OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Adaletimiz yerli ve millîdir

Gertrude Himmelfarb, ‘Roads to Modernity’ (Modernliğe Çıkan Yollar) adlı kitabında, Aydınlanma sürecinde Fransa, Britanya ve Amerika’da (ABD) öne çıkan kavramlar olarak, sırasıyla akıl, erdem ve özgürlükten bahseder. Yani, Fransız Aydınlanması akla, Britanya aydınlanması erdeme, Amerikan Aydınlanması özgürlüğe vurgu yapar. (Bu, diğer kavramları ihmal ettikleri anlamına gelmez, bu kavramların ağırlık merkezi olduğu anlamına gelir.) 

Osmanlı-Türk tarihinde farklı alanlarda modernleşmeden bahsedilebilir ancak, felsefede ve siyasette eski baskın kavramların yerini yenilerinin alması anlamında olgunlaşmış düşünsel bir Aydınlanma sürecinden bahsedilip bahsedilemeyeceği tartışmaya açıktır. (Olgunlaşmanın ölçüsünün ne olduğu da tartışmaya açıktır tabii. Ayrıca, Aydınlanma denen süreç kimilerine göre arzu edilir de olmayabilir ama bu yazıda niyetim Aydınlanma tartışması yapmak olmadığından, o sorulara girmiyorum.) Osmanlı-Türk Aydınlanması gerçekleşmemiş veya olgunlaşmamış bir süreçse, gerçekleşmeyen sürecin baskın kavramından bahsetmek de mümkün olmaz. Fakat, klasik dönemden modernleşmeye, hatta günümüze kadar, pek tabii İslam düşüncesinin de etkisiyle, siyaset felsefesinde ve günlük siyasette varlığını ve ağırlığını, en azından söylemsel düzeyde devam ettiren bir kavram var mı diye bakarsak, karşımıza adalet çıkar.

Bu topraklarda adalet yüzyıllardır herkesin dilindedir, herkesin talebi, devletin vaadi ve devleti ayakta tuttuğu düşünülen temeldir. Osmanlı klasik düşüncesinde siyasal ve toplumsal düzeni tarif eden sistemin adı ‘adalet çemberi’dir. Bu, devletle başlayıp devletle biten bir çemberdir. Basitleştirerek söylersek, bu mantık şöyle işler. Devlet varlığını korumak için orduya ihtiyaç duyar, ordu kurmak için paraya ihtiyaç vardır, bu para vergi olarak halktan/reayadan gelir, reayanın vergi verebilmesi için huzur içinde çalışabilmesi gerekir, huzur için de adalet gereklidir, adaleti de devlet sağlar. Burada devlet de sultanın şahsında vücut bulur. Görüldüğü gibi, bu denklemde halk, devlet için vardır. Erdoğan’ın zaman zaman bu bağlantının farkında olarak veya olmayarak söylediği “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü bunun bir versiyonudur. İkinci Meşrutiyet’te (1908) de, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ilkelerin yanına adaletin eklenmesi tesadüf değildir. Böylece, yabancı menşeili birinci grup sloganlara yerli bir tını katılmıştır.

Dediğimiz gibi, bu düşüncede adalet, devletin varlığını meşrulaştıran en önemli kavram olarak tanımlanmıştır. Bu adalet hiyerarşiktir, üstün olandan (devlet) doğan ve yukarıdan aşağı yayılan bir ışıktır adalet. Osmanlı-Türk düşüncesi, Platon’un herkesin görevini yapması ve karşılığında hak ettiğini alması olarak tarif ettiği adalet anlayışının takipçisidir. Bu adalet anlayışı süreçten çok sonuçla ilgilenir fakat adalet, sonuçta olduğu kadar süreçte de kendini gösterir, göstermelidir. Bugün de Türkiye’de adaletin süreç veya usul kısmını önemseyen çok azdır; halbuki adalet ne yaptığında olduğu kadar, nasıl yaptığında da ortaya çıkar.

Adalet herkesin hak ettiğini alması olarak anlaşılır dedik. Herkesin görevinin ne olduğu ve neyi hak ettiği de, gene klasik dönemin hiyerarşik bir kavramı olan Nizam-ı Âlem’e göre belirlenir. Nizam-ı Âlem’de herkesin dahil olduğu kolektif kimliklerle belirlenen, kategorik olarak tanımlanmış ve o kimlikte kaldığı sürece değişmeyecek bir yeri vardır. ‘Haddini bilmek’ en büyük erdemdir, ‘ayaklar baş olamaz’. Bu hiyerarşik kategorizasyon, yöneten (askerî sınıf ama burada yalnız orduyu değil bütün bürokrasiyi kapsar) ile yönetilen (reaya) arasında olduğu gibi, farklı din, mezhep, meslek, statü grupları arasında da vardır. Müslüman olanla olmayan bir ve eşit olamaz. Bu düzen veya zihniyet, sosyal geçişlilik açısından kast kadar katı değildir ama hiyerarşik ve kategorik yaklaşımı neredeyse kastı aratmaz.

Kabaca son 200 seneye baktığımızda gördüğümüz, bir yerlilik olarak adalet anlayışının ve Nizam-ı Âlem düşüncesinin, ‘yabancı’ kavram veya ilkeler olan eşitlik ve özgürlük karşısında, her türlü yöntemle galip geldiğidir. Bugün belki Nizam-ı Âlem’in adı pek duyulmaz ama kendisi vardır. Öteki ve yabancı gördüğüne kategorik olumsuz bakışın, farklı kimlikleri kendi görüş ve dokunuş mesafesinde istememenin, sosyal hayatı bir kimlikler hiyerarşisi olarak kurgulayan zihniyetin, velhasıl ırkçılığın ve nefret söyleminin Türkiye toplumunda ne kadar yaygın olduğu malumdur. İşte bütün bunlar, Nizam-ı Âlem düşüncesinin bugün aldığı şekillerdir. Osmanlı-Türk siyaseti, Nizam-ı Âlem’den taviz vermemek için, eşitlik ve özgürlük talep eden kişi ve grupları bünyeden atmayı, yok etmeyi tercih etmiştir hep. Dün de, bugün de, ve öyle görünüyor ki yarın da...