Babalar ve oğullar

ARİF TAPAN

Farz edelim ki babanızı en son on beş yaşınızdayken gördünüz. Senede bir iki kere belli aralıklarla hayatınıza girip çıkan, hayal mi gerçek mi olduğu belli olmayan babanızı. Peki en son on beş yaşındayken gördüğünüz babanız tam yirmi beş yıl sonra, bir gece ansızın kapınızı çalsa ne olurdu? Tanıyabilir miydiniz babanızı? Ya da sizi en son on beş yaşında, gençlik yıllarınızın başında görmüş olan babanız sizi kırklarına gelmiş bir adam olarak tanıyabilir miydi? İnsan ne tepki verebilirdi yirmi beş yıl sonra ansızın kapısında beliren seksenlerine merdiven dayamış bir babaya? On beş yaşınızdaki baba mefhumunuz kırk yaşınızdakiyle aynı mı olurdu? Her şey kaldığı yerden devam mı ederdi? Yirmi beş yıl sonra tekrardan karşılaşan bir baba-oğul birbirlerine nasıl bakarlar, ne konuşurlar, birbirlerine dair ne hissederlerdi?

‘Alacaklı gibi’

‘Jar’ (2011), ‘Haw’ (2014) ve ‘Ucunda Ölüm Var’ (2016) romanlarının yazarı Kemal Varol yukarıdaki sorulara gebe son romanı ‘Âşıklar Bayramı’ ile karşımızda bu kez. Diyarbakır’da avukatlık yapan Yusuf ile saz âşığı babası Heves Ali’nin yirmi beş yıl aradan sonra tekrar yan yana gelmeleriyle açılan roman okura yolda olmanın ne demek olduğunu, geçmişle hesaplaşabilmenin mümkün olup olmadığını, unutmakla yeniden hatırlamanın, kaybetmekle özlemenin, yüzleşmeyle affedebilmenin imkanlarını gösteriyor.

Babasını, “İlk anda tanıyamamıştım ama oydu. Babam, tamı tamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması, diğer elinde ahşap bavulu, kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden ortaya çıkmış mahcup bir konuk veya geçip giden zamandan borcunu mahsup etmeye gelmiş eski bir alacaklı gibi öylece beni bekliyordu” diyerek karşılayan Yusuf, annesi ile babası kendisi henüz beş yaşındayken ayrılmış, on beş yaşına kadar senenin belirli zamanlarında gördüğü babasını on beş yaşından sonra hiç görmemiştir. On beşinde yatılı okula başladıktan kısa bir süre sonra da annesini kaybeden Yusuf, İstanbul’daki hukuk eğitiminin ardından avukat olarak Diyarbakır’a dönmüştür. Ortağı Serhat’la ekseriyetle cinayet dosyalarına bakan ve “Herkes günün birinde, üstelik hiç ummadığı bir anda pekâlâ katil olabilirdi.” diyen Yusuf tam da sevdiği kadını öldürmüş müvekkilinin “bir katil mi” yoksa “naif bir âşık mı” olduğunu düşündüğü sırada babasının çıkagelmesiyle yitirmeyle yeniden bulma, reddetmeyle yüzleşme arasındaki yolculuğun ortasında bulur kendisini.

Üç telli bağlaması ve eski bavuluyla kapısında beliren babasının ciddi derecede hasta olduğunu fark eden Yusuf, hafızası alt üst olsa da kapıdan gerçi çevirmez babasını. Ertesi gün Kars’a yola çıkacağını öğrendiği babasını o gece misafir eder evinde. Ertesi gün eve döndüğünde babası çoktan Kars’a yola çıkmış olacak, bir rüya sahnesine dönen bu baba-oğul karşılaşması hemen unutulacak, Yusuf da rutin hayatına kaldığı yerden devam edecektir. Lakin tam bu noktada işler Yusuf’un planladığı gibi gitmeyecek ve babasını Kars’a kendisi götürecektir. Babasının, hayatının son günlerini yaşayan bir kanser hastası olduğunu öğrenmesiyle başlar yirmi beş yıl sonra karşılaşan baba-oğulun yolculuğu. Romanın temel izleklerinden biri olarak görülebilecek bu yolculuk, bir yandan Yusuf ile Heves Ali’yi Diyarbakır’dan Kars’a doğru götürürken, bir yandan da hem Yusuf’un hem de Heves Ali’nin kendi geçmişlerine yapacakları bir yolculuğa dönüşecektir.

“Neden geldiğinin bir anlamı yoktu, ben çocukken de aynıydı, sonrasında da. Yaptığı şeyler için hiçbir zaman esaslı bir gerekçesi olmadı zaten. Hayat sanki onun için, istediğinde esen istediğinde duran, yerle gök arasında bir yerde salınan tuhaf bir rüzgârdan ibaretti. Kendini o rüzgâra kaptırıp dağ bayır dolaşır, sırtını o ağaçtan bu ağaca dayar, çeşme başında durup arkasına bakar ve geride bıraktığı hiçbir şey için pişmanlık duymazdı, ne bir açıklama ne özür.” Babası hakkında bunları düşünen Yusuf, içten içe babasına kırgınlığını, kızgınlığını dile getirse de Diyarbakır’dan Kars’a doğru ilerledikçe bu kırgınlığın, kızgınlığın yerini merak, acıma ve bağlanma alır. Merak etmektedir, yirmi beş yıl boyunca babası neden hiç onu arayıp sormamış, bir kez bile kendisiyle irtibata geçmemiş; bu zamana dek nerede neler yaşamış, şimdi kendisini nasıl bulmuş ve neden bu haldedir. Acımaktadır babasına, yolda uğradıkları her yerde, Arkanya’da, Elazığ’da, Bingöl’de, Erzurum’da karşılarına çıkan herkesin kendisini görür görmez omzunu öpüp, eline sarıldığı, karşısında el pençe divan durduğu, âşıklar üstadı Heves Ali ayakta zor durmakta, zor nefes alıp vermekte, belindeki kuşağında saklamaya çalıştığı sondasıyla anbean Yusuf’un karşısında eriyip tükenmektedir. Babasını Kars’taki Âşıklar Bayramı’na ulaştırabilmek için elinden geleni yapan Yusuf, bir yandan da babasının bu yolcuğu sağ salim atlatıp atlatamayacağından şüphelenmekte ve bu halde babasının bu yolculuğa çıkmasına müsaade ettiği için kaygılanmaktadır. Yusuf tüm olan bitene rağmen, yirmi beş yıl sonra bir araya geldiği babasının her hareketine, her bakışına dikkat kesilmekte, hayatı boyunca bir boşluktan ibaret kalmış baba mefhumunun yerinin bir anda dolmasıyla içten içe sevinmekte, babasına bağlanmaktadır.

Kars’a doğru

Yolda ilerledikçe, Kars’taki Âşıklar Bayramı’na son kez katılmak istediğini söyleyen babasının niyetinin bundan ibaret olmadığını da anlar Yusuf. Bu yolculuk aslında Heves Ali için bir yüzleşme, hesaplaşma, helalleşme yoludur. Makam Dağı’na bakan mezarlıkta yatan bir kadınla, Harput’taki meczup bir kadınla, Bingöl’de bir Alevi köyündeki Menuş Kadın’la ve Erzurum’da bir hastane odasında onu ziyarete gelen bir diğer kadınla görüşüp, onlardan helallik alır babası. Yusuf bu kadınların kim olduğunu, babasının niye bu kadınlardan helallik almak istediğini ve neden bu kadınların ilk seferde Heves Ali’yle görüşmeyi reddettiklerini anlamasa da gittikleri yerlerdeki diğer saz âşıkları durumu Yusuf’a anlatır.

Bu yolculuk bir yandan Heves Ali için bir geçmişe yolculuk iken, öte taraftan Yusuf için de bir geri çağırma, anımsama, özleme yolculuğuna dönüşür. Yusuf bir yandan birdenbire karşısına çıkan babasını tanımaya ve ansızın çıktıkları bu yolculuğu anlamlandırmaya çalışırken bir yandan da zihni ve gönlü yıllar önce terk ettiği sevgilisi Aylın’la konuşmaktadır. 

Hâlihazırdaki sevgilisi Yıldız’la işler yolunda gitmezken, Yusuf bir yandan da Aylın’a ulaşmaya, onunla temas kurmaya çalışmaktadır. Yol boyunca ona daha önce yazdığı ama hiçbir zaman yollamadığı mektupları yollar. Mektupların Aylın’a ulaşıp ulaşmayacağını, mektupları yolladığı adresin doğru olup olmadığını bilmese de. Bir yandan babasının ansızın kendisini terk etmesi ve yirmi beş yıl boyunca ortadan kaybolmasını sorgularken, bir yandan da bu vesile ile o çok sevdiği sevgilisini ortada hiçbir neden yokken ansızın terk edişini sorgular Yusuf. Kimseye haber vermeden babasıyla çıktığı bu yolculuk boyunca, Yıldız’ın onlarca aramasına yanıt vermeyen, zor zamanlarında yıllar önce terk ettiği sevgilisinin hayaline sığınan Yusuf, onca derdin arasında yolda bir ilçe hastanesinin acilinde karşılaştığı hemşire ile temas kurmaya çalışmayı da ihmal etmez! Heves Ali’nin yol boyunca helalleştiği, kendilerine nefesi yettikçe içli içli türküler okuduğu kadınları ve Yusuf’un terk ettiği, terk etmek istediği, ulaşmak istediği kadınları düşünüp, tam “Demek ki gönül birden fazlasını sevebiliyor.” diyecekken Heves Ali uyarır bizi: “Gözün kaderi görmek, kalbin kaderi yanmaktır evladım… Göz elli kişide kalp birinde kalır.”

Baba oğulun Diyarbakır’dan Kars’a, hamamlardan çarşılara, dinlenme tesislerinden kahvelere, mezarlıklardan şehirlere, hastanelerden Kürsübaşı meşklerine; dağlardan ovalara, ormanlardan bozkırlara uzanan bu yolculuğu hem Yusuf hem de Heves Ali için daha pek çok hesaplaşmaya gebe olur. 

Romanın bu yolculuk hali üzerine tesis edilmesine ilaveten benim romanla ilgili üzerinde düşünmeye değer bulduğum bir başka husus ise metnin sadece kendisinden ibaret olmamasıdır. Metinde hem türsel hem dilsel hem de semantik anlamda birbiriyle iç içe geçen farklı referans noktaları bulmak mümkün. Romanın mektuplarla, türkülerle, epigraflarla sıkı sıkıya örülmüş, metne hem türsel hem de dilsel anlamda zenginlik sunan anlatı yapısı okurları bu baba-oğlun yolculuğunun yanında başka yolculuklara da davet etmektedir. Türsel anlamdaki zenginlik roman boyunca kimi zaman karşımıza çıkan bir Nuri Bilge Ceylan sahnesiyle, bir Orhan Pamuk karakteriyle, bir Hasan Ali Toptaş değinisiyle, bir Birhan Keskin şiiriyle türlerarası bir zenginliğe de dönüşmektedir. Romanda, yazarın diğer romanlarında da karşımıza çıkan Arkanya’nın yine yer alması, Yusuf’un bir hastane avlusunda “Küfran” şiirinin yazarına rastlaması metnin hem kendi içinde hem de gerçek yazarının dünyasına yaptığı atıflarla metinlerarasılığın tüm imkanlarını kullanmaktadır. Şairlerin, saz âşıklarının, halk ozanlarının, gazelhanların, türkülerin, meşklerin arasında dolanan bu baba-oğlun yolculuğu onları hem Âşıklar Bayramı’na hem de kendi aşklarının bayramlarına ulaştırmayı vadetmektedir.

Âşıklar Bayramı

Kemal Varol

İletişim Yayınları

227 sayfa.