Gözyaşı entelektüel bir şeydir

MELİH LEVİ

Sanat eleştirisinde duygular muğlak bir konumdadır. Bizi derinden etkileyen ve hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş sanat eserlerinin üzerimizde yarattığı duygusal tesiri yok saymak pek dürüstçe olmayacaktır. Tabii ki yalnızca duyguları baz alarak kurgulanmış bir eleştirinin değeri şüphe uyandırıcıdır. Ne de olsa duygular aldatıcı olabilir ve onları ortak bir başlangıç noktası olarak kabul etmek mümkün değildir. Bende korku uyandıran bir sanat eseri, sizde nefret ve telaş uyandırıyor olabilir; içinde kendimi bulduğum bir roman bir başka okuyucuda sürekli yabancılık hissiyatı yaratabilir. Bir eleştirmen, eğer hissettiği duyguları daha objektif bir düzleme oturtma çabası göstermiyorsa, yani o duyguyu yaratan ögelerin, sanatsal kavramların, tekniklerin ne olduğunu açıklamaya yeltenmiyorsa, kendini toplumun takdirine kapatır. Eleştiri bencil bir hal alır. Benim duygularım, benim hissettiklerim, bu eserin bana hissettirdikleri… 

Düşünme ihtiyacı

Fakat sanatın en önemli işlevlerinden biri bizi bu hissettiğimiz duygular hakkında düşünmeye itmesidir. Acaba neden böyle hissettim? Neden bu karakterin kötü olduğuna inanıp durdum? Yazar nasıl beni böyle hissetmeye mecbur etti? Bu tür soruları sormaya başlamak, esere geri dönmek ve eserle birlikte düşünmeye niyet etmek demektir. Eğer bu soruları sormadan, kitabı kenara bırakıp yaşadığımız duygular üzerinden bir eleştiri yürütüyorsak, kitaba geri dönme ve çeşitli belirsizlikleri üzerinde düşünme ihtiyacı hissetmiyorsak, sanata tüketici anlayışıyla, bir dizi izleyicisi gibi yaklaşıyoruz demektir. Oysa sanat eserleri, beklentileri ‘düşündürerek’ bozmayı amaçlarlar. Böylece tanışık olduğumuz deneyimlerin yeni reaksiyonlar, yeni tavırlar gerektirdiğini farkına varmamızı sağlarlar. 

Hissettiğimiz duygular, içinde bulunduğumuz estetik deneyimin öylesine ayrılmaz birer parçası olmuşlardır ki, onlar hakkında rahatça konuşabilmek mümkün değildir. Yaşadığımız duygular bağımsız veya başına buyruk değildir; onları tetikleyen teknik, yapısal ögeler sayesinde hissedilir hale gelirler. Bu sadece eleştiri değil, sanatın ta kendisi için de geçerli. Hiçbir sanat eseri hayatı dolaysız yoldan, olduğu gibi anlatamaz. Dürüst siyasetçi olmadığı gibi, dürüst sanat eseri de yoktur. Bir siyasetçiyi “gerçekten içi dışı bir” diye niteliyorsanız, içinizde yatan kör fanatikle tanışma vaktiniz gelmiş demektir. Sanat da her halükarda politik olmaya mecburdur; temsil ettiği dünyayı belirli bir perspektiften, belirli güç ilişkileri üzerinden kurgulamak zorundadır. Fakat sanatçı ve siyasetçi arasındaki en büyük fark nasıl yalan söylediklerinde yatar. Siyasetçi yalandan beslenip kendi yalanlarına inanır ve inandırırken, sanatçı onu söylemeye iten her şeye tereddüt ile yaklaşır. Sanatçı dünyayı temsil ederken elinden kayanları, kopuklukları, çerçeveye sığmayanları yok sayamaz ya da bir araca çeviremez. Bir sanat eserini en güçlü kılan yanları bu boşluklarıdır; okuyucuya dikme görevi verirler ve bu dikiş süreci aynı zamanda bir bilinçlenme süreci halini alır.

Bir örnek vermek adına Melih Cevdet’in ‘Güvercin’ şiirine bakalım. Şiir yalnızca iki dizeden oluşuyor:

Güvercin

Pencerede kopan alkış.

Bu iki dizeyi bağlayan belirgin duygusal bir anlatım yok. Örneğin, Melih Cevdet şöyle demiyor: Güvercinler aniden kopan coşkulu ve telaşlı bir alkış sesi ile pencereden uzaklara uçuyorlar. Şiirde hiç sıfat kullanılmamış olmasına rağmen, benim çevirimde bir sıfat şöleni ortaya çıkıveriyor. Şair, güvercinlerin uçuşu hakkında herhangi bir ipucu vermezken, ben şiiri yorumlama sürecimde sanki ısrarla bu betimlemeyi duyduğumu iddia ediyorum. Peki siz bu şiiri kendi dilinize nasıl çevirirdiniz? Eğer bu iki sade dize bir araya geldiklerinde zihninizde bir yankı uyandırıyorsa, bu yankıyı siz nasıl anlatırdınız?

İki kısacık dize, fakat Melih Cevdet, onları art arda koyarak okuyucuya bir davetiye uzatıyor. Bu şiirin yarattığı kaçınılmaz çağrışımı ‘ani’ veya ‘dolaysız’ olarak nitelemek doğru değil. Şair burada teknik bir yenilik peşinde. Belki Türk şiirinde daha önce görülmemiş bir mesafe ve soğukluk ile iki beyanatı bir araya getiriyor. İki dize arasındaki farklara dikkat edin. İlki sadece bir kuş çeşidinden, isimlendirmeden ibaret: güvercin. Nasıl bir güvercin? Nerede? Bilmiyoruz. İkinci dize, daha hususi fakat bir o kadar da belirsiz bir imge sunuyor: Pencerede kopan alkış. Okur okumaz, ‘aniden’ bu dizenin gerçek anlamını göz ardı edebiliyoruz: Alkışlayan bir insan veya insan grubu yüksek ihtimalle çoğu okuyucunun aklından geçmiyor bile, çünkü burada alkış güvercinin uçarken çıkarttığı sesle ilişkilendirilmiş. Yani alkış tamamen bir benzetme olarak, gerçek anlamından sürgün edilmiş bir halde işlevini yürütüyor. 

Yalnızca anlama değil dizenin ses düzenine de dikkat edin. ‘Pencerede’ kelimenin –de yani bulunma halinde. Bir yerde bulunma, sabitlik hissi uyandırıyor. Alkış pencerede kopuyor. Sonraki iki kelime arasında ise ulama var, yani bir kelime ünsüz harfle biterken sonraki ünlü harf ile başlıyor. Bu yüzden de şiiri sesli okuyunca kelimeler birleşikmiş gibi akışkan bir his uyanıyor.

Pen-ce-re-de kop-an-al-kış

‘Pencerede’ tek bir kelime: penceredeyiz, pencereden dışarıyı izliyoruz, gidecek bir yerimiz yok, buradan dünyaya açılan çerçevemizin genişliği sınırlı. “Kopan alkış” ise iki kanatlı ama tekmiş gibi, güçlü bir sese sahip, sanki içinde duymak istediğimiz, duymayı istediğimiz sesleri de barındıran bir haykırış: şak şak şak. Fakat o kadar kolay değil. Bu dizenin sözdizimini incelediğimizde göreceğiz ki, “pencerede kopan” bir sıfat tamlaması. Nasıl bir alkış? Hangi alkış? sorusuna cevap veren bir tamlama. Böyle bakıldığında, kopmak kelimesinin diğer, gündelik anlamları daha hissedilir bir halde su yüzüne çıkıveriyor. TDK kopmak kelimesini şöyle tanımlamış: herhangi bir yerinden ikiye ayrılmak (dizede buraya ikiye ayrılmıyor mu?). Yerinden ayrılmak (kuşlar pencereyi terk etmiyor mu?). Birdenbire gürültülü veya tehlikeli olaylar birdenbire başlamak (kuşlar sanki bir ayrılığın, bir telaşın habercisi gibi birdenbire uçmaya başlamıyor mu?). Bütün ilişkileri kesilip büsbütün ayrılmak veya uzaklaşmak (şair de acaba güvercin gibi büsbütün ayrılmak ve uzaklaşmak istemiyor mu?) Kurtulmak! 

Melih Cevdet bir kelimenin neredeyse bütün anlamlarını, bütün potansiyelini ortaya çıkaracak güçte bir kompozisyon yaratmış. Bu şiiri ilk okuyuşunuzda belki de bir arzu hissettiniz. Gitmek arzusu, bir güvercin gibi uzaklara gitme arzusu ile doldunuz. Belki de telaşlandınız. Belki umutlu bir beklenti ile titredi yüreğiniz. Fakat şair öylesine gizemli bir ilişki ağı yaratmış ki… boşluklarla dolu. Sadece duygular yetmiyor, onları incelemek, onlar üzerine düşünmek, dizeleri dikmek ve dikerken de şiir ile birlikte düşünme ihtiyacı doğuruyor. (Ne güzel siyaset!) Şiirin söküklerinden hiç bahsetmedik. İki dize arasındaki durak, aralarındaki ilişkiyi harekete geçirdiğimiz en keskin yer. Yani güvercini bir imgeye çevirmeden önceki son durak. Güvercini belirli bir duyguyu temsil etmeye hapsetmemizden önceki son durak. Devam etmemiz takdirinde taptaze bir duygu ile karşılaşıyoruz fakat güvercini salıvermek yerine ister istemez hapsediyoruz. İmge coşkulu bir uçuşu çağrıştırsa bile, o ilk dizede tüm egemenliği ve endamıyla poz vermiş olan güvercin bizim kurgulayacağımız ilişkiye hapsoluveriyor.

İki kısacık dize, aniden bize özgürlüğün ne anlama geldiğini, nerede başlayıp nerede bittiğini ve onun hakkında konuşmanın doğurduğu tezatları düşünmeye itiyor. Tekrar hatırlatmak isterim: Melih Cevdet’in şiirinde ne bir sıfat yoğunluğunu ne de açıkça tanımlanmış duygular yer alıyor. Olası duygular biz şiiri okurken etkin hale geliyor ve düşünceden bağımsız yaşanamıyorlar. Belki de Romantik dönem İngiliz şairi William Blake’in ‘gözyaşı entelektüel bir şeydir’ dizelerinde anlatmak istediği buydu. Melih Cevdet de duyguları aleni olarak ele alan veya uyarmaya çalışan bir sanat eserinin tüketim odaklı olacağını kavramıştı. İmgeci şiire ilk adımlarını attığı kitaplarından ‘Kolları Bağlı Odysseus’ta şöyle diyordu:

Ah olacağı buydu oldu,

Duygularla öyle çok uğraştım ki

Artık aramızda ne bir sır

Ne güven, ne inan, ne uyum…

Sonunda tükettim ruhumu:

Sevinirken sevincimi seyrediyorum

Korkumla korkmuyorum şimdi.

Madem bir kapı aralıktır,

Sen sonuna kadar aç onu.

Artık bendeki insandan kurtuldum

Sevgisiz yaşayacağım sevgiyi.

Sanat, siyasetçi gibi doğruları çarpıtır demiştim. Gerçekle yüzleşme ihtiyacı duymayan sanat eseri olamaz. Fakat önemli olan bu çarpıtmaya nasıl yanıt verdiği değil, nasıl yanıt veremediğidir. Daha doğrusu, nasıl yanıt vermemeyi tercih ettiğidir. Eserdeki eksiklik hissi okuyucu da susuzluk gibi bir ihtiyaç uyandırır, kafasını kurcalar durur. Aşina olduğumuz duygular, indirgenemez bir yabancılık ile tanışmayı beklerler. 

Yazımı bitirirken, günümüz edebiyatında duygu ve düşünce arasındaki geçişleri tüm keskinliğiyle işleyen nadir isimlerden Birhan Keskin’in ‘Ayna’ şiirine dönmek istiyorum. Şiirin ilk iki dizesi bizi muhteşem bir samimiyetin ortasına atıyor. Sanki sevilenin elma yiyişini izliyor, sanki bir bardak suyu harıl harıl içerken arzu ile ihtiyaç arasındaki gizli mesafeleri kat ediyoruz. Fakat şiir gittikçe daha buğulu, daha bulanık ilişkilere yöneliyor, imgeler arasında daha karmaşık örgüler örmeye başlıyor. Eh, şiirin ilk dizelerindeki samimiyeti çekici bulan bizlerdik, peki samimiyetin kendine mahsus diller, imgeler yaratacağını hiç mi düşünmedik? Daha korkutucu bir soru belki de şudur: İki samimi insanın kendine mahsus dilleri ne kadar ortaktır? Ne kadar samimi? Her gün yanında uyandığımız insanı ne kadar yakından tanıyabiliriz? Daha ileri gidersem, kendimiz yani ‘ben’den üçüncü şahıs olarak bahsetmekten korkuyorum. Onun yerine, ‘Ayna’ ile sizleri baş başa bırakıyorum:

Sen bana elma yerdin eskiden

Ben kocaman bir bardak su sana mutfaktan

İki buğulu ağaç olalım, ben sana

iki serin taş, demiştim, daha o zaman

yan yana, ses veren, yağmur alan.

Sen şimdi oradan,

eteğimdeki taşları çatlatan

sözcükleri getir, yan yana getir.

Siyasalın Peşinde 

Dünyaya Tragedyalarla Bakmak

Haz: Nazile Kalaycı Devrim Sezer

Metis Yayınları

208 sayfa.