Analar ve oğullar

ÖZGE LEYLA İSPİR

Zaven Biberyan devletle, toplumla, aileyle ve insanla derdi olan eşsiz bir yazardır. Fakat esas derdinin ve hedefinin ‘anne’ olduğunu ve bu annenin de romanlarında param parça ettiği toplumun temeli olduğunu söylemek yanlış sayılmaz. Gayrimüslimleri yok etme planının parçası olan Varlık Vergisi ve Nafıa dönemlerinin etkisini anlatan ‘Karıncaların Günbatımı’, Nafıa’dan dönen Baret’in evin kapısını çalmasıyla başlar. Karşı penceredeki komşuları görebilen Arus, pencereden aşağı baktığında oğlu Baret’i tanımaz ve görmez. Aynı sahne seneler sonra Baret’in ikinci kez eve dönüşünde tekrar yaşanır. Arus bu kez tam karşısında duran oğlunu yine görmez. Oğullarını görmeyen, dinlemeyen, onları ezen ve yok sayan sevgisiz anneler, Zaven Biberyan’ın kutsallıklarını yıkıp cinayet faili olarak faş ettiği öznelerdir. 

‘Meteliksiz Aşıklar’da babaya yönelik öfke biraz daha baskın gibi görünse de o romanın gizli iktidarı, daha üst sınıftan gelip orta sınıf ahlakını üreteni, Sur’u o ‘işçi kızdan’ ayırmak için Kevork’u Sur’a karşı kışkırtmakta tereddüt etmeyeni anne Meline’dir. Biberyan, ‘Meteliksiz Aşıklar’ın sonunda baba-oğul yüzleşmesini, Kevork gibi davranan ve onu temsil eden Laz ile Sur’un karşılaşmasına gizleyerek babalara karşı meramını da saklamaz. Freud ne düşünürdü bilinmez ama ortodoks psikanalizi sarsan ve ödipal karmaşanın ve insandaki yıkıcılığın temeline anneyi koyan kuramcı Melanie Klein, coğrafyanın en büyük yazarlarından biri olan Zaven Biberyan’ı okumaktan büyük keyif duyardı. Dolayısıyla, Marc Nichanian’ın ‘Meteliksiz Aşıklar’ın sonundaki bu psikanalitik baba-oğul barışmasını sadece bir Laz ve bir Ermeni arasında vuku bulan komünist ve ütopik bir kucaklaşma olarak yorumlaması eksik bir yorumlama sayılabilir. Çünkü bilfiil sosyalist mücadelede yer alan Zaven Biberyan’ın romanlarında sınıf savaşı ve Ermeni halkına uygulanan şiddet bizzat evin içinde, ailede zuhur eder. Romanlardaki patronlar, muktedirler, Lazlar ve Türkler, bazen baba gibi görünse de annelerdir. Bu yüzden ‘Yalnızlar’ın Müslüman annesi Mübeccel ile üç Hristiyan anne, Yeranik, Meline ve Arus arasında fark bulmak nerdeyse imkânsızdır. Çünkü etnik kökleri ve dinleri fark etmeksizin anneler tek bir şeyi temsil ederler; iktidarı. 

Baret’in farkı

Yeranik, Meline ve Arus, hâkimiyetlerinin bekası için evlatlarını kendilerine muhtaç bırakırlar. Horlarlar, aşağılarlar, bağımsızlaşıp hâkimiyet alanlarından çıkmalarını ve özgürleşmelerini istemezler. Sembolik ve fiziksel hiçbir şiddetten kaçınmadıkları çocuklarının, ‘dayak yediği halde sahibinin ayakları dibinde yatan it gibi itaatkâr’ olmasını beklerler. Soykırım ve devamında süregelen Varlık Vergisi- Aşkale- Nafıa gibi uygulamalarla sistematik biçimde yok edilen kadim bir halkın hayatta kalan kızlarını ve oğullarını, devletleşerek sistematik bir biçimde sindirmeye çalışan da yine annelerdir. Zaven Biberyan’ın put yıkıcılığı ve devrimciliği romanlarında da ortaya çıkar. Hayatı boyunca bir Ermeni olarak Türk devletine, bir sosyalist olarak hem topluma hem patronlara karşı mücadele veren Biberyan, dokunulmaz ve kutsal aileyi yerle yeksan ederek bir ahlak sistemini de ortaya serer. Ahlakçılık, anne babaya itaat etmeyi ve onları sorgulamamayı öğrenerek başlar ve bu, bir değerler ve kodlar sistemini oluşturur. Ebeveynleri sorgulamayan ve onlara itaat eden ahlakçı kodlar, aynı zincirin halkası olarak sınıfı, toplumu, patronu, tarihi ve de devleti sorgulamaz ve aklamaya başlar; tıpkı anne babayı akladığı gibi. Biberyan bizlere bir ahlak ve değerler sisteminin, bir sınıf sisteminin, orta sınıf ahlakçılığının ve dahi faşizmin nasıl ilk olarak ailede ve anneler tarafından üretildiğini faş eder. Bu sistemin patronu -babaların ortaklığıyla- anneler; ezilenleri ise dayak yemiş, azarlanmış, yoksullaştırılarak öz değerlerini yitirmiş ve eve bağımlı kılınmış Ermeni evlatlardır. ‘Karıncaların Günbatımı’nda Baret, diğer romanlardaki oğullara göre biraz daha farklıdır.

Devlet dayağı: Nafıa

Baret Tarhanyan, annesinden azar ve dayak yiyerek büyümüş ve devlet dayağı olan Nafıa’yla evden zorla koparılmış bir çocuktur. Ev ataletse evden kopmayı seçmek harekettir. Nafıa’dan döndükten sonra tüm özgüvensizliğine ve değersizliğine rağmen hareketi seçecek ve evden kopup yeniden gitmeyi göze alacaktır. Romanın başında annesinin tam tersi hislerle yaklaştığı babasını, daha sonra annesi ve ablası ile suç ortağı olup öldürecektir. Çünkü babası yoksulluklarının ve maruz kaldıkları şiddetin sorumlusudur. Onları yoksullaştırıp yerle yeksan eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil de babasının sorumsuzluğu ve bencilliğidir; en azından Arus’a göre böyledir. ‘Meteliksiz Aşıklar’da Kevork’un temsil ettiği  ‘inkâr’ı, bu romanda Arus devralacak ve ürettiği inkâr söylemiyle failleri aklayacak, madunları failleştirecek ve çocuklarını Diran’a karşı kışkırtıp kendisiyle suç ortağı yapacaktır. Tıpkı Arus gibi Baret’in Nafıa’yla ilgili konuşmasına asla fırsat vermeyen ve Nafıa’yı yok sayan dayısı Suren, anneyle aynı şeyi temsil eder: inkârı, zorbalığı, orta sınıfı ve insanların üstüne basarak yükselmeyi; yani ‘Türk’ü. Baba Diran ve amca Dırtad ise tam tersidir. Onlar Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye Müslüman toplumu tarafından perişan edilmiş, onurları kırılmış, inkârcılar tarafından durumlarının sorumlusu ilan edilmiş, karıncalaşamamış ve bu yüzden tahtakurularına yem olmuş ‘haybehasıl’ Ermenilerdir. Arus’un büyük suç ortağı Hilda, annesinden tiksinen ama ondan kopamayan bağımlı evlattır. Sonunda komşuların çocuklarını annelerinden koparmaya çalışarak kendi yapamadığı şeye; annesinden kurtulmaya çalışır ama başaramaz. Köklerini reddeden Baret’in annesiyle ilişkisi ise ‘hem sahip olma hem tahrip etme arzusu’ ile başka kadınlarda tekrarlanır. Annesine olan tiksintisini Ermeni kadınları tarif edişine yansıtan ve kadınlarla ilişkilenmeyen Krikor; annesine olan hıncını kendisinden yaşça büyük ve daha güçlü olan Nora’ya yansıtan cinsellikten muaf Sur; ve üçlemenin sonunda evden kopan, cinselliğe adım atan ve ‘anne’yi öldüren Baret. Cinsel bağ kurduğu Lula’yı, gayri tesadüfî bir biçimde anne olmak üzereyken intihara teşvik ederek tekâmülüne karanlığını da dâhil eden, sonsuz yolculuğunda bir kahraman olan Baret. 1      

Beden unutmaz

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür fakat beden unutmaz, her şeyi hatırlar. Toplumunda ve ülkesinde maruz kaldıklarını sindiremeyen ve belki de bu yüzden uzun seneler mide sorunları ile savaşan Zaven Biberyan bunu herkesten iyi biliyor olmalıydı ki ‘Karıncaların Günbatımı’nda bedenleri ayrı bir unsur olarak konuşturmuştur. Diran’ın kalbi, karıncalarla ve tahtakurularıyla savaşamayacak kadar zayıftır. Dırtad’ın bedeni bulunmamayı ve kaybolmayı isteyecektir. Yaşamdan çok korkan ve yaşama bir türlü adım atamayan Lula, karnında yeni bir hayat başladığında Baret vesilesiyle kendisini öldürecektir. Hem kökleriyle ve belleğiyle, hem de suçluluk duygusuyla bağını kesmeye çalışan Baret, babası gibi kendisini alkolle uyutacaktır. Arus’un bedeni, belki de ona unuttuklarını hatırlatmak için dilsiz ve yemeksiz kalacaktır.

Ağaç ve tahta

‘Yalnızlar’ ve ‘Meteliksiz Aşıklar’da içinde yaşanılan evler, ‘Karıncaların Günbatımı’nda artık birer ev değildir. Sokaklar ve tahtadan evler çökmek üzeredir.  Ağaç yaşamı, toprağı, kök salmayı ve belleği anlatırken tahta tam aksini simgeler. O artık başka formlara bürünmek için köklerinden koparılmış ölü ağaçtır; ne kökü ne belleği vardır. Romandaki bütün evler ve mekânlar tahtadan oluşurlar ve yaşanılan mekânlar olmaktan çok yaşamsızlığı çağrıştırırlar. Nafıa’dayken karda ve fırtınada bile çatısız uyuyan Baret, bu evlerin çatısı altında güvende değil tekinsiz hisseder. Çünkü çatılar tahta birer tabut kapağıdır artık. Ormanın içine gizlenmiş Büyükada’daki mezar ev  -ki o da artık tahta yığınıdır-  Tarhanyanlar’ın hem toprağını hem de belleğini simgeler. Müslüman köylüler tarafından duvarları sökülecek, üzerine gecekondu inşa edilecek ve ailenin hem kökleri hem de belleği silinerek işgal edilecektir. Baret, amcasının ısrarına rağmen bu evle ilişkilenmeyi de reddedecektir; tıpkı romanın bitiminde toprağa bakmayı reddettiği gibi. 

Pek çok mitolojik öge ve gönderme de barındıran ve Biberyan’ın şaheseri olan ‘Karıncaların Günbatımı, hem bir çöküş hem de bir tekâmül romanıdır. Biberyan devamlılık arz eden üç romanın sonuncusunda ilk defa yuvadan kopup hareket etmeyi seçen, büyüyen ve tekâmül eden bir kahraman yaratmış ve onun dışında kalan her şeyi; anneyi, aileyi, toplumu ve ülkeyi ölüme mahkûm etmiştir. Belki de 1915’in metaforu olan bir kıyamet sahnesinde (çünkü 1915 toplumsal çöküşün, kıyametin ve felaketlerin başlangıcıdır) yine tahta bir yelkenli suyun üstünde kaybolurken, bize de Zaven Biberyan’ın eşsiz yazarlığını, zorlu yaşamını ve çöküşümüzü düşünmek kalır. 

1 - Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabında kahraman arketipini derinlemesine analiz eder ve en kaba özetiyle kahramanın anneden ve yuvadan kopmuş, kendi yolculuğuna çıkmış ve kendi karanlığıyla yüzleşmiş kişi olduğunu söyler.

Karıncaların Günbatımı

Zaven Biberyan 

Çeviri: Sirvart Malhasyan

Aras Yayıncılık

528 sayfa.