Hukuk: Azınlığın sırtındaki kırbaç

FIRAT AYDINKAYA


“Ve Rab sizi milletler arasında dağıtacak ve Rab’in sizi arasına götüreceği  milletler içinde sayıca az bırakılacaksınız.”

Kitabı Mukaddes, Tesniye: 4/4

Armen Garo, 1913 yılının sonlarında doğru, Talat Paşa ile olan görüşmesinde ilginç bir anekdot anlatır. Görüşmenin bağlamı farklı olsa da konu bir anda Kürtlere gelir, Talat Paşa Kürtleri Türkleştirme projesinden bahseder ona. Bu sırada Garo huşunetle atılıp “Nasıl yapacaksınız?” diye karşı atağa geçer ve “Hangi kültürel yeteneğinizle bunu yapacaksınız?” diyerek taaccüp eder. Perslerin, Romalıların, Arapların, Bizansın yapamadığını siz hangi vasıta ile yapacaksınız diye de çıkışır. Öyle görünüyor ki, Garo muhatabını fazla hafife almıştı zira yaşanılan trajik tarihe bakılırsa muhatabının bir cebinde fiziki şiddet yani soykırım diğerinde ise yasal şiddet yani asimilasyon çözümü vardı. Peki nedir yasa şiddeti? Milliyetçiliğin yasasında azınlığa yer var mı? Bu yazı esasen Derya Bayır’ın Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkmış ‘Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik’ isimli çalışmasından ilham alınarak, onun çalışmasına bir giriş mahiyetinde kaleme alınmıştır.

Irksal şiddet

“Yasa kendiliğinden değil, yasa olduğu için adildir”, der Montaigne. Eğer bu ifade doğruysa azınlıklar söz konusu olduğunda ulus devletin yasası neye tekabül eder? Ulus devlet yasasının mistik temelinin ırk olduğu bugün yeterince açık, tıpkı yasanın kökeninin şiddet olduğu gibi. Ulus devletin yasası, üçlü bir şiddet barındırır bu yüzden: “Yasa şiddeti, yasa koruyucu şiddet ve ırk (çoğunluğun) şiddeti.” Eğer bu doğruysa yasa şiddeti ile ilgili ezberlerimizi gözden geçirmemiz gerekebilir. Şiddetin hukukla bağlantılı çifte işlevinden bahseden Walter Benjamin, yasa koyucu şiddet ile yasa koruyucu şiddeti hatırlatır bize mesela. Hukuku yerleştiren ve ortaya koyan kurucu şiddet ile hukukun sürekliliğini ve uygulanırlılığını güvence altında tutan muhafaza edici şiddet. Peki ya yasaya ruhunu veren ırksal şiddeti nereye koyacağız? Otoritenin, yasanın, şiddetin, adaletin aynı anda ulusta cisimleştiğini milliyetçilik çalışmaları gösterdi bize, ulusun yasada temsil edildiğini de keza.

Ulus devletin kurucu felsefesine içkin, kılıcın rolü üzerine genel bir konsensüs var zaten. Ulus devleti var eden şey kağıt-kalem değil, bilek gücüne dayanan kılıç. Öyleyse ulus devletin kendisinde ve kendisi için bir şiddet organizasyonu olduğu açık. Diğer bir deyişle, ulus devlet kendiliğinden bir şiddet. Bu şiddet metafiziği, her azınlıkla karşılaştığında kendisini yeniden üretirken azınlık ise bu şiddete her çarptığında kendisinin statüsüzlüğünü sürekli yeniden keşfeder. Bir döngüdür bu, kurucu şiddet döngüsü. 

Ulus devlet sadece şiddet üzerine temellenmekle kalmaz, şiddeti bir varoluş biçimi olarak sürekli gündemde tutmak zorundadır. Kurucu şiddetle yetinmez, diğer bir ifadeyle. Yasa koruyucu şiddet olmadan ayakta kalamaz. Yasa koyucu şiddet bazen yasa koruyucu şiddette temsil edilir diyen Benjamin’e bir ek daha yapmak gerekebilir bu yüzden. Yasa koyucu şiddet ve yasa koruyucu şiddet ulus devletin hukuk uygulayıcısında hatta kolluk gücünde bile temsil edilir çoğu zaman. Ulus devletteki azınlıkları düşündüğümüzde hukuk, azınlığın bedenine inen kırbacın izidir bu sebeple. Ulus devlet bir ırkın yasa haline gelmesidir, nefes alan bir yasadır ulus. Böyle olduğu ölçüde azınlıklara düşen şey hukuk ya da adalet değil gölge etmemek. 

Derrida ve hukuk

Hukukun dekonstrüksiyona tabi tutulabilir olması bir felaket değildir der Derrida, haklı olarak. Peki ama hangi hukuk? Ya da ulus devletin hukukunu dekonstrüksiyona uğrattığımıza karşımıza ne çıkacak? Derya Bayır, ‘Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik’ isimli çalışmasında tam da Derrida’nın dediğini yapıyor. Hukuk dekonstrüksiyonu hem de ulus devlet hukukunun dekonstrüksiyonu gibi zor ve zahmetli bir işe kalkışarak bu alanda aşılması zor bir çıta koymuş ortaya. Bu kapsamlı çalışmayla ulus devlet hukukunu dekonstrüksiyona uğratan yazar, Derrida’nın dediğinin aksine hukuk eliyle yaratılan uzun felaketler silsilesini gözümüze sokarak literatürdeki mühim bir boşluğu doldurmak gibi kıymetli bir çalışma yapmış. Fakat Derrida’nın dediğinin aksine hukukun dekonsktrüksiyona uğratılması bakiyesinin adalet olmadığını da yazar bize yasa koyucu şiddet ile yasa koruyucu şiddetin azınlıkların bedenindeki kırbaç izlerinden gösteriyor. Osmanlının uzun yüzyılından başlayarak azınlıklar için hukukun adalet anlamına gelmediği, hukukun hesap makinesi gibi rejimin hukuk mühendislerince kullanıldığı, adaletin bir azınlık öğesi için imkansız bir deneyim olduğunu kitap bihakkın gösteriyor. Benjamin’in kurucu şiddetin bazen koruyucu şiddet içinde temsil edildiği tespitinden yola çıkarsak eğer yazar hem Osmanlı hukuk geleneğinde hem de Cumhuriyet geleneğinde bu tespitle uyumlu onlarca vakıa, mahkeme kararını okura sunuyor. İki şiddetin iç içe temsiline Derrida “hayaletimsi karışım” der, hayaletimsi karışıma misal onlarca vakıa var bu çalışmada, bunlardan birisi mesela bir yüksek mahkeme içtihadında geçen “psikolojik ırkçılık” ikrarı. Cumhuriyetin kurucu şiddetinin nasıl ırksal bir yasaya ikame edildiğini, Kürtlerin, Alevilerin ve Ermenilerin nasıl hukuken ikame  kurbana dönüştüğünü,  yapılan bütün yasaların nasıl da ırkı koruma ve kollamaya hizmet ettiğini, asimilasyon şiddetinin nasıl da kurucu ve koruyucu yasa haline geldiğini, temel yasalara konulan eşitlik maddelerinin nasıl da kurucu ırk hiyerarşisinin manifestosu olarak carileştirildiğini açıkça ortaya koyuyor. Ülkedeki bütün hukuk kurumlarının nasıl da bir asimilasyon polikliniği halinde ıslaha yöneldiğini net olarak görebiliyoruz. Söz konusu azınlık mensubu olduğunda hukukun nasıl da bir tehdit unsuruna dönüştüğüne, hakimin nasıl bir asimilasyon operatörüne dönüştüğüne, yasanın nasıl hukuku askıda bıraktığına, yasanın nasıl uygulanmadan yürürlükte kalabildiğine bu kitap zengin örneklerle dolu. Bilhassa da asimilasyonun nasıl bir hukuk fabrikası gibi işlev gördüğünü, asmilasyonist arzunun nasıl mahkeme kararlarına sindiğini görmek mümkün kitap boyunca. Dahası ulus devlete kaim hukuk felsefesinin esasen ‘yıkım’ üzerine temellendiğini de kitap boyunca görebiliyoruz. Zira bu yıkımın tektoniği esasen başta yüksek mahkemelerin içtihatları olmak üzere sürekli gözümüze sokulmakta.

Hukukun siyaset köpeğine indirgendiği bir ortamda adalet muhipleri için seçenekler kısıtlıdır her zaman. Yine de böyle bir istisna vaktinde hukuk felsefesine sığınmak son çare olarak düşünülebilir belki. Bu çalışmanın gözle görünür eksiği hukuk felsefesinin dolaylarından geçmesidir. Meri hukuk, somut vaka hukuku, uluslararası yargı pratikleri konusunda neredeyse kusursuz olan bu çalışmada hukuk felsefesinin eksikliği hissediliyor. Sunulan çalışmadaki örneklemler esasen ulus devletin hukuk felsefesinin sakilliğini ortaya koyuyor ama yine de bu konu, metnin derisi niyetine dahil edilebilirdi. Bir de tabi literatürdeki önemli boşluğu doldurmaya aday bir çalışmada özgün kavramsallaştırmalardan kaçınmamak gerekirdi. Yazar bu konuda cömert davranarak azınlıkların hukuk tarihine kalıcı kavramlarla bir navigasyon haritası çizebilirdi. Pastanın çileği niyetine bu muazzam araştırmayı hukuksal yeni kavramlarla taçlandırmak çalışmayı referans kaynak haline getirebilirdi; ki çalışma bu haliyle de maddi hukuk alanında bir başucu kitabı. Yine de Deleuze’ci bir edayla söylersek eğer milliyetçilik, azınlık, hukuk gibi birbirinden kısmen bağımsız adalar arasında gidip gelirken, ulaşımı sağlamak adına özgün kavramsallaştırmalar keşfetmek bu çalışmayı eşsiz kılabilirdi. 

İhlal ansiklopedisi

Benjamin, idam cezasını eleştirdiği yüz yıl önceki bir pasajda “hukukun içinde çürümüş bir şey var” diyerek dikkatimizi hukukun çürüten doğasına çekiyordu. Modern Türk hukuk tarihindeki azınlıklarla ilgili hukuk müktesebatı açıkça kokuyor ve bu çürümüş olanı hiç bu kadar sistematik olarak burnumuza sokan bir hukuk metni olmadı. Bu uzun tarihte söz konusu olan azınlığın hakkı ise eğer ihlal, her zaman yasanın önünde yer aldı ve aslında bu çalışma ironik bir şekilde bir ihlal ansiklopedisi. Epigrafa alınan kutsal metnin devamında Tanrı, azınlıklar için “ve orada insan ellerinin işi olan ilahlara, görmeyen ve işitmeyen ve yemeyen ve koklamayan ağaca ve taşa kulluk edeceksiniz” der. Evet, değişen pek az şey var, Musa Peygamber’den bu yana her şey aynı, ulus devletin azınlığa tanıdığı statü kulluk hala, fazlası değil. 

Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik

Derya Bayır

Çeviri: Ülkü Sağır

İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları 

462 sayfa.