Kendini zeki zanneden ve çok kıvrak bir kelime oyunu yaptığını düşünen editör, böyle bir başlık atınca toplumun bir kesiminden takdir göreceğini düşünerek bunu yapıyor. Ona bunu düşündüren nasıl bir kültürdür?

Buradan da, tutulabilecek ikinci yola geliyoruz ki, o da “Nasıl oluyor da böyle kişiler olabiliyor, onları üreten nedir?” diye sormak. Bunlar bu fikirleri, tavırları, kendi evlerinin arka odasında, kendi başlarına geliştirmediklerine göre bunun, toplumsal ve kültürel bir temeli var. Bu onların bireysel kötülüklerinin, cani ruhlu karakterlerinin bir sonucu değil. Bunları yaratan, üreten nasıl bir yapı, nasıl bir sistem, nasıl bir ideoloji var, nedir o, ne menem bir şeydir? Bu gibi sorulara burada vereceğimiz yanıtlar ister istemez yüzeysel kalacaktır ama en azından gözlem veya not düzeyinde bir-iki noktaya değinelim.

Birincisi, hem bu son faciaya, hem yakın ve uzak tarihte bu tip olaylara verilen yukarıdakilere benzer tepkilere baktığımızda görüyoruz ki bu insanlar, dünyayı Sünni Türkler ve geriye kalanlar olarak görüyor. Olaya ve muhataba göre tavırlarında kimi zaman Sünnilik, kimi zaman Türklük ön plana çıkıyor, kimi örneklerde ise bu ikisi birbirini tamamlıyor. Kustukları kinin hedefi, bu kategorilerden birinin veya ikisinin birden dışında kalan kimlikler oluyor. Onlar açısından, bu kimliklerin dışında kalmak nefretin otomatik hedefi olmaya yetiyor.

Bu tipolojinin ikinci özelliği ise gösterdikleri milliyetçiliğin ve millî kimliğin kişinin bütün diğer kimliklerini ezen ve aşırı politize olarak tanımlayabileceğimiz bir kimlik olmasıdır. Mezkûr tipoloji Yunanistan’daki trajediye sevinirken, yakın ve uzak tarihten ‘Yunan zulmü’ örnekleri veriyor ve bu faciada ölenleri kırk veya seksen sene evvelsine ait bir mezalimin cezası olarak tanımlıyor. Verdikleri örneklerin olgusal doğruluğunu-yanlışlığını tartışmayacağım, zaten söylemeye çalıştığım şey açısından bunun önemi yok. Fakat şu kadarını söyleyelim ki, Yunan kimliğine atfettiği zalimliği kendi kimliğine hiç kondurmuyor. Aşırı politizasyondan kastım ise şu: Böyle bir felaket karşısında genişçe bir kesim adeta bir refleks olarak ilk ‘Yunan zulmünü’ hatırlıyor ve kendince verdiği ‘Yunan mezalimi’ örnekleriyle bu yangın arasında düz bir çizgi çiziyor. Bir siyasi mülahaza geliyor ve her şeyi kaplıyor. Hayatı millî kimlikler arasında hiç bitmeyen bir siyasi savaş olarak algıladığı için, düşmanın yaşayacağı her kayba, ister bebek, ister köpek olsun, seviniyor. Düşman diye bellediğin grubun başına her şey ama her şey gelebilir, mubahtır, haktır.

İşin asıl ilginç tarafı, bu facia için acı, taziye bildirenlerin veya neden böyle yapılması gerektiğini gerekçelendirenlerin bir kısmı da bu aşırı politize millî kimlik içinden konuşuyor. Bunlar, aynı madalyonun diğer yüzü gibi. Örneğin, Yunanistan acısını paylaşma gerekçesi olarak, “Türk’ün kendine karşı savaşan Anzaklara bile kucak açtığını”, “Atatürk’ün muharebe sonrasında Yunan bayrağını yerden kaldırttığını”, “Türk’ün merhametli olduğunu” anlatanlar var. İnsanların yaşadığı acı karşısında en küçük bir empati veya paylaşım duygusunu dahi bir millî menkıbeye dayandırmadan veremiyorlar. İyi dilek bildirirken bile bunu millî kimliğinin bir hasleti olarak sunma ihtiyacı hissedenler var. Her şeye, herkese, her konuya millî kimlik penceresinden bakmadan edemiyorlar.

Bu topluluk herhangi bir partinin tabanıyla sınırlı değil. Dolayısıyla, bu tipolojiyi o partiye özgü bir karakter olarak kabul edip rahatlayamayız. Bu kinci tutumu takınanlar arasında muhafazakârlar olduğu gibi lümpenler de var. Gerçi son yıllarda bu ikisi arasındaki makas da iyice kapandı gibi ama o başka bir konu.

Ortada toplu bir narsist, paranoyak, benmerkezci bir tipoloji var. Bu ifadeleri kullanan herkes birey olarak bu özellikleri taşımıyor belki ama kolektif millî kimliği içinden konuşmaya başlayınca bu özellikleri sergiliyor. Bu, öğrenilmiş bir tavır ve hepimizin sorunu, çünkü hayatı hepimiz için cehenneme çeviren, daha da çevirecek olan bir siyasi düzenin tabanını oluşturuyor. Mutlaka mücadele edilmesi lazım. Bu tipoloji ülkeyi savaşa soksa, bugün onları kınayanlar ne yapacak?