Tefrikalardan romanlara Suat Derviş

ESRA KARADOĞAN

Suat Derviş yıllarca gölgede kalan bir yazar, eserlerinin büyük kısmı tefrika edilerek basılmış, arşivlerde beklemiş. Son aylarda İthaki Yayınları’nın özenli uğraşı sonucunda, bu eserlerin bir kısmı toparlandı ve Serdar Soydan’ın hazırlamış olduğu kronolojik biyografi ve Çimen Günay Erkol’un yazdığı detaylı önsöz ile beraber yayımlandı. O dönemin diğer yazarlarına ve eserlerine bir şekilde hâkimken Suat Derviş’in eserlerini tanımamak benim içime dokunuyordu, özellikle bu yüzden yazarın geçtiğimiz ay basılan romanlarını okudum. Değil mi ki okunmak için yazılıyor tüm bu satırlar, ben de okuyarak Suat Derviş’i tanımak istedim ve anladım ki yazar hem hayatıyla hem de yazdıklarıyla düşündüğümüzden çok daha fazla saygıyı ve ilgiyi hak ediyor. 

Kelimelerin büyüsü

Okuduğum tüm romanlarında kimi zaman kelimelerin büyüsüne kapıldım, kimi zaman yazarın bakış açısına. Romanlarının tefrika olarak basıldığını düşündükçe, yazarın bir kez de hızına, üretkenliğine hayran kaldım ve kitaplarını elimden bırakmak istemedim. ‘Hiçbiri’, yazarın okuduğum diğer romanlarından yani ‘İstanbul’un Bir Gecesi’, ‘Kendine Tapan Kadın’ ve ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’dan çok daha farklı bir şekilde içine aldı beni. 

“Şimdi eminim, hiç kimse kendinden başkasını, hakiki muhabbet diye anladığınız duygularla sevemez! Sade ben değil, herkes… herkes öyle. Tahlil etmeyen, menfaatsiz, fedakâr sevgiler, şimdi bize sizin zamanınızın hikâyeleri kadar hayalî geliyor. Başka asırların zevkini okşayacak tarzda yapılmış, şiirler, besteler gibi, ruhumuzda ufacık bir tesir bırakmadan, kaybolup gidiyor. Siz gürültüsüz bir İstanbul’da büyüdüğünüz için, böyle bir hakim, bir akil olabilmişsiniz. Fakat biz… Yine küçük eli, denizin üstünde kulakları yırtan sesiyle ilerleyen ufak bir motoru gösteriyordu. - Bizim en hissî hayallerimizde bile, böyle bu motorun gürültüleri var… Doktor! Bizler, gürültüye kapılmış insanlarız. Hakim olabilmek için sizin gibi sakin, ilahî bir İslam şehri olan eski İstanbul’da, gürültüsüz, mütevekkil insanlar içinde, zarif kayıklarla süslenen, çok mavi bir denizin karşısında büyümedik… Doktor! Ben eminim. Bugün herkes benim gibidir. Kimse… kimse sevmesini bilmez.”

Yaşları birbirine yakın olan iki kuzen, Cavide ve Neriman’ın hayatlarından bir kesit sunuyor bize yazar. Cavide önce annesi sonra da babası tarafından terk edilen sevgi yoksunu bir kız. Öyle ki çocuk kalbi bu derece bir sevgisizliği kaldıramaz ve bir savunma mekanizması olarak hayata karşı narsisizme varan bir tavır alır. Annesi, âşık olduğu adamı kızına tercih edince babası da Cavide’yi kendinden uzaklaştırır; onu kız kardeşine emanet eder. Hiçbir zaman olduğu gibi kabul görmez Cavide, hiçbir zaman sevilmez ve o da tüm bunlarla vurdumduymaz bir kimlik edinerek baş eder. Öte yandan kuzeni Neriman, sevgi ve onay içinde büyür. Cavide kendisinin de sevilebileceğini Neriman’a ve onu küçük görenlere kendine has usulüyle gösterirken, bu yaptığı, bir gün kendisinin de canını yakacaktır. Bu roman Yeşilçam filmleri kurgusuna sahip fakat Suat Derviş’in kalemi, romanı, derin psikolojik tahlillerle, sonunu tahmin etseniz de kendinizi okumaktan alamadığınız efsunlu bir romana dönüştürmüş. Özellikle çok roman okuyanlar bilir, bir romanı okura sevdiren çoğu zaman hissettirdiği gerçeklik hissidir. Suat Derviş’in anlatımı da okuru zamanda bir yolculuğa sürüklüyor.

Toplumsal gerçeklik

‘İstanbul’un Bir Gecesi’nde ise yazar tamamen toplumsal gerçekliğe çeviriyor yüzünü. Yazarın muhalif kimliğini de bildiğim için, bu kitabın yazarın düşüncelerini daha iyi yansıttığını düşünüyorum. Suat Derviş sınıfsal uçurumu, bir geceye sığdırarak, fakirlik ve hastalıkla kıvrananların çaresizliğini,  öte yandan zenginlerin dert sayılamayacak dertlerinin ruhsal yansımalarını ince ince işlerken, okuru sadece o döneme ait değil, şimdinin de değişmez gerçekleriyle tanıştırıyor. Bir zamanlar annesinin hastalığı için para istediği, olumsuz cevap aldığı ve sonunda hırsızlık yaptığı eski patronunun kapısında tekrar para istemek için bekleyen Vasıf’ın kıvranışıyla başlıyor roman. Bu sefer kızı için; tek ümidi kodaman patronunun, kendi kızının mutluluğunu gördüğü bu günde insafa gelip Vasıf’ın da kızının sağlığını görmesine yardım edecek olması ama öyle boş bir ümit ki bu… Roman boyunca bir tarafta ışıltılı bir yaşam süren, diğer tarafta da yaşamak için karanlığın içinde bir ışık arayanlar anlatılmış. Okurken çok fazla karakterle tanışıyorsunuz, İstanbul gibi bir şehir için, bu kadar farklı karakter çok normal iken, bunca karakterin ince ince işlenmesi ve her birinin ruh halinin yansıtılış şekli yazarın ustalığını gösteriyor. Bu karakterlerin yaşadıkları arasında gezinirken her birinin duyduğu üzüntü, çaresizlik ve özellikle Zeliha’nın oğlunu yaşatma çabası, o çırpınışları son zerresine kadar hissediliyor. 

 “Koskoca şehirde evlerinin, dükkânlarının, barlarının bin bir ışıklı gözlerde muazzam bir hayvan gibi gecenin içinde çöreklenmiş olan şehirde, bir tek insan kendisiyle kendi azabıyla alakadar olmuş muydu? Kimsesiz dağların tepesinde olsaydı onun bu gece çektiğini kayalar görür de merhamete gelirdi.

İstanbul şehri granitten yekpare bir kaya gibi hissizdi bu gece!

Dün gece olduğu gibi... Yarın gece olacağı gibi...”

‘Kendine Tapan Kadın’da bu sefer yazar romanın merkezine aşkı alıyor, fakat zeminde sınıf çatışması, çıkar ilişkileri ve hırslar da var. Yazar, Nazan ve Sârâ’nın karakterini anlatırken bu iki kadının yaşamları arasındaki farkı da ortaya koyuyor. Nazan’ın kırılgan kişiliğiyle sevdiği adam tarafından hor görülmesine karşı tepkisizliği, Sârâ’nın her tanıdığı insanı güzelliğini kullanarak etkilemesi ve her birini basamak olarak kullanıp, ardına bakmadan yeni hedefine ilerlemesi, tüm bunlar apaçık anlatılıyor. Yazar ikisinin de geçmişine yer vererek, bu durumlarının sebeplerine de değiniyor. İki kadın karakter roman boyunca hiç karşı karşıya gelmez ama yine eski Türk filmlerine yakışan bir tesadüfle ikisi de gerçekleriyle yüzleşir. Bu uzun romanda yazarın bazen tekrara düştüğünü görsem de, tüm bu romanların tefrika olduğunu hatırlayınca bu durumu normal karşılıyorsunuz. Sonuç olarak kısa bir zamanda, sınıflar aralarındaki farkları ince ince işlediği, yine insan ruhunun derinliklerine indiği bir roman yazmış yazar.

En çarpıcı romanı

Suat Derviş’in okuduğum bu dört romanı arasında bana göre en çarpıcı olanı, yıllardır değişmeyen toplumsal gerçekleri anlatan, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’. İsmiyle bile yazılanların gerçekliğine vurgu yapan bu romanda, Suat Derviş bu sefer zengin ile fakir ayrımı yapmıyor; tamamen işçi sınıfının yaşamını konu ediniyor. Fabrikalarda önce kadınlara erkeklerden daha az maaş verilerek, kadın işçilerin tercih edilmesini; sonra çocukların kadınlardan daha az yevmiye ile çalışması koşuluyla bu sefer çocuk işçilerin çalıştırılmasını, bu sömürü dünyasını çok çarpıcı biçimde anlatıyor. Çalışanın ne halde olduğunu umursamayan patronlar, ne olursa olsun bir şekilde kendini haklı gören sermaye ve güç sahipleri… Bunların hepsi iç burkucu ama en kötüsü fakirlik, çalıştığı halde ekmek bulamamak, aç kalmak, sömürülmek, aile tarafından, işveren tarafından, herkes tarafından sömürülmek. Yazar tüm bunlara Nazlı karakterinin gözünden bakmamızı sağlıyor. Ne çocukluk, ne gençlik, ne sevmek, ne sevilmek bilen, çalışmasına rağmen, karnı hep aç kalan ve öte yandan tüm kazandığını, yetersizliğinin, acizliğinin, iş bulamayışının acısını içerek gidermeye çalışan babasına veren genç bir kadın o.

Sonunda bu duruma isyanıyla, bu roman, sadece olan şeylerin romanı olmaktan çıkıyor ve Suat Derviş’in diğer romanlarında rastladığımız üzere, insan psikolojisini analiz eden keskin bakış açısının yansıdığı kuvvetli bir romana dönüşüyor. 

Bu satırlarda sizi hem eski filmlerdeki samimiyet, kötülüğün bile farklı bir yönünün bulunduğu bir gerçekçilik beklerken, hem de Suat Derviş’in farklı sınıflardan kadınların yaşamına dair gelişmiş algısı ve derin psikolojik tahlilleri bekliyor olacak. Okuduğum her kitabıyla aslında zamanının çok ötesinde olduğunu anladığım yazarla gecikmeden tanışmak lazım, böylece o zamandan bu günlere değişmeyen koşulların analizini yapmak da mümkün olacaktır. Belki o zaman insanlara bakışımız değişecek, çaresizliğin gerçek boyutlarını görmüş olacağız. 

Sinemada İstanbul’un
İlk Yılları

Nezih Erdoğan

İletişim Yayınları

320 sayfa.