LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Zor Şartlarda Beslenme



Şarap eğitiminde size sadece şarapların iyi ya da kötü olup olmadığını değil, verdiğiniz paraya değip değmediğini de anlamanız öğretilir. Fiyatı 100 dolar olan bir şarap ile 10 dolar olan şarap, aynı kriterlerle değerlendirilmemelidir. O nedenle ciddi eğitim kurumlarının sınavlarında, markası kapatılmış bir şarabı tadıp o şarabın kaç para ettiğini bilmeniz istenir. 
Tabii, şarapların fiyatları, uluslararası geçerliliği olan para birimleriyle konuşulur. Bizde yıllarca epey yüksek fiyatlara satılan şarapların yurtdışında 15-20 euroya satılacak şaraplar olduğundan bahsederken pek çok üreticiyi kızdırdım. Artık gönül rahatlığıyla söylüyorum ki, dövizdeki son yükselişlerle beraber şarap fiyatlarımız uluslararası standartlarda daha kabul edilebilir hale geldi. Bize dünya standartlarıyla aynı fiyatlarda şarap içirten devlet büyüklerine buradan teşekkürü borç bilirim.
Şaka bir yana, yiyecek-içecek işinde en netameli konulardan biri, ödenen paralar. Yemek yemek insanın tercihine kalmış, ara sıra yapılan, keyfî bir eylem olmadığından, yani acıktığımızda yemek yemek zorunda olduğumuzdan, bazen kaliteden çok sade doyuruculuğa kaçtığımız oluyor. Verilen para ile alınan karşılığın bazen birbirinden ne kadar uzak olabileceğine aklımız şaşıyor. O nedenle, yemek işinde de hesaplı davranmayı çok beceremesem de, iyi anlıyorum.
Ama ben en mütevazı sofranın bile bir hoşluğa ihtiyaç duyduğuna inanıyorum. Kenarı incecik kesme bir bardaktan içilen suyun tadının daha iyi olması gibi, tamamen psikolojik olsa da zevkli sofraların yemeğin tadını, aldığımız zevki artırdığını unutmamak lazım.
Sırf bu nedenle yeni nesil et dükkânlarından mümkün oldukça uzakta durmaya çalışıyorum. ‘Steak house’ adı bile kanımı dondurmaya yeter oldu. Şaklabanlıkla ‘freak show’ arasında kıyafetler, kovboy şapkaları, etlerden daha yağlı saçlar, zorla müşterinin ağzına sokulan etler, müşterinin kafasını zorla eğdirip mantarı koklatan şarap garsonları görmüş biri olarak, kanımın donması az bile kalır bence. İnsanın en ilkel duygusu açlığın neredeyse pornografik hareketlerle coşturulup, etlerin mıncıklanarak, tokatlanarak satılması bana kabul edilmez geliyor ama insanların bundan çok hoşlandığı da bir gerçek. 
Diğer adaları bilmiyorum ama Kınalı’da o yeni nesil etçilerden de kötü, hatta ilkel bir yemek yeme düzeni kurulmuş durumda. Adanın arkasına doğru yürümeye başladığınızda, hele haftasonu akşamsa, sanki yangın çıkmış zannedeceğiniz kadar koyu bir duman bulutuyla karşılaşıyorsunuz. 
Göz gözü görmüyor; dumanın içinde birilerinin oturduğunu hayal meyal seçerken, kokunun da etkisiyle, olayın yangın değil mangal olduğunu anlıyorsunuz. Her masanın kendine özel açtığı müzik eşliğinde, neredeyse tümü kırık sandalyelerde oturularak, eski kapılardan ve tahtalardan yapılmış masalarda yemek yiyorsunuz. Şanslıysanız, derme çatma gerilmiş muşambaların dışında, denize yakın bir yerde oturuyorsanız biraz nefes alma imkânı buluyorsunuz. 
‘Kendin pişir kendin ye’nin değişmez yemekleri patates, cacık ve çoban salata, hepsi birtakım restoranlardan nasıl toplandığı meçhul olan tabaklarda masanıza geliyor. Tabaklarda sizden önce birilerinin de yemek yemiş olduğunu anlamanız için hayal kurmanıza gerek yok üstelik. Genelde izleri taze...
Herhalde Ermeniler zor şartlarda hayatta kalmaya alışık olduğundan, bu işten epey zevk alıyoruz. Gidenlere ve bundan keyif alanlara diyecek hiç lafım yok. Zevkler ve renkler tartışılmaz. Yaz sonu öğle tenhasında orada oturup benim de keyif yapmışlığım var. Ama, Konya Belediyesi’nin yaptırdığı piknik alanını görmüşsünüzdür. Uzaktan devasa bir kabristana benzeyen, aralarına asfalt dökülmüş mangal alanlarından oluşan bir arazi...
Bizim adadaki pek çok kişi de bu fotoğrafa bakıp alay etmiştir. Yemin ederim, o kabristan kılıklı piknik alanı ya da Zeytinburnu sahilde kipiknikçiler bizim adanın mülteci kampı gibi kendin pişircilerden daha iyidir. 
Ama asıl sorun sadece oralara giden insanlarda değil. Asıl sorun insanların kendilerini, kendi mekânlarında hissedebilecekleri, ödeyecekleri hesabın makul olduğundan emin oldukları standartlarda yemek yeri bulmakta çok zorlanıyor olmalarında. 
Rakının viski ile aynı fiyata satıldığı, etin kilosunun çeyrek altınla yarıştığı bir memlekette ‘makul’ bir restoran bulmak ne kadar mümkün, o da başka bir mesele.
Her manada zor zamanlarda yaşıyoruz. Bazılarınızın “Derdini seveyim” dediğini duyar gibiyim. Ne diyeyim, onlar da haklı...