Anlatma ve aktarma yükümlülüğü üzerine

RÜVEYDA GÜRCAN


Svetlana Aleksiyeviç’in Şubat ayında Türkçede yayımlanan kitabı ‘Son Tanıklar’, Nobel Ödüllü (2015) yazarın dünya edebiyatına katkısının en dikkat çekici halkalarından birini oluşturuyor. ‘İkinci El Zaman’, ‘Kadın Yok Savaşın Yüzünde’, ‘Çernobil Duası’, ‘Çinko Çocuklar’ ve nihayet ‘Son Tanıklar’.  

En sonda söylenecek şeyi en başta söylemekte fayda var: Aleksiyeviç’in eserleri, konu edindiği dönemlerin politik, tarihsel ve toplumsal pratiğinin, insan duygu durumunun tam olarak anlaşılması için vazgeçilmez bir kaynak niteliğinde. Örneğin, ‘İkinci El Zaman’ı henüz okumamış bir okurun, Andrey Platonov’un SSCB’de neden yasaklandığını asla tam olarak anlayamayacağını ve Stalin dönemindeki atmosferi gerçekten layıkıyla tahayyül edemeyeceğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Aleksiyeviç’in eserleri okunmamışsa eğer, Platonov’un öykülerinde Sovyet insanının inanç gücüne dair kurduğu dünya abartılı bulunabilir; Dostoyevski’nin kahramanları gerektiği gibi anlaşılamaz; Rusların her şeye rağmen ayakta kalmayı başaran sevme gücü karşısında şaşırıp kalınabilir. Kısacası, Rus edebiyatını besleyen ve değerli kılan Rus insanına dair ahlaki tahayyülün, hatta Rus insanının “naturası”nın kavranması, Aleksiyeviç okuması yapılmamışsa eğer, eksik kalır. Bu açıdan bakıldığında, Aleksiyeviç’in, aktardığı ve belgelediği dönemsel tanıklıklar yoluyla, genel olarak edebiyatın sosyo-politik anlam ve önemine dair kuvvetli bir mesaj sunduğu teslim edilmelidir. 

Gölgede kalanlar

‘Son Tanıklar’da da Aleksiyeviç, eserin adının da işaret ettiği gibi, hep son tanıkların peşine düşüyor. Projektörü gölgede kalanlara çevrili. Yok sayılanlara... Adı bilinmeyenlere... Özellikle de kadınlara, çocuklara... 1941-1945 dönemi Nazi işgaline uğrayan SSCB topraklarında yaşayan çocukların hikâyelerinin aktarıldığı satırlarda, çocukların gözünden, gönlünden ve dilinden savaşın yol açtığı vahşete ve açlığa tanıklık ediyor. Dünyaya dair hayretini hâlâ korumayı başarmış bir çocuğun kendisini ve ailesini öldürmeye gelen Nazi subayını anlatışı: “Bana bakıyor subay... Süpürgenin arkasına saklanmaya çabalasam da beceremiyorum görünmemeyi. Öyle güzel kahverengi gözleri var ki...” (s. 194). Savaşın sadece cephedeki erkekleri değil; sivilleri, yani kadınları, çocukları, yaşlıları, hatta hayvanları nasıl katlettiğini, “canlılık”tan düşürüp “şey”leştirdiğini anlatıyor. Stalingrad kuşatmasında yaşanan açlık, annelerinin önünde kurşuna dizilen çocuklar, toplama kampları, yetimhaneler... Tarihin en kanlı savaşlarından biri olan II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin yenilgiye uğratılmasında SSCB halklarının oynadığı insani rolü ve ödediği insani bedeli bu tasvir ve tanıklıklardan daha çarpıcı ve etkili bir şekilde betimleyen bir eser bulmak herhalde çok zor olacaktır. Edebiyatın gücü, ya da belki de “tanımı ve özü” mü demeli?..

II. Dünya Savaşı’nda Nazi kamplarından sağ kurtulmayı başaran Primo Levi, tanık olduğu vahşeti ‘Boğulanlar, Kurtulanlar’ adlı eserinde aktarırken “Yinelemeliyim: bizler, biz hayatta kalanlar, asıl tanıklar değiliz... Biz hayatta kalanlar sadece çok küçük bir azınlık değil, ama anormal bir azınlığız da: yalanlar söyleyip kıvırtarak ya da becerileri veya talihleri sayesinde dibe vurmamış olanlarız. Dibe vuranlar, Gorgo’yu görenler, yaşadıklarını anlatmak üzere geri dönmediler ya da taş kesildiler [...] Sonuna vardırılan yıkımı, tamamlanan işi kimse anlatmadı, tıpkı kimsenin kendi ölümünü anlatmak için geri dönmemesi gibi [...] Biz onlar adına, vekâleten konuşuyoruz” der. Aleksiyeviç’in başvurduğu tanıklıkları değerli kılan şey de,  Naziler (ya da ‘savaş’) tam da geriye hiçbir tanık bırakmadan imha etmeye yöneldiği için, işte bu anlatma ve aktarma mecburiyeti, hatta yükümlülüğüdür: Aleksiyeviç’in konuşturduğu çocuklardan birinin (Valya Brinskaya, 12 yaş) dile getirdiği gibi, “önce o muhteşem annemiz ayrıldı aramızdan, sonra da babamız. İşte o an sezmiştik, o an hissettik; geride en son biz kalmıştık. Gidenlerin ardından... Bu kıyıda kalan... Son tanıklar biziz. Zamanımız daralıyor. Anlatmamız gerek” (s. 291).

Agamben ve ‘boşluk’

Filozof Giorgio Agamben, Primo Levi’nin yazdıklarından hereketle, tanıklığın merkezinde daima bir “boşluk” olduğunu söylemiştir: “Kimse ölüme içerden tanıklık edemez; sesin yok oluşunun sesi yoktur”. Ama ölüme dışarıdan da tanıklık edilemez; çünkü dışarıdaki tanımı gereği olaydan dışlanmıştır. Tanıklık etmenin olanaksızlığına tanıklık etmeyen hiçbir dil tanıklık edemez. Tanıklık üzerine düşünmek kaçınılmaz olarak boşluğa kulak verme, “söylenmemiş olan”ı dinleme çabasıdır (Agamben, ‘Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar’). Aleksiyeviç’in edebiyata olan muazzam katkısı da buradadır: O da söylenmemiş olanı dinleme çabasındadır. Yazarın başvurduğu ve derlediği tanıklıklar bu yüzden hayati önemdedir ve insan kalabilmenin zorluğunu ortaya koymaktadır. Özellikle de savaşın ve kötülüğün sınırlarını unutanlar için...

II. Dünya Savaşında Nazi işgaline uğramış SSCB topraklarında yaşayan 100 çocuğun hikâyesini dinleyen/derleyen Aleksiyeviç, savaşın, vahşetin, insanın insana edebileceği kötülüklerin de tarihini anlatıyor bir bakıma. Ama diğer yandan, SSCB halklarının dayanışmasını, Yahudi çocukları ölümleri pahasına gizleyen aileleri, yetimhanedeki görevlilerin şefkatli yaklaşımlarını... İnsanlık; aydınlık ile karanlık, renkler ile renksizlik arasında gidip gelmektedir: “Sonraki tüm anılarımın rengi siyah… Başta ışıltılı renkleri vardıysa bile; çimenler yemyeşildiyse, suluboyanın rengi yumuşacıktıysa, kum bembeyaz, çit de sapsarı idiyse bile… Sonradan her şey karanlık renklere büründü” (s. 46). Ve kendini ortaya koymak ile saklanmak, yükselmek ile ‘kuytu’lanmak arasındaki gerilim:  “Küçükken… Başka bir dünyada yaşarsın, yüksekleri göremezsin, yere yakınsındır. Oradan uçaklar daha da korkunç görünür, oradan bombalar daha çok korkutur seni. Böcekleri ne çok kıskandığımı hatırlıyorum: O kadar ufaklardı ki, istedikleri her yere saklanabiliyorlardı, toprağın içine girebiliyorlardı bir çırpıda...” (s. 69). Peki, insanlığın boyunun ölçüsünün alınmasına ne demeli: “Herkesi dizlerinin üstünde yere çöktürüp makineli tüfeklerini üzerimize doğrulttular. O tüfekler biz çocuklarla aynı boydaydı” (s. 70). Ve insan vahşetinin, dramının uçsuz bucaklığı: “En korkunç şey insanın annesini kaybetmesi... Genç bir kadın görmüştüm, ölmüştü, bebeği memesini emiyordu. Annenin bir-iki dakika önce öldürüldüğü belliydi” (s. 97).

Gidenlerin ardından

Özetle, ‘Son Tanıklar’, bir edebiyat eseri ne kadar sarsıcı, ne kadar insana ve insan-dışılığa dair olabilirse, o kadar öyle. Ama en çarpıcı yanı, hiç kuşkusuz, edebiyat eserlerinin genelde olduğunun aksine, ‘kurgusal’ bir nitelik taşımaması, gerçeğin ta kendisini yansıtmakla yetinmiş olması... Tam da bu nedenle, ‘insan’ gerçeğinin aslında ne olduğunu ve ne olabileceğini gözler önüne sermesi, bu çelişkilerle dolu insan dünyasını okura çok iyi tanıtması. Zira: “İnsanın insanı öldürdüğünü görmemiş insanlar, bambaşka bir dünyanın insanlarıdır” (s. 273). Ve insan hayatının en acı gerçeklerini aktarması, bu en temel yükümlülüğü sırtlama cesaretini göstermesi: “Kendi çocuklarımız büyürken onlara hep oyuncak bebek hediye ettik. Herkese oyuncak bebek hediye ettik, bütün tanıdıklarımıza. Önce o muhteşem annemiz ayrıldı aramızdan, sonra da babamız. İşte o an sezmiştik, o an hissettik; geride en son biz kalmıştık. Gidenlerin ardından... Bu kıyıda kalan... Son tanıklar biziz. Zamanımız daralıyor. Anlatmamız gerek” (s. 291).

Son Tanıklar

Svetlana Aleksiyeviç

Çeviri: Aslı Takanay

Kafka 

293 sayfa.