Acemoğlu: Krizin kökleri yapısal sorunlarda

MIT ekonomi bölümü öğretim üyesi Prof. Daron Acemoğlu’nun 30 Ağustos 2018’de bloomberg.com’da çıkan yazısını Medyascope.tv'den Okan Yücel çevirdi.

Lira krizi manşetlerden düştü, ancak Türk hükümetinin kanamayı durdurmak için aldığı geçici tedbirler ekonomideki zayıflıkları düzeltemeyecek. Başka sorunlar da hâlâ masada duruyor. Ülkenin hesap açıklarını kapatan yabancı sermaye akışı Erdoğan ve Trump arasındaki Andrew Brunson’ın geleceğine yönelik tartışmaların ardından kesildi. Başta gayrimenkul ve inşaat firmaları olmak üzere pek çok şirket büyük borçlara girmiş durumda ve ciddi sorunlarla karşı karşıyalar.
Ankara bu işin içinden nasıl çıkabilir? Bir politik reçete açlığı yaşanmıyor. Paul Krugman gibi bazı isimler geçici olarak yabancı para birimleriyle yapılan borçlanmaları kabul etmeme ve geçici sermaye kontrolleri gibi önerilerde bulundular. Diğerleri ise özel sektör borçlarının yeniden yapılandırılarak şirketler ve bankalarla birlikte hareket edilip mali disiplini sıkılaştırma önerilerinde bulundular ki bu da muhtemelen IMF’nin kapılarının yeniden açılması demek. Ama Türkiye’nin ihtiyacı olan hem daha basit, hem daha zor: Kurumlarının yaşadığı düşüşü geri çevirmek.
Krizin kökleri vefasız yabancı yatırımcılarda veya kaprisli Amerikan Başkanı’nın attığı tweetlerde değil; yapısal sorunlarda: özel sektördeki düşük üretkenlik, sürdürülemeyen kredi büyümeleri ve şirketlerde yaşanan hem üretim hem de ödemelerdeki zaman aşımları. Bu problemlerin hepsi geçtiğimiz on yıldaki ekonomik ve politik kurumların yaşadığı düşüşten kaynaklanıyor.

Eskiden iyi haberler kötü haberleri bastırıyordu

Bu her zaman böyle değildi. Kısa zaman öncesine kadar, bu kurumların güçlülüğü Türkiye’nin hızlı ve kaliteli bir ekonomik büyüme yaşamasına olanak sağlamıştı.
Türkiye 2000-01 finansal krizlerinin ardından 2002-2006 yılları arasında yüzde 7.5’lik bir büyüme yaşadı. Bu büyümeye toplam üretimin yüzde 25’ine denk gelecek büyüklükte yatırımlar eşlik etti ki bu da Türk şirketlerinin daha yeni, daha verimli ve kaliteli teknolojiler adapte ederek üretimi arttırmasını sağladı.
Enflasyon kontrol edilebiliyordu çünkü Merkez Bankası’na geniş bir özerklik tanınmıştı ve bütçeler de politik motivasyonlarla şekillenen harcamalardan uzak tutuluyordu. Sadece hükümetin yaptığı satın alımlarda değil, diğer alanlarda da hükümet ile iş dünyası ilişkilerinde şeffaflık ve açıklık sağlanmıştı.
Reformlar yolsuzluğu ve keyfî harcamaları engellemişti, Ve daha düşük borç yükümlülükleriyle oluşturulan malî politikalar harcamaları üretim mallarına kaydırmıştı. Bunun yanında temel altyapı ve eğitim için de kaynaklar ayrılmıştı. Elbette endişelenecek alanlar da mevcuttu. En önemlisi yargı sistemi verimsizdi ve bağımsız olmaktan da uzaktı. Ancak iyi haberler kötü haberleri bastırıyordu.
Bu dönem içinde ekonomik aktivitelerin ağırlık merkezi de değişti. İstanbul dışında da, ülke ekonomisini on yıllar boyunca egemenliği altına almış olan şirketler ile rekabet edebilecek, daha küçük ve genç firmalar doğuyordu.
Bütün bunlar ekonomistler daha iyi politikalar ürettiğinden değil, daha geniş kitleleri kapsayacak politik değişimler yaşandığı için mümkün olabiliyordu. Öncelikli olarak bütün bunlar toplumun daha muhafazakâr ve yoksul kesimlerinden gelen Erdoğan ve partisi tarafından yönetiliyordu. Aynı zamanda Türkiye’nin Batılılaşmış gençlerinin ve orta sınıflarının da önünü açmışlardı. Türkiye’deki askerî hâkimiyet zorlanıyordu ve bu da daha fazla demokratikleşme için alan açmıştı, bütün bunlar ekonomik olarak daha açık ve şeffaf bir sistem getirmişti ki bu da kurumlarla şekillenen kaliteli bir büyüme sağlamıştı.
Bu değişimler sadece Türkiye’ye has değil. Demokrasiye geçiş süreçlerine pek çok zaman ekonomik büyümeler eşlik eder.
Türkiye’de güçlü bir demokrasiye geçiş büyük ölçüde 2000’lerin başında hükümetin önüne konan politik ve ekonomik kısıtlamalardan kaynaklanıyordu. 2001 krizinin ardından IMF tarafından planlanan ve daha katı bir çerçeve ile çizilmiş ekonomik politikalar yapısal reformları empoze etti ve bu da finans alanını ve devletin yapacağı ticarî alımları da kapsıyordu. Politik reformlar için inisiyatif oluşturan bir başka kritik husus da Türkiye’nin AB’ye üye olma isteğiydi.

Düşüş 2006’da başladı

Ne yazık ki bütün bunlar 2006 civarında kesilmeye başladı. Bütün bu gelişmeleri sağlayan siyaset olduğu gibi bu gelişmeleri geri alan da siyasetin kendisi oldu.
Finansal kriz ardından ortaya konan politik sistemin gücü zayıflamaya başladı. AB’ye giriş süreci başlatıldıktan çok kısa bir süre sonra ivme kaybetmeye başladı. AKP 2007 genel seçimleriyle birlikte politik egemenliğini attırırken zaten verimliliği ve bağımsızlığı sınırlı olan yargı sistemi tamamen yok oldu ve medya özgürlüğü de ortadan kalktı.
Politika öncülük ediyor, ekonomi de takip ediyordu. Hükümet kamu kurumlarına verdiği serbestliği geri almaya başladı. Merkez Bankası hükümetin taleplerine uymak zorunda bırakıldı. Üretim ve satın alma süreçlerinde gerçekleştirilen reformlardan geri adımlar atıldı, Yozlaşma ve kapalı kapı anlaşmaları arttı. Özel sektörde hükümet ile iyi ilişkiler kurmak yeniden bir şirketin sahip olduğu en önemli sermayesi haline geldi.
Dünyada da ciddi bir gerileme yaşanıyordu. Artık büyümeyi takip eden bir kalite ortada yoktu. Geçtiğimiz on yılın büyük kısmında üretkenlik kayda değer ölçüde azaldı. Türkiye’de de bu dönemdeki büyüme büyük ölçüde inşaat sektöründeki patlamaya ve aşırı kredi alımlarına bağlıydı. İşte biraz da bunlar şimdiki kalıcı bütçe açıklarını ve baş edilmesi zor olan enflasyon baskılarını ortaya çıkardı.

Krizin kökenlerine inmek

Türkiye’nin kurumsal arka planını anlamak en az üç sebepten dolayı önemli: Birinci olarak, şu anda yaşanan krizi çözmek için krizin kökenlerine inemeyecek herhangi bir çözümün yüksek kaliteli bir büyüme üretmesi mümkün değil. İkincisi, 2002-2006 tecrübesi gösteriyor ki ekonomik ve politik kurumları güçlendirerek büyüme yaratacak başka bir yol mümkün. Üçüncüsü ise ortaya çıkan krizin kısa vadedeki en büyük sebebi yabancı sermaye akışı olduğu için, yabancı yatırımcılara kısa vadede kâr etme garantisinin yeniden verilmesi Türkiye’nin yaşadığı yapısal problemlerle başa çıkmak için bir strateji olabilir.
Kurumsal sıkıntılardan dolayı yaşanan ekonomik sorunları mucizevi şekilde düzeltmek için sermaye sahiplerinin veya diğer finansal yapıların işe el atmasını ummak yerine Türkiye ekonomisinin neye ihtiyacı olduğu konusunda kafaların daha berrak olması gerekiyor: Demokratik kurumlar tarafından güvence altına alınan daha kapsamlı ve kucaklayıcı ekonomik kurumlar.
Atılması gereken birtakım önemli adımlar yürütme erkindeki bazı güçlerden vazgeçilmesi anlamına gelebilir: Medyayı daha serbest hale getirmek, barış aktivisti ve iş adamı Osman Kavala gibi siyasî mahkûmları serbest bırakmak, Merkez Bankası ve mahkemeler gibi kamu kurumlarının bağımsızlığını sağlamak, devletin yaptığı satın alımlarının kontrol mekanizmalarını yeniden aktif hale getirmek, yabancı ve yerli yatırımcılara güven verecek basit önlemleri almak.
Ancak çözümün basit olması yanlış umutlara yol açmamalı.
2000’li yılların başında politik reformlara zemin hazırlayan koşullar günümüzde mevcut değil. Türkiye anayasasını daha otoriter yönde değiştirdi ve muhalefet de Erdoğan’ı reformlara tekrardan yönelmeye zorlayacak pozisyonda değil. Mahkemeler ve medya hükümet gücüne karşı bir denetleme mekanizması olmayı tamamen bırakmış durumda. Aradan geçen süreçte; biraz Türk medyasındaki propagandalardan dolayı, büyük ölçüde ise AB müzakerelerinin çökmesi nedeniyle toplum çok daha fazla Batı karşıtı hale geldi ve Temmuz 2016’daki 300’den fazla insanın ölümüne yol açan darbe teşebbüsü toplumun psikolojisinde hasara neden olurken ülke içindeki kutuplaşmayı da arttırdı.
Türkiye’nin ekonomik sorunlarından kurtulması için izlemesi gereken yol basit gözükse de bu yola ulaşmak kolay değil.

Kategoriler

Genel Güncel