‘Yaşadığımızı bir sürpriz anında iliklerimizde hissederiz’

BÜRKEM CEVHER

Geçen sene Yüzyıl Üçlemesi’nin ilk kitabı ‘Bay Binet’ ile pek çok okuru gibi beni de çok etkileyen Ayşe Acar bu yıl üçlemenin ikinci kitabı ‘Yeşil Adam’ı yazdı. ‘Bay Binet’ hakkında geçen sene bir röportaj yapmıştık Ayşe Acar ile; bu sene de bizi kırmadı ve ‘Yeşil Adam’ hakkındaki bütün sorularımıza tüm açıklığı ile yanıt verdi. Acar yaptığı işi aşkla ve büyük bir araştırma azmi ile yapan muhteşem bir kadın. Felsefe ve özellikle din felsefesi ile ilgilenmesinin yanı sıra çok başarılı bir belgesel yapımcısı. Tüm işlerini büyük titizlikle yapan Acar’la ‘Bay Binet’ röportajı sonrasında başlayan dostluğumuz ise Yüzyıl Serisi macerasından bana kalan en büyük armağan. 

Yüzyıl Üçlemesi 

Yüzyıl Üçlemesi’nin ilk romanı ‘Bay Binet’te gelecekteki bir dünyaya bakarız. Dünyada büyük savaşlar olmuş ve üç ayrı tür ortaya çıkmıştır; insanlar, insan bilincinin farklı bedene aktarılması ile ortaya çıkan yeni bir tür olan Humacler ve yapay zekalar. Dünya da artık üç ayrı bölgeye ayrılmıştır. 1. Bölge’de üç türün en başarıları arasından seçilmiş varlıklar barış içinde yaşamaktadır. 3. Bölge’de sadece insanlar yaşar; yapay zekaların bu bölgeye giriş yapması yasaktır. 2. Bölge ise diğer iki bölgenin ihtiyaçlarını üreten robotlardan, yani daha ilkel yapay zekalardan meydana gelmektedir. Bay Binet, 3. Bölge’ye geçtiği sırada Bayan Nima ile tanışır, aralarında büyük bir aşk başlar. Bayan Nima, hiç aklında olmasa da bazı ailevi nedenlerle Bay Binet ile 1. Bölge’ye geçer. Ancak birinci kitabın sonunda Bay Binet’in bir görev için 12 yıllığına 3. Bölge’ye gönderilmesi ile bu büyük aşkın arasına yine mesafeler girecektir. 

İkinci roman ‘Yeşil Adam’, Bay Binet’in 3. Bölge’de, Bayan Nima’nın da 1. Bölge’de kaldıkları döneme odaklanır. İkisi de bu zorunlu ayrılığın acısı ile farklı şekillerde baş etmektedir. Bayan Nima bir taraftan 1. Bölge’de bir simülasyona hapsolan ağabeyine kavuşmaya çalışmakta diğer taraftan da Binet’in onu bırakıp gitmesinin acısını yaşamaktadır. İlk romanda da birkaç kere karşımıza çıkan Yeşil Adam, ikinci romanın ana kişisi olur. Binet’in iç ummadığı zamanlarda karşısına çıkan Yeşil Adam, Binet’i tarihin farklı dönemlerine götürür. Binet bu dönemlere giderken Yeşil Adam’ın yanında bir gözlemci gibidir. Hiçbir olaya dahil olmaz, sadece izler. Her ziyaretten sonra kendisi hakkında, hayatı hakkında daha fazla bilgi ve içgörü edinmiş olarak hayatına geri döner. 

Yeşil Adam 

Bu soruya Ayşe Acar şöyle yanıt veriyor: “Bütün Hıristiyan geleneğin mimarisinde, tablolarında, kiliselerinde bugün Pagan diyerek dışladığı bir gelenek var aslında. Green Man Avrupa’da Amerika’da Paganlıktan gelir ve Hristiyanlığın içinde gayet iyi biliniyor. Biz de Hızır, Hıdır olarak biliyoruz. Zor zamanlarda insanların yardımına gelen bir kurtarıcı figürdür Hızır. Doğu’da daha çok sanki Avatar kullanır gibidir; yani kadın olarak da gelebilir Hızır, çocuk olarak da gelebilir, yaşlı bir amca olarak da gelebilir, genç bir delikanlı ya da kız da olabilir. ‘Hızır’ın kelime anlamı da zaten Hadrâ, Hıdır yeşil demektir. Aynı şeyi söylüyoruz aslında Hristiyan gelenekle, Yeşil Adam diyoruz biz de Hızır dediğimizde. Hatta mesela Hızır’ı şöyle anlarsın; Yürüdüğü zaman toprağın üzerinde ayağını bastığı yerler yeşil çim olur, çimlenir. Hah dersin ki bu Hızır’mış. İpucu budur doğuda. 

Ben hem dünyada hem de Anadolu’da bu kadar önemli bir figür olan ‘Yeşil Adam’ı bilimkurgu romanına kazandırmak istiyordum zaten. Yeşil Adam’ın bütün mitolojilerdeki ilkeselliğini, verdiği mesajı bozmadan ama bir taraftan da bilimkurguya uygun hale getirmek istiyordum. Birincisi, bu sebeple seçtim. İkincisi de; bizim yaptığımız Yüzyıl Serisinde konumuz bellidir. İnsanların, Humaclerin, yapay zekaların yaşadığı, yani her şeyin bilinebilir olduğu, kodlandığı, her şeyin bir anlamda kontrol edilebildiği bir dünyada, kodlanmış bir realiteye bir sürpriz olarak bir giriş yapıyor ‘Yeşil Adam’. 

Biz her geçen gün daha çok şeffaflaşan daha çok her şeyin daha çok belirgin ve bilinir olduğu bir dünyada yaşıyoruz, yaşayacağız. Ama yaşamın kendisi bu belirlenmişlik içerisindeki sürprizlerde, mucizelerde gizlidir. Onun dışında her şey bir tür koddur. Sadece makineler açısından bunu düşünmeyelim. İnsan da bir tür kodlamadır. Kültürün kodlaması, dilin kodlaması, geleneklerin, dinin kodlamasıdır insan. Yani özgün bir birey var mı? Büyük bir soru işareti.. Bir şablon vardır, o şablonu yaşamamız istenir, biz de sistemin içerisinde buna uygun davranırız. Ama biz ancak bu belirlenim içerisinde bir sürpriz anında yaşadığımızı iliklerimize kadar hissederiz. Biraz onu söylemek istedim, yani sürpriz yaşamın kendisidir. 

Ayrıca Kuran’da da geçer bu: Hz. Musa ile Hızır’ın buluşması. Muhteşem bir hikayedir. Hızır ismiyle geçmez, Hızır ismini vermez Kuran ama “Katımızdan bilgi verdiğimiz kişi” diye bahseder Kehf sûresinde Hızır’dan. Alimler ve teologlar onun Hızır olduğunu kabul ederler. Hz Musa kendisini aşan, kendisinin bilmediği bir ilimi edinmek ister ve o talebe olumlu yanıt gelir. İkisi, iki denizin buluştuğu yerde buluşacaklardır. Müthiş bir simgesellik vardır burada. Hızır Musa’nın doğru bildiği her şeye ters davranır. Ama yola çıkmadan önce de der ki “Bak benimle yolculuk yapmaya tahammül edemezsin, seni uyarıyorum.” Hatta yolda bir kaç kez de uyarır. En nihayetinde Musa’nın artık çok kızdığı, bunları niye yapıyor dediği yerde niye yaptığını anlatır Hızır Musa’ya. Dolayısıyla bir başka perspektif, bir başka okuma biçimi kazandırır Hızır Musa’ya. Ben de Carl Gustav Jung’un yorumunu aldım. Jung’un ‘Dört Arketip’ diye bir eseri var. O eserde bu vaka yani Hızır’la Musa’nın buluşmasını kendi disiplini üzerinden analiz eder. Ben de tam bir Jungyen okuma ile romana girdim. Yani Jung ne diyorsa, bu buluşmayı öyle okudum. Diğer buluşmalarda da Bay Binet Hızır’la her buluştuğunda Jung bana yardım etti, yani Jung’un okuması ile yaptım o işi.”

Özne kim?

Dini sembollerin ve din felsefesinin böylesine iç içe geçtiği bir bilimkurguda insan olmanın anlamı da sık sık sorgulanacaktır. Hele ki gelecekte özbilince sahip akıllı varlıkların sadece insandan ibaret olmayacağı daha günümüzden belliyken, Humaclerin ve yapay zekaların da olduğu bir dünyada “İnsan nedir? Özne nedir?” soruları da elbette karşımıza çıkacaktır. Ayşe Acar da gerek Yüzyıl Üçlemesi’nde gerekse kendi araştırmalarında bu sorunun yanıtı arayan bir yazar. 

“İslam geleneğinin kendi özü insan denilen olgunun ancak insanın kendi emeği ile kendi eyleminden yaratılacağını söylerler. İnsan olanaklılık olarak Tanrısal, yani doğadan geliyor. Bedeni, düşünebilme yetisi bunlar verili; ama düşünüp bu yetiyi eyleme geçirip karakter haline getirirsen yaratılıyorsun. Yani aklın potansiyel olarak var diye akıl sahibi olmuyorsun. Kullanırsan aklın var oluyor, kullanmazsan aklın orada uykuda, potansiyel olarak duruyor,” diyor Acar.

Kitapta da “Ben olmak, özne olmak bir inşa sürecini gerektiriyor,” diye yazıyor. Bunu hatırlattığımda, “Tabii. Eylem üzerinden kuruluyor insan,” diyor. “İrade burada çok önemli. Ama eyleme bizi ne yönlendiriyor, ya da iradeyi ortaya çıkaran ne? Düşünme, farkındalık. Yani biz faaliyet haline getirmediğimiz sürece aklımızı doğadaki herhangi bir varoluş ögesinden hiçbir farkımız yok. Yani taşla insan arasındaki ya da kuzuyla insan arasındaki tek fark birinin düşünüyor olması, “Ben kimim?” sorusunu soruyor olması. “İnsan nedir?” sorusunu soruyor olması, var oluşa soru yöneltiyor, kendine soru yöneltiyor olması. Ayrım burada.”

Foucault çok iyi analiz eder bunları. ‘Kendini tanı, modern dönemde çok gündeme gelen bir kavramdır, der. Antik Yunan’dan bize gelen bir kavram, modern dönem bunu keşfetti artık sürekli kullanıyor: Kendini tanı. O da der ki oysa bunun başlangıcına kendilik kaygısını koymak gerekir. Kendilik kaygısı olması gerekir ki, kendini tanıma süreci başlasın. Eğer kendilik kaygısı yoksa, yani hiçbir şeyden kaygı duymuyorsan, hiç böyle bir sorun yoksa, yani bu hazır bulduğun sensen eğer, böyle ölüyorsun zaten. Dolayısıyla hiç gelmemiş, hiç doğmamış oluyorsun; hiç doğmamış dolayısıyla ölmemiş de oluyorsun. Varlığın hiç bir zaman buralara uğramamış oluyor. Çünkü belli bir kültür formasyonu, belli bir dil formasyonu kendini tekrar ediyor. Özgünlük ve özgürlük yok burada.  Hep birbirimizin aynısı.”

Ben “Tati bile ‘Ben kimim,’ diye sormaya başlıyor kitapta, “diye hatırlatıyorum. Acar da hemen yapay zeka Sophia’yı hatırlatıyor. “Tabii, şimdi Sophia da diyor zaten bunu. Ben yapay zekanın özne olacağını düşünüyorum. Metin Bobaroğlu ile bir söyleşi yaptım, kitap olarak yayınlanacak. ‘Yapay Zekaya İnsan Diyebilir Miyiz?’ kitabın ismi. Metin Bey, felsefe perspektifinden insanı, özneyi okudu. Yapay zekanın da hayal kuracağını söyledi. Kuantum bilgisayarlar sayesinde hayal kurabileceğini üç aşağı beş yukarı zaten biliyoruz. Dolayısı ile kabaca söyleyeyim ben kimim sorusuna kim yanıt veriyorsa, o insandır, onun donanımının makine olması hiçbir şeyi değiştirmez. Ben ona inandığım için, onu gördüğüm için, romanda herkes özne, herkes birey.”

Röportajın sonunda Acar’dan üçüncü roman için de bir röportaj sözü kopartıyorum. En kısa zamanda hem Metin Bobaroğlu ile yaptığı söyleşi kitabını hem de üçüncü romanı okumayı umduğumu söylediğimde, “Belki de o roman yazılmıştır” diyor muzır bir ifadeyle. 

Yüzyıl 2: Yeşil Adam

Ayşe Acar

Siyah Kitap

433 sayfa.