‘Yolun sonunda IMF görünüyor’

Yakın zamana kadar Hürriyet gazetesinde ekonomideki gelişmeleri yorumlayan Uğur Gürses 1986 yılında Merkez Bankası’nda çalışmaya başlamış, 1994 krizinden sonra özel sektöre geçip ticari bankalarda üst düzey yöneticilik yapmıştı. Gürses 2001 krizinden sonra CNN Türk, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl ve Radikal gazetelerinde de ekonomi yorumculuğu yapmıştı. Gürses ile ekonomide son dönemde yaşanan gelişmeleri ve yaklaşan krizin ayak seslerini konuştuk.

Büyüme rakamlarına bakılırsa Türkiye krizde değil ama döviz kurundaki hızlı artış, enflasyon oranı, kapanan dükkanlar, büyük firmaların kredi ödeme güçlüklerine baktığımızda bir kriz manzarası var. Bu durum nasıl açıklanabilir?

Büyüme verilerinin, “dikiz aynasından” bakarak geride bıraktığımız 2. çeyreğe ait olduğunu dikkate alırsak özellikle Temmuz ve Ağustos’ta hem kur artışının hem de faiz artışının çok yüksek seviyeye gelmesinin etkilerini içinde bulunduğumuz günlerde zaten görüyoruz. İzleyen aylarda da derinleşerek devam edecek. Çünkü Ankara halka bunun bir “ekonomik saldırı olduğunu” anlattı ve önlem almakta gecikti. Sermaye girişleri tersine döndü. Merkez Bankası rezerv kaybetti. Bankaların dış kaynakları azaldı. Bu da kredi piyasasında da büzüşmeyi getirdi. Döviz kuru bir türlü stabilize edilmediği için ekonomide ileriyi görerek fiyatlama da yapılamıyor. Bu yüzden üretici şirketler eldeki üretim girdisini dikkatli kullanıyor; zira yeni envantere girecek ara malın fiyatının ne olacağını bilemiyor. Önümüzdeki aylarda ne yazık ki kapanan işletmeler, boşalan kiralıklar, işini kaybeden bireylerin hikayeleri yoğunlaşacak.  

Döviz kurundaki artış ya da tersinden söylersek Türk Lirası değerindeki düşüş, gitgide kalıcı hale mi geliyor? Ekonomi yönetimi bir süre bunu Rahip Brunson gerilimi ve ABD yaptırımları ile açıklamaya çalıştı ama genel manzaraya ve ABD Dolarının yanı sıra diğer para birimlerindeki artışa da baktığımızda bu yapısal bir durum gibi gözüküyor? 

Son 5 yıldır, Türkiye’nin yapısal sorunu olan yüksek cari açık ve özel sektör borçluluğu konusunun başımıza bela açacağı hep dile getirildi. Bu açığın da kısa vadeli sermaye yani portföy yatırımı girişleri ile sürdürüldüğü, herhangi bir duruş halinde finansal krizin yaşanacağı ve şirketler kesiminin ödeme ve likidite sorunu çekeceği başından belli idi. 2009 krizi sonrasında Türkiye gibi gelişen ülkelere akan bol ve ucuz sermaye, bu ülkelerdeki siyasetçilerde rehavet ve daha fazlası fütursuzluk duygusu yarattı. Çünkü ne kadar siyasi hata yapılsa da ekonomiye yansımıyordu; bol para akışı bu hataları su yüzüne çıkarmadı. Türkiye de giderek daha fazla otokratik ve baskıcı bir yola saptı. Ancak bu “ben ne yapsam kriz olmuyor” havası içinde, ekonominin gerekleri de yerine getirilmedi. Önlem almak, büyümeyi biraz frenleyerek cari açığı düşürmek, Merkez Bankası’na ilişmeden bağımsız karar almasını sağlamak, reformları hayata geçirmek gibi temel unsurlar göz ardı edildi. Şimdi bu “hurmaların” ağrısını çekiyoruz hep beraber.

Bu kriz adım adım geliyor ve sinyallerini veriyordu. Rahip Brunson krizi bunun üzerine tüy dikti. Örneğin bugünden geriye bakarsak; son bir yılda döviz kuru artışı yüzde 90 iken, bunun 35’lik kısmı Brunson krizi ile gelen etki. Böyle bakınca yüzde 55’lik kur artışını da mı Brunson’a yıkacağız?

Brunson krizi bugün sonuçlansa bile eski denge noktasına geri dönmemiz zor.  

ABD ile krizde AB ile bir yakınlaşma havası doğdu ama bu hava Türkiye’yi ekonomik açıdan bir yerlere taşıyabilir mi?  

AB ile yakınlaşmayı ciddiye almak gerekir. AB Ankara’yı demokratik değerlere, hukukun üstünlüğüne, ifade özgürlüğü gibi temel değerlere dönmesi için cesaretlendirebilir ve bunun yanında ekonomiyle ilgili önlem çerçevesinde de mali destek ya da IMF desteği konusunda pozisyon alabilir gibi görünüyor. İyi de olur; Türkiye yeniden demokratik değerler ve hukukun üstünlüğü rotasına girerse yerleşik yurttaşların da güveni artar.  

Döviz kurları daha artmadan bu civarda seyretse bile Türkiye’yi yakın vadede nasıl bir gelecek bekliyor? Mesela enflasyon oranı daha da tırmanır mı ve bunun nasıl sonuçları olur?

Son 10 yıldaki küresel çapta bol ve ucuz para, Türkiye’ye akarken enflasyon konusunu da rafa atmamızı sağladı. Politikacılar yüzde 7-10 arası bir enflasyonla idare edebileceklerini sandılar. 2013’ten bu yana yükselen kurlar, fiyatlara yansıdığı için üretim maliyetlerini çok yükseltti. Geçmişte “nasıl olsa kurlar yeniden gevşer” diye artan üretim maliyetlerini hemen perakende fiyatlara yansıtmayan iş kesimi artık bunu yapamıyor. Aksi halde sermayeden yemeleri söz konusu. Üretici fiyatları endeksindeki artış yıllık yüzde 30’u aştı. Tüketici fiyatları endeksi artışı da yıllık yüzde 20’ye dayandı. Eylül’de de bu artışın kayıtlara yansımasının devam etmesini bekliyorum. İvme olarak bakılırsa son birkaç aylık fiyat artışı yüzde 25’lik bir hız gösteriyor. Hane halkının geliri bu denli artmadığı ve potansiyel olarak artmayacağı için harcanabilir gelir küçülecek. İlerleyen zaman içinde geçim sıkıntısı daha fazla ve yaygın biçimde hissedilecek.   

Peki bu tablo içinde ekonomi yönetimi ne yapabilir? Ya da neyi yapmıyor?

Türkiye’nin ilk olarak cari açığı krizler dışında küçültme önlemlerine gitmesi gerekiyordu. Cari açığın finansmanı tarafında da daha uzun sermaye girişlerine yönelmesi, bunun için de hukuka ve demokratik değerlere dönmesi gerekiyor. Yok eğer sıcak para ile bu finansmanı sağlama peşinde koşuyorsa, parasının istikrarını yani fiyat istikrarını, enflasyonla mücadeleyi ciddiye alması gerekiyor. Dışa açık bir ekonomide, siyasetçilerin hata yapması ve bunu uzun süre sürdürmesi mümkün değil.

Hükümet neden ekonomiyi düzlüğe çıkaracak önlemleri alamıyor? Popülizm ve iktidardan düşme korkusundan. Ancak son seçim sonucu, bunun sürdürülebilir olmadığını, oy kaybının sürdüğünü gösterdi.

Ankara önlem almakta geç kaldıkça, “etrafında dolaştıkça” bunlar daha acı reçetelere dönüşerek masasına gelecek. Yolun sonunda IMF görünüyor.     

Bütün bunlar ülkedeki demokrasi eksikliğinden de bağımsız değil sanıyorum. Ekonomi alanındaki yansımalarına bakacak olursak Merkez Bankası’nın konumu ve diğer bağımsız kurulların yok edilmesi başta olmak üzere, ‘Tek adam rejimi’nin ekonomiye yansıması nasıl oluyor?

Kurum ve kurallar çökünce ekonomide sıkışıklıklara zamanında müdahale için otomatik işleyişler devre dışı kalıyor. “Tek adamın” düğmeye basmasını bekliyor. Yeni sistemin devreye girdiği, kabinenin atandığı 11 Temmuz sonrasında kurumların ve kuralların eksikliği çok daha açık biçimde belirginleşti. 

Siyasi ve ekonomik tercihlerin ve hükümet politikalarının dışında, Türkiye kendine nasıl bir kalkınma ve milli geliri bölüşüm yolu çizebilirdi ve çizmedi?

Sürdürülebilir kalkınma ve bölüşümü iyileştirecek düzeltecek programlar kesinlikle reform içermeli. Reformlar, ki bunun başında iyi bir vergi reformu geliyor ve Daron Acemoğlu’nun hep vurguladığı “kapsayıcı kurumların” yerleşmesi, ki bunun ana omurgası da hukukun üstünlüğünün tesisine dayanıyor. Daha fazlası; belki de Türkiye’ye çok hızla yola aldıracak unsur; bireyi ve hakları herkese karşı koruyan, somut biçimde güvenceye alan bir anayasanın yapılması olacaktır. Bir arada yaşamanın ve “kapsayıcılığın” esası da budur.

 

Kategoriler

Genel Güncel Türkiye


Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE