Gümüşhacıköy Ermenileri hatırlıyor ve anlatıyor

Evliliklerde 60. yıla ‘zümrüt yıl’, 70. yıla ‘pırlanta yılı’ deniyor. Zümrüt yılı geçmiş, pırlanta yılına doğru yelken açmış olan Hagop ve Sirarpi Sözüdoğru çifti evliliklerinin 65. yıldönümü vesilesiyle bize evlerini açıp hayatlarını, anılarını anlattılar. Anılar Ermenilerin Anadolu topraklarındaki hikayelerine dair de çok şey anlatıyor. Bizler onların hayata bakışlarından, anılarından, muhabbetlerinden, gülüşlerinden çok şey öğrendik.

Sirarpi Hanım anlatıyor

Şişman ailesi
Mamam Oğapel Şişman Gümüşhacıköylüydü. Ben üç-dört yaşındayken vefat etti. Babam demirci Parunak Şişman, Çorum-Mecidözülüydü. Babam tekrar evlenince dayım Mampre beni ve benden iki yaş büyük ablam Karzuhi’yi yanına aldı. Dayıma Fırıncı Mampik derlerdi, onu tanımayan yoktu. Herkes 30 ekmek satsa dayım 300 ekmek satmış olurdu. Dayım I. Dünya Savaşı’nda Sarıkamış’ta savaşırken Ruslara esir düşmüş ve yıllarca Rusya’da kalmış, sonra memlekete dönmüştü. İlk yıllarda belediyede çalışmış. Su şebekelerinin nasıl yapılacağını en iyi o bilirdi. Üzerinde yarı Ermenice, yarı Osmanlıca kitabeler bulunan birçok çeşme inşa etmiş, emekli olunca fırın açmıştı.
Bu çeşmelerin çoğu, bugünkü adı Çay Mahallesi olan Kilise Mahallesi’ndeydi. O mahallede üzerinde Ermenice kitabe bulunan altı-yedi çeşme vardı. Pos Ağpür (çukur çeşme) biraz çukurdu; Gâvur Hamamı’nın yanındaki çeşmenin adı Hamam Pınarı’ydı; İboyin Ağpür’ü (İbo’nun çeşmesi), İbo diye bilinen ama esas ismi Artin olan bir Ermeni yaptırmıştı; Mağakların Pınarı’nı Mağak yaptırmıştı; Kaymakçı Pınarı ise günümüzde sağlam duran tek çeşme. 
Biz Ermeniler Çay Mahallesi’nde otururduk. Seferberlik sonrası mübadelede bizim evler Selanik, Kavala göçmenlerine verilmişti. Mesela üç Ermeni evi vardı. Kavalalı kardeşlere verilmişti Antriklerin evi, Hacı Vartanların evi diye zikredilen evler vardı ama onların yerine muhacirler otururdu. Gümüşhacıköy’de 1915’ten önce 650 hane, 4500 Ermeni vardı. Antriklerden de, Hacı Vartanlardan da dönen olmayınca, o evlerde oturan muhacirler onların sakladıkları altınları bulup çok zengin oldu. 
1934 yılında Gümüşhacıköy’de her ailenin soyadında değişiklik yapıldı. Nedendir bilmiyorum ama her birimizin soyadının önüne bir ‘Öz’ eklendi. Örneğin Solakyan ‘Özsolak’, Nersesyan ‘Öznersesoğlu’, Keşişyan ‘Özkeşişoğlu’, Teyinyan ‘Özteyinoğlu’, Uzunyan ‘Özuzun’, Balyan ‘Özbal’ oldu. 
Biz 1954’te evlendik. Bizim oralarda bir genç kız küçük yaştan çeyiz hazırlamaya, dantel örüp kanaviçe nakış yapmaya başlar.

Evlilik gelenekleri
Hıdrellez’de Hacı Ana denen bir mesire yerine gidilirdi. Gümüşhacıköy’ün batısında, hemen hemen çıkışında yer alan bir ayazmaydı burası. Merdivenlerle inilen bu kubbeli yapının içine girilip su içilirdi. Gelinlik kızı olanlar buraya bir şeyler bağlar, kuzu keserdi. 
Kız istemeye mutlaka un kurabiyesi ve kahveyle gidilirdi. Söz kesmede oğlan tarafı altın bilezik veya yüzük takardı. Kız tarafına bohça gelirdi. Bohçada elbise, terlik, kumaş, tülbent, yüz havlusu olurdu. Sözde kız tarafına gidilir ve masa açılırdı. Masada zeytinyağlılar, sarma, köfte, pirinç pilavı veya iç pilav, yanında mevsimine göre et, kuzu dolma olurdu. Kendi yaptığımız pastırma, sucuk masadan eksik olmazdı. Tatlı olarak cevizli baklava olurdu. 
Söz karşılığında erkek tarafına gidilirdi. Bu kez erkek tarafı kız tarafına masa açardı. Kız tarafı erkek tarafı için bohça hazırlar, hediyeler götürürdü. Nişanlarımız yemekli olur, içki, kuruyemiş, meze ana yemek, tatlılar hazırlanırdı. Düğün, kına, nişanlarımızın çalgı-çengisi boldu. Erkek tarafı kıza altın takardı. 
Kınada kına tepsisi hazırlanırdı. Kınanın çevresi kuruyemişlerle, kâğıtlı şekerlerle doldurulurdu. Gınkahayr veya gınkamayr (vaftiz annesi ve babası) kına yakılacağı an gençlerden biri kınayı kapar, para almadan geri vermezdi. Kınada gelin kızın başında şarap rengi, pullu, işli tülbent bulunurdu. Gınkamayr kına yakarken kızın avcuna altın koyar, sonra mendille bağlardı. 
Düğünden evvel gelin, damadın kız kardeşi veya bir akrabasıyla birlikte, başına ‘gron şal’ denen bir şal takıp eve ev dolaşıp, herkesi düğüne davet ederdi. ‘Gron’ ipek, kenarları saçaklı, kahverengi, kenarları eflatun desenli bir şaldır. O şalı başına örtüp çıktığında herkes düğün olacağını anlar. Şalı takıp davet eden Ermenice “Annemin, babamın selamı var düğünümüze buyurun” der. Ev sahibi ise bu bayana un kurabiyesi ve likör bardağında rakı ikram ederdi. 
Nikâhtan 15-20 gün sonra düğünümüz olurdu. Düğünden önceki cumartesi günü “Pesa hamamı” damat hamamı yapılırdı. Sabah ezanından hemen sonra damat tarafı hamama götüreceği kişilerin kapısını çalar hamama davet ederdi. Hamama çinko demliklere doldurulmuş şarap ve yiyecekler götürülürdü. Orada çilingir sofrası kurulurdu. Aynı şeyler “Hars hamamı” gelin hamamında da yapılır. Yalnız gelin kız ipek peştamalıyla, tahta yüksek takunyasıyla hamama gelen herkesi yıkamak ve havlusunu tutmak zorundaydı. Hamamların masrafını erkek tarafı çeker ve büyük kadın ve erkekler bulunmaz, bu şenliğe gelin ve damat gibi gençler katılır. 
1915’ten sonra bizim hiç kilisemiz olmadı. Düğünümüzü usulümüze göre yapar, sonra bir evde toplanır, evlilik törenini hangi papaz gelirse onun riyasetinde, toplu olarak gerçekleştirirdik. Aynı papaz vaftizlik çocuklarımızı da vaftiz ederdi. Papaz genelde dayım Mampre’nin evinde kalırdı. Düğün günü damat tarafı gelin almaya çalgı eşliğinde giderdi. Papazımız yoktu; düğünde gelinin evinde gelin ve damadı Püzant Dede okurdu. Damat tarafına likör bardağında rakı ve un kurabiyesi ikram edilirdi. Damat gelini alıp kapının eşiğine çıkardı. Çatının üstünden gelin ve damadın başlarından aşağı leblebi, şeker, bozuk para atılırdı. Gelin daima dantelli, duvaklı beyaz gelinlik giyerdi. Benim annem bile beyaz saten gelinlik giymiştir.
Daha sonra gelin damadın evine götürülürdü. Damadın evinde sofra kurulup konuklar ağırlanırdı. Yalnız bu konuklar arasında kız tarafından kimse olmazdı, ayıp sayılırdı. 
Ertesi gün ‘açki luys’ (göz aydını) yapılırdı. ‘Açki luys’ta herkes gatnabur [sütlaç], helva, haşhaşlı, un helvası gibi tatlılar yapıp erkek tarafını ziyarete giderdi. Erkek tarafı onlara masa açardı. 

Cenaze
Tabutumuzu siyah bezle sarar, kapağını ayrı taşırdık. Kapağı da siyah bezle sarar, üzerine beyaz şeritten haç yapar, haçın kenarına da Ermenice harflerle vefat edenin isminin ve soyisminin baş harflerini nakşederdik. İçimizden biri tabutun kapağını dik tutarak önden yürür, arkadan kapağı açık naaş gelirdi. Mezar başında herkes kendi bildiği duayı okurdu. Cenaze kaldırıldıktan sonra cenaze sahibinin evine gidilir, ev sahibi ziyaretçilere un kurabiyesi ve likör bardaklarında rakı ikram ederdi. 
1940’larda Bayburt Mahallesi’nde Bayburt’tan gelmiş muhacirler yaşardı. Cenazemizi götüremezdik, taşlarlardı. Yenilerde birkaçımız mermer mezar taşları yaptırdık bu mezarlıkta ama hepsini kırdılar. Kırmasınlar diye bazıları taşların üzerine ‘Ruhuna Fatiha’ yazdırdı.

(Sirarpi-Hagop Sözüdoğru, Foto: Berge Arabian)

Hagop Sözüdoğru anlatıyor

Sözüdoğru ailesi 
Ben 1930 Gümüşhacıköy doğumluyum. Babamın ismi Mikayel, annemin ismi Aznif’ti. Babamın annesi İmasdun Kayseri-Talaslıymış, Merzifon’a gelin gelmiş. Dedem Hagop Çobanyan (Soyadı Kanunu’nda Çobanyan ‘Sözüdoğru’ya çevrilmiş) değirmenci ustasıymış. Un değirmeni varmış. Seferberlik zamanı asker oluyor ve Ruslara esir düşüyor. Babaannem İmasdun Merzifon’da iki çocuğuyla yani babam ve amcamla ortada kalıyor, ağabeyi yaylı arabası gönderip kardeşini ve çocuklarını yanına aldırıyor. Böylece babaannem, Çorum’un kazası Osmancık’taki ağabeyinin yanına gitmiş. Ağabeyi zengin bir manifaturacıymış. Tam bu düzene alışırlarken bir gün dayının dükkânının önünde iki çocuk kavgaya tutuşmuş, dayı araya girip “Neden kavga ediyorsunuz? Ortalık ateşe gidiyor” demiş. Bunu duyan ve onu çekemeyen esnaf ondan şikâyetçi olmuş, iftira atmışlar. Dayıyı oradan alıp götürmüşler, gidiş o gidiş...
Babaannem ve gelini Paylik ikişer çocukla kalakalıyorlar. İki oğlan birinde var, iki oğlan birinde. Zenginlere dikiş dikmeye, başkaları için çamaşır yıkamaya başlamışlar. Babam biraz büyüyünce komşuların eşeğiyle dağa gitmeye başlamış. Eşeğin sahibine büyük odun, bizimkilere küçük odun düşermiş. Gümüşhacıköy’den Nişan Ağa diye biri Osmancık’a gelmiş. Tekstil hammaddesi satarken, sağdan soldan orada iki Ermeni kadının çalıştığını öğrenmiş ve onları bulmuş. Gümüşhacıköy’de dokumacılığın çok ilerlediğini söyleyip, onlara Gümüşhacıköy’de bir iş teklif etmiş. Nişan Usta onlara “Size ev kiralarız, dokuma tezgâhı alırım, siz dokursunuz ben satarım” deyince, babaannem ve gelini onunla birlikte Gümüşhacıköy’e geri geliyorlar. Geldikleri ev tek bir odaymış. Odanın kapısı bile yokmuş. Kış günüymüş, kapıya kilim asmışlar. Çok sıkıntı çekmişler ama hepsi çalışmışlar. Babam biraz büyüyünce onu nalbanta çırak vermişler. Bir yüzbaşının atının ayağına nal çakacaklarmış; at çifte atınca adam yere düşmüş, babam bundan korktuğu için nalbantı bırakıp kalaycının yanına gitmeye başlamış. 
Babam Mikayel Gümüşhacıköy’ün tanınmış kalaycı ve bakırcı ustalarındandı. Esmer, uzun boylu, koca burunlu bir adamdı. Kimine ‘Koca Mikayel’, kimi ‘Kara Mikayel’ derdi. 1939’dan 1944’e kadar asker topladılar. 40’lı yılların başında, ben okul çağındayken babam Mikayel ve arkadaşlarını Adana-Ceyhan’da bulunan Aygır Ahırı’na götürdüler. Ermeni askerler orada 75 gün kaldılar. Bir rivayete göre kesilmek için götürülmüşler ama Mareşal Fevzi Çakmak, İnönü’ye “İnönü, İnönü, birinin hesabını daha veremedin, bunların hesabını nasıl vereceksin!” diyor. Bunun üzerine bu askerler evlerine gönderiliyorlar. Aynı askerler Nisan ayında tekrar toplanıp, sırtlarına kahverengi elbise giydirilip Balıkesir, Sındırgı, Akhisar, Manisa yolunu yapmaya götürüldüler. Türk mühendis “Bu yol altı yılda ancak yapılır” demiş. Ermeni mühendis de “Biz bu yolu altı ayda bitiririz” demiş ve yolun yapımını Ermenilere vermişler. Zaten yaptın yaptın, yoksa Aşkale’ye sürgüne gidersin...

(Aygır Ahırı'nda askerlik, Adana-Ceyhan) 

Okul ve ‘Gâvur Hamamı’
Ben sekiz yaşındayken okula başladım. Okulumun adı Mehmet Paşa Mektebi’ydi. Merkezde, cadde üzerinde, eski bir Ermeni okuluydu. Eski ismi Bartevyan Mektebi’ymiş. İki katlı, yüksek tavanlı bir binaydı ve üç sınıfı vardı. İki dönüm büyüklüğündeki bahçesinin kenarlarında kavak ağaçları vardı ve devamlı akan suyu vardı. İçinde kilise de varmış, Surp Agop ismini taşıyan, 1920’li yıllarda yıkılmış. Ben görmedim, büyüklerimden duydum. Benim gördüğüm, bahçedeki üzerlerinde Ermenice yazılar olan, büyük mermer mezar taşlarıydı. Daha sonra kilisenin yerine Işık İlkokulu yapıldı.
Okulun yanından geçen yolun kenarında Kaymakçı Pınarı bulunur. Üzerinde halen yarı Arapça, yarı Ermenice kitabesi mevcuttur. Yolun alt tarafında Gâvur Hamamı vardır, zamanında okulun ve kilisenin vakfiyesi olarak inşa edilmiştir. Bu hamamı, taşını, kumunu, her şeyini sırtlarında taşıyarak inşa etmişler. Binanın üzerinde Ermenice ‘Azkayin Pağnik’ [Millî Hamam] yazardı. Bugün, caddeye bakan yüzünde ‘Ermeni hamamı’ yazıyor. Orası belediye hamamı olmuştu, işletmesini uzun süre Ermeniler yaptı. En son baldızım Kardzuyi ve eşi Mikayel işletiyordu. Bu hamam sabah saat 5’ten 8’e kadar kadınlara, sonraki saatlerde erkeklere hizmet ederdi. Ramazan geldiğinde bir otomobilin üstüne hoparlör koyar, “Bu gece Ermeni hamamı bayanlara açıktır” diye duyuru yaparlardı. 

Gümüşhacıköy’ün Ermeni esnafı
İlkokulu bitirdim. Zayıf yapılı bir çocuktum. Babam “Sana göre iki meslek var; ya berberlik, ya terzilik” dedi. Ben terziliği seçtim. Babam beni terzi Hampar Özsolak (Solakyan) Usta’nın yanına verdi. Hampar Usta o zamanlar 50 yaşlarında, zanaatıyla nam salmış biriydi. Seferberlikte çok ufakmış, sürgün yoluna çıkacakken Teyinyan ailesinden akrabası bir kadın “Bunu götürmeyin, bana verin” diyor, onu alıp büyütüyor. 
Ben ve Hampar Usta’nın yeğenİ Bedros Özteyin (Teyinyan) o dükkânda uzun yıllar beraber çalıştık. Hatta ustanın oğlu Mihran’a pantolon dikmeyi ben öğrettim. Sonra askere gittim, döndüğümde kendi dükkânımı açtım ve eşim Sirarpi’yle evlendim. 
30’lu yılların sonlarında Gümüşhacıköy’de tüm Ermeniler esnaftı.
Bulunduğumuz bölgenin dört tarafı bağlarla çevriliydi: Hacıana Bağları, Mazin Cevizi, Turna Bağları, Kanlı Bağlar. Bu bağları hep Ermeniler dikmiş. Gümüşhacıköy’ün üzümleri meşhurdur. Dimrit, patlak kara, mercan üzümü... Şarabı patlak karadan yaparız. Bu üzüm iridir, büyüdüğünde çok şıra verir ve çok lezzetlidir. Üzümlerimizi toplar, şarapçı Tavit’e götürürdük. Üzümleri cendereden geçirip bir kovada toplardı. Kovadan kendi ölçüsüyle bir miktar sıkma payı alırdı. Kovanın kalanını eve götürür, şaraplık ve pekmezlik diye ayırırdık. Evlerimizin mahzenlerinde çok büyük şarap küpleri vardı. Bu küpleri birkaç karış boş bırakılacak şekilde doldurur, şarap olurken tat versin diye küpün içine bir misket elma ikiye bölünüp atılırdı. Hem bayramlarda, hem düğünlerde şarap ikram edilirdi. 
Tavit’in eşi Varsen Teyinyan, Gümüşhacıköy’ün en zengin ailelerinden birinin kızıydı. Evlerinin kocaman bir bahçesi ve büyük bir çeşmesi vardı. Teyinyanlar şarap atölyesi sahibiydi. Turna bağlarından çıkan üzümlerle şarapçılık yaparken oğlu Serkis bu atölyeyi biraz daha büyütüp küçük bir fabrikaya dönüştürdü. Şarap şişelerinin üzerinde ‘Turnalar Şarabı, Serkis Özteyin’ yazardı.
Köylüler güzün Cumhuriyet Bayramı’nda yayladan indiği zaman dana yapmayacak besili inekleri satarlar. Bizim oranın hayvan pazarı cumartesi günü olurdu. Dört-beş kişi toplanıp hayvan pazarına gider, dişi manda, inek, koyun, keçi seçer, birkaç gün onu besler, daha sonra kasabı çağırırdık. Kasap büyükbaş hayvanı altı parçaya ayırırdı. Bu parçalar üzeri örtülerek kedinin ulaşamayacağı bir yere asılırdı. Buzdolabı olmadığı için et böyle korunurdu. Sabah Ermeni kasaplarımızdan biri kapıya gelir, kendi zanaatını icra ederdi. Mihran Usta, Ohannes Usta, Agopcan Usta, etlik kesmeleriyle ünlü, dükkânları olmayan kasaplarımızdı. Tüm kasaplar büyükbaş kesebilir ama etliği ustalar gibi iyi ayıramaz. Ermeni kasapların ilk işi pastırmalık eti çıkarıp hazırlamaktı. Daha sonra sucukluğu ayrı bir tarafa, keşkekliği, kavurmalığı ayrı bir tarafa koyar, tüm eti işlerlerdi. Kasap etlik ayırırken kendi yiyeceği pirzola için mangal yanmaya başlardı. Usta bir taraftan işini yaparken bir taraftan da etini yer, şarabını yudumlardı. 
Gümüşhacıköy’de halı, kilim, kumaş dokumacılığı, çorap örme işlerini Ermeniler yapardı. Havlucu Yervant Efendi havlu dokurdu. Yanında birçok kişi çalışırdı. Eşim Sirarpi’nin ablası Kardzuhi Tüme bu atölyede havlu dokurdu. Annem Aznif önceleri evde havlu dokurdu, sonra kilim dokumaya başladı. Evimizde çorap örme makinesi vardı. Annem Gümüşhacıköy’ün sporcularına konç örerdi. Çoğu evde kilim, bazı evlerde de havlu ve mintanlı kumaş dokunurdu.

Bayramlar
Bizim evler ahşaptır. Bayramdan bir hafta evvel tüm tahtalar tek tek tellenip yıkanır. Halı, kilim yıkanıp hazırlanır. Eskiden çamaşır makinesi yoktu; bir gün evvelden ateşten çektiğimiz külü, ‘khalgin’ dediğimiz büyük bakır küpeli kazanda kaynatır, sabaha kadar suda bekletirdik. O kül sabaha kadar kimyevi bir reaksiyon gösterir, çamaşır suyu yerine temizleyici madde olarak kullanılırdı. Sabah çamaşırları o külle ve beyaz kalıp sabunla, avludaki çamaşır taşında tahta tokaçla döve döve yıkar, tertemiz yapardık. Allahtan Gümüşhacıköy’ün suyu boldur, herkesin evinde su veya çeşme vardır. 
Bayram pazar günüyse cumadan peksimet, haşhaşlı yapılırdı. Cumartesi günü de hamama gidip yıkanırdı herkes. 
Bayram sabahları mahalle fırınında keşkek veya paça pişirirdik. Etlikten arta kalan ayaklar sırf bayram için kurutulur ve o ayaklarla bayram sabahı paça pişer. Kilisemiz olmadığı için ayin olmazdı. Hısım- akrabanın evleri tek tek dolaşılarak bayramlaşılırdı. Herkesin kahvaltı masasında keşkek, un helvası, paça, rakı olurdu.
Bayram oyunlarını babam Mikayel düzenlerdi. Körük oyununda, bir genç yerde yatar, karşısına diğer genç, ceketinin içinden sopayla kolları iki tarafa asılmış halde oturtulur. Bu iki kişinin ayakları birbirine bağlanır. Oturan kişi körük, yatan kişi ocak olur. Tam ortalarına bağdaş kurarak bir kişi oturur. Bu kişi kalaycı ustasıdır. Bir de körüğün arkasında durup onu sağa sola kımıldatıp, çekiştirecek biri bulunur. Kalaycı ustasının yanına biri yaklaşıp “Selamünaleyküm ustam, sana bir şey söyleyeceğim ama nasıl diyeyim bilmiyorum” der. Usta “Söyle oğul, derdin nedir?” deyince “Usta, baban ölmüş, zaten seksen yaşındaydı, Allah rahmet eylesin der” ve oyun başlar. Usta “Çek oğlum, çek körüğü” der, körük olanın arkasındaki kişi oturan adamı sağa sola çekiştirmeye başlar, kalaycı bu arada bir şeyler mırıldanır, yerde yatan kişi ayakları bağlı olduğu için körükle birlikte sallanır da sallanır. Bu oyun, “o öldü, bu öldü” diyerek oyuncuları sağa sola çekiştirerek devam eder, ta ki biri gelip ustaya “Usta, karın öldü” diyene kadar. Bu sefer usta “Ocağımı başıma yıktın”, der yanındaki çamuru alır, ocak olup yerde yatanın yüzüne gözüne güzelce sıvar, sıvarken bu sefer körük de onunla birlikte bocalanır dururdu.
 Bir de fotoğraf şakası çok yaparlardı. “Hadi gelin, toplu fotoğraf çekeceğiz” deyip kandırdıkları kişileri alana getirirlerdi. Güya fotoğraf çekecek olan kişinin elleri is içinde olurdu, “Yüzünü gözünü düzelteyim” diyerek, karşısındakini komik şekilde boyardı. 40’lı 50’li yıllarda bayramlarda bazı kişiler evlerimizin kapısının önünde ateş yakar, “Gâvur kilit, biz yiğit” diyerek bu ateşin üzerinden atlarlardı. Bazı evlerin kapısına leş de asılırdı. Aynı zihniyetteki insanlar Zadig bayramımıza ‘gâvur küfürü’ adını takmışlardı. 60’lı-70’li yıllarda bu olaylar kalkmış, daha rahat bir dönem yaşamıştık. 


Topal Osman’dan kurtuluş
(Hagop Sözüdoğru anlatıyor)
1915’te Topal Osman Giresun’dan çıkıp Ordu, Ünye, Fatsa, Samsun ve Merzifon’daki Ermenileri katledip Gümüşhacıköy’e varıyor. Buranın ileri gelenleri önceden haber alıyorlar. Birleşip “Bu insanlar hep zanaatkâr, iyi insanlar, bunların ne günahı var?” deyip bir plan yapıyor ve Ermenileri Topal Osman’a vermemeyi kararlaştırıyorlar. Hakkı Efendi, Emin Efendi, Osman Altınezen (Adalet Partisi’nden belediye reisliği yapan İhsan Altınezen’in babası) ve birçok ileri gelen, Merzifon yolundan Gümüşhacıköy’e girişe iki kilometre kala Topal Osman’la karşılaşıyor ve “Siz gelmeyin, biz burayı bitirdik. Hepsini kestik. Burada Ermeni yok” diyorlar. Böylelikle Gümüşhacıköy’deki tüm Ermeniler kurtuluyor. Topal Osman ve çetesi Çorum’a gidip oradaki ve Sungurlu’daki Ermenileri katlediyor. 1915 öncesi Merzifon’da 11 bin, Gümüşhacıköy’de 4500 Ermeni vardı. 1960’larda Merzifon’da iki-üç aile kalmışken, Gümüşhacıköy’de 75-80 hane Ermeni vardı. Bizlerin isimleri hep Ermeni isimleriydi, Merzifon’dakiler ise Müslüman isimleri kullanmak zorunda kalmışlardı.


Kategoriler

Toplum


Yazar Hakkında