Tahakkümün otopsisi

ZELHA CANGİ

Tarih boyunca küllerinden doğan uygarlığın beşiği ve haliyle mezarı da olmuş bu topraklar,  bize dünyanın başka yerlerinde yaşamış olanlardan daha fazlasını tecrübe etme fırsatı verir. Muktedirlerin hizmetinde birer kutsal kitap işlevi gören tarih kitapları kahramanlık destanları yazsa da, hakikât çoğunlukla bir trajediler manzumesidir; ölüm ve yıkım güzellemeleridir. Öyle ki kimileri Neron gibi, kültür ve yaşam adına yaratılmış ne varsa yok etmeye, günümüzün ürpertici ifadesiyle ‘beyaz bir sayfa’ açmaya yeminlidir. Ne de olsa bunlar eski muktedirlerin de yegâne varlık temelidir… Bir de o kitaplara giremeyenler vardır; iki trajedi arasında, açılan yaralar kabuk bağladıkça görünür olan ve aslında alttan alta hep işleyen, envai çeşit yaşamın ürediği canlı birer organizma misali sınır, kural, yasa tanımayan kültürler. 

Rudolf Rocker, işte bu yaşamla ölüm arasındaki gidiş gelişlerin tarih boyunca “devlet ile toplum, siyaset ile iktisat –kısacası, iktidar ile kültür– arasında” süregelen bir mücadele olduğunu söyler. Tarih ne semavî kadercilerin dediği gibi ilahi bir yazgı, ne de materyalist kadercilerin dediği gibi iktisadî bir yazgıdır. O, hiçbir yasaya bağlı değildir. “Toplumsal yaşama dair işleyişlerin temelinde yatan nedenlerin” der Rocker, “fiziksel ve mekanik doğa olaylarının yasalarıyla hiçbir ortak yanı” yoktur; “bunlar bütünüyle bilimsel yöntemlerle açıklanamayan insanî amaçların sonuçları”dır. Ona göre, tarihi ne kadar derinlemesine izlersek, “beşerî toplumsal yapıların gelişiminde şu ana dek en büyük itici güçlerden birinin ‘iktidar arzusu’ olduğuna o kadar ikna oluruz”. 

Yazara göre devlet ile toplum arasındaki bu mücadele, kültürün kaderini belirler. Toplum güçlenip devleti, muktedirleri dizginledikçe kültür gelişip serpilir; ama devlet güçlendikçe kültür kan kaybeder. İktidarın ve merkezî idarenin güçlendiği her dönemde toplumun maddî, manevî bütün üretici güçleri birer birer sönümlenir. 

Bu denklem tarih boyunca farklı şekillerde tekrarlanır durur. Nitekim imparatorlukların dağılıp millî devletlerin kurulması da durumu değiştirmez: Devletin, muktedirin tebaası olan halk, milletliğe terfi etmiştir. Ama bu terfi –tabiri caizse– tâbilikte terfidir. Muktedir bir zamanlar Tanrı’nın yeryüzündeki vekili iken, artık “yüce millet” kisvesindedir. Tıpkı Tanrı mefhumu gibi, ulus mefhumunun da muktedirin elinde kullanışlı bir araç olmak bakımından hiçbir eksiği yoktur.  

Din ve iktidar 

Rocker, bir simbiyozu andıran bu ilişkiyi tanımlarken, “Din, güçsüz olduğu ilkel başlangıcında bile kudret, doğaüstü üstünlük, inanan üzerinde iktidar, kısacası hâkimiyet fikriyle en sıkı şekilde iç içe gelişti” der. Bu gerçeğin ışığında tüm tarihî ve idarî sistemlerin temellerine inerek, tüm siyasetin özünde bir tür din olduğu ve bu hâliyle insan ruhunu ‘biat zinciri’yle zapt etmeye çalıştığı sonucuna varır.

Günümüze ulaşan en eski mitlerde de kahramanlar, fatihler, kanun koyucular, kabile ataları birer tanrı ya da yarı-tanrıdır. Çünkü büyüklük ve üstünlüklerini ancak kutsal bir kaynaktan alabilirler. İktidar ve otorite sahipleri bu sebeple hâkimiyet ilkesinin kökenini Tanrı’ya dayandırarak itaat altına aldıkları tebaalarının zihninde egemenlik ve üstünlük algısını sabit fikir haline getirmişlerdir. Rocker, “Tanrı korkusu, her zaman gönüllü itaatin zihinsel önkoşuluydu” derken bu gerçeğe işaret eder. Yoksa hiçbir iktidar salt baskıyla ayakta kalamaz. Baskı ancak insanlara boyun eğdirmenin aracı olabilir ama toplumun tümü üzerindeki hâkimiyetin devamı için yetersiz kalır. Despotizmin biçimi veya dozu ne olursa olsun, hâkimiyetin gücü hükmedilenlerin kabulüne dayanır. Etienne de la Boétie beş yüzyıl önce bu gerçeği gayet açık bir dille beyan etmişti. İnsanlar niçin yönetilmeye rıza gösterir? Bu sadece korku faktörüyle açıklanabilir mi? Milyonlarca insan bir tirandan veya onun küçük bir politikacı avanesi ile ücretli silahlı muhafızlarından niçin korksun ki? Bunun temel sebebi, o milyonların kendilerine hükmedenlerle aynı değerleri paylaşmalarıdır. Yönetmenin de yönetilmenin de Tanrı buyruğu olduğuna inanmalarıdır. Yönetenler gibi, milyonlarca yönetilen de ancak otorite ve güç ilkesine inandığı sürece hâkimiyet devam edebilir. İnsanın dînî duygularında derin kökler salan bu gibi inançlar, “dînî anlayışların ve mistik vecibelerin nuruyla aydınlanan” geleneklerle güçlenir. 

Şaşırtıcı olan, din ile devlet işlerini ayırma iddiasıyla tarih sahnesine çıkıp kitleleri arkalarına alanların da bu kullanışlı araçtan gani gani faydalanmalarıdır. “Halkın kitleye dönüştüğü yerlerde,” der Rocker, Tanrı’nın yerini alacak olan “Büyük Adam’ın, kabullenilen Efendi İnsan’ın yükselme zamanı gelmiştir.” İşte Rönesans, aralarındaki doğal bağların çözülmesiyle halkın kitleye dönüştüğü bir zamandır. Ve bu kitleden de yeni devlete harç olarak hizmet eden millet oluşturulur.

Yazarın ayrıntılı şekilde hem Fransız Devrimi’ni hem Rus Devrimi’ni ele aldığı satırlarda bu gerçek bütün çarpıcılıyla ortaya çıkar. 

‘Milli irade’

“Jakoben özgürlük  anlayışı” der Rocker, “kesinlikle bireyi soyut bir millet kavramına mekanik şekilde entegre etmekten, tüm bireysel iradeyi yeni devletin emrine kayıtsız şartsız boyun eğdirmekten başka bir şey değildi. Fransa’da daha önce hiçbir devirde, Büyük Devrim dönemindeki gibi bir yasaseverlik görülmemişti. …İnsanlığın tüm kusurlarının yasalarla düzeltilebileceğine inandıklarından, otoritenin yanılmazlığına dair yeni bir mucizevî inancın temellerini atmışlardı.” Elbette bu yeni din de münkirlerine merhamette kendinden öncekilerden daha cömert değildi. Artık “milletin iradesi kuşkuya hiç yer vermeyen Tanrı’nın vahyidir” der Rocker, “bu yüzden de tüm bunlardan kuşku duyup beyan edilen millî iradeye aykırı düşünceler peşinde koşmaya cüret edenler, toplumsal cüzamlı muamelesi görüp müminler cemaatinden aforoz edilmelidir.” Nitekim Saint-Just Konvansion’da yaptığı konuşmada kan dondurucu bir kararlılıkla şunları söyleyecektir: “Tek bir özgürlük düşmanı bile nefes aldıkça, işlerin düzeleceği umulmamalıdır. Yalnız hainler değil ılımlılar ve kayıtsız kalan, Cumhuriyette rol almayıp onun için parmağını bile kıpırdatmayan herkes bu ilk gruba girer.” Bu sözleri edenlerin Fransız olmasının bir önemi yoktur. Genç cumhuriyetimizin kurucu kadrosunu oluşturan kimi jakoben ittihatçıların ufku, yaklaşımı ve uygulamaları bunun kanıtıdır. Esasen, ne adına hareket edildiğinin, rejimin adının ne olduğunun da bir önemi yoktur. Monarşi, cumhuriyet, ya da sosyalizm; sonuç değişmez. Nitekim bir adım daha ileri gidip dini ‘halkın afyonu’ olarak bütünüyle ortadan kaldırma iddiasıyla ortaya çıkanların da sicili pek parlak değildir. ‘Rus Devrimi’nin liderleri,” der Rocker, “Çarlıkla tamamen özdeşleşmiş Kilise’yle uzlaşamayınca, onun yerine başka bir şeyi koymak zorunda kalmışlardı. Kolektivist devleti her şeye vâkıf ve her şeye kâdir tanrı, Lenin’i de onun peygamberi ilan ederek gerçekleştirdiler bunu. Lenin tam zamanında öldü ve hiç vakit kaybedilmeden azizleştirildi. İkonaların yerini onun resimleri aldı; milyonlarca insan, azizlerin türbeleri yerine onun mozolesine hac ziyaretleri yapmaya başladı.” Tanıdık geliyor değil mi? 

‘Milliyetçilik ve Kültür’ün bir başka dikkat çekici yanı ise, yazıldığı dönemin tarihin en kanlı savaşı olan II. Dünya Savaşı öncesine denk gelmesidir. Bu savaşın en önemli aktörü olan Almanya’da, tarihi boyunca üç imparatorluk kurulmuştu. Bunlardan ilki Roma-Cermen İmparatorluğu’ydu. İkincisi olan Prusya İmparatorluğu, müttefiki olduğu İttifak Devletleri’nin I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesiyle tetiklenen Alman Devrimi neticesinde 1919’da parçalanmış ve içinden Weimar Cumhuriyeti doğmuştu. İşte Hitler, İktidara geldiği 1933’te, mevcut cumhuriyetin yerine kuracağı Üçüncü İmparatorluk’la, yani Üçüncü Reich’la Almanya’nın dünyayı fethedip yönettiği o görkemli günlere geri dönüşü vaat ediyordu. Bu hedefle iktidara gelip ülkesinin yanı sıra tüm dünyayı felakete sürükleyen Hitler’in ‘Tek Devlet, Tek Millet, Tek Lider’ sloganıyla ortaya koyduğu icraatlerin, bire bir olmasa da gidişat bakımından bugün yaşamakta olduklarımızla bu denli benzeşmesi irkilticidir. Rocker onun ilk dönem icraatlarını şöyle sıralar: 

“Edebiyatın aşağılanması, bilimin –tüm etik ilkelerin yerinin etnolojik kavramlarla doldurulacağına inanan– kasvetli bir ırkçı kaderciliğe dayandırılması, tiyatronun çökertilmesi, kamuoyunun yanıltılması, basının ve halkın duygularını özgürce ortaya koyan diğer tüm organların susturulması, kalın kafalı bir parti bağnazlığının baskısıyla adalet kurumunun gaddarlaştırılması, bütün işçi hareketinin acımasızca bastırılması, Ortaçağ’a özgü ‘Yahudi avı’, devletin en mahrem kişisel ilişkilere dahi burnunu sokması, hem dînî hem siyasî vicdan özgürlüğünün bütünüyle ortadan kaldırılması, toplama kamplarındaki akıl almaz zulüm, devlet için işlenen siyasî cinayetler, en değerli entelektüel unsurların anavatanlarından kovulması, devletin liderliğinde nefret ve hoşgörüsüzlük propagandasıyla gençlik ruhunun zehirlenmesi, amaca giden her yolu mübah gören rezil demagojilerle sürekli sürünün en temel içgüdülerine seslenilmesi, son raddeye kadar gelişmiş bir askerî sistemle ve doğası gereği ne adalet ilkelerine ne de imzaladığı antlaşmalara saygı gösteren, dostunu da düşmanını da aynı şekilde aldatma hesabı güden ikiyüzlü bir politikayla dünya barışının sürekli tehdit edilmesi…”

Bu benzeşme, yazara göre, toplumun ekserisinin zihninde ‘millet’ ile ‘büyük millet’ arasındaki o tek adımlık mesafenin de kat edildiğinin işaretidir; başka bir deyişle, milliyetçilik ile faşizm arasındaki tek adımlık mesafenin…

Yazar, kitabın ikinci kısmında milletlere özgü arı bir dil, mimarî, sanat, bilim vs. olamayacağını örnekleriyle anlatırken, yukarıdaki gibi bir iktidarın da Almanya’ya has olmadığına, bunun güç siyasetine dayalı milliyetçiliğin doğal sonucu olduğuna dikkat çeker. Tam da o korkunç savaşın arifesinde yazdıkları neredeyse feryada dönüşür: “Kendimizi kandırmayalım; mevcut iktisadî ve siyasî koşullarda devamlı zemin kazanan bu son gericiliğin her ülkenin tarihinde arada bir ortaya çıkan o dönemsel fenomenlerden biri olduğunu söyleyip geçemeyiz. Bu sadece nüfusun hoşnutsuz kesimlerini ya da belirli toplumsal hareketler ile düşünce akımlarını hedef alan bir gericilik değildir. Bu ilkesel olarak, genelde kültür düşmanı bir gericiliktir.” 

İnsan faaliyetinin, yani kültürün her alanını millî devlete devretmeye çalışan bu gericilik, Tanrı’yı her şey insanı hiç sayan ilahiyat gibi, milleti her şey yurttaşı hiç sayan siyasî ilahiyattır. Ve “Tanrı’nın İradesi”nin gerisinde her zaman imtiyazlı azınlıkların iradesi olduğu gibi, bugün de “Millet’in İradesi”nin gerisinde kendilerini bu iradeyi diledikleri gibi yorumlayıp halka dayatmakla görevli hissedenlerin bencil menfaatleri gizlidir. Bugün aklını ve vicdanını iktidara emanet etmiş ya da etmemiş herkesin bildiği bu gerçeğin bir tür kader haline gelmesinde, demokrasi veya özgürlük havarisi olarak göklere çıkarılan nice siyasetçinin, filozofun da payı az değildir. 

Kısaca ifade edecek olursak, ‘Milliyetçilik ve Kültür’ dünden bugüne tezahür eden tahakkümün liberter bir analizi, tek kelimeyle otopsisidir. Kaynakçasına bakılırsa, yazarın neredeyse bir kütüphane devirerek hazırladığı kitabın kendisi de önemli bir kaynak niteliğindedir. 

Milliyetçilik ve Kültür 

Rudolf Rocker

Çeviri: Ali Çakıroğlu

Kaos Yayınları

704 sayfa.