Bir coğrafyaya sığmayan kimlik: Hemşinlilik

Berge Arabian geçtiğimiz ay Hemşin’deydi. Hopa’ya bağlı Kayaköy’deki hayatı hem fotoğrafladı hem de acı tatlı izlenimlerle, yaşanan kimlik sıkışmasını yansıtan ilginç söyleşilerle döndü. İki hafta sürecek bu foto-röportaj dizimiz için söz fazla uzatmıyor ve Berge”e bırakıyoruz.

Kayaköyü’nde son sabahım. Öğlene doğru Hopa- Trabzon üzerinden İstanbul’a dönmeliyim. Kemalpaşa’da bir kahve molasına niyetleniyorum. Kahvehaneye girdiğimde, güleç yüzlü, kırklı yaşlarında bir adam, ayağa kalkıp kollarını açarak, “Vay, vay, vay. Nerelerden düştün bizim buralara. Hele bir gel tanışalım, sohbet edelim”. Ben çekingen bir tavırla gösterdiği iskemleye oturup elini sıktım. ‘Neredensin ?’ diye sorarak başladı söze. Suriyeli bir Ermeni olduğumu, kökenlerimin Diyarbekir’e dayandığını söylememe, sözümü bitirmeme fırsat bırakmadan hakaret etmeye başladı. Yüzündeki gülümseme gitmiş, sesine nefret hâkim olmuştu. Anın şaşkınlığıyla sözlerinin ayrımına varmakta zorlandım bir an. Şaka yaptığını sandım. “Biz ve siz aynı değiliz, asla biz Hemşinlilerin siz Ermenilerle akraba olduğunu asla düşünme. Dillerimiz benzeşir ama biz Ermeni değiliz. Biz Horasan’dan geldik. Sizler katilsiniz ve bizleri katlettiniz. Yüzyıllar önce bizi esir aldınız ve zorla dilinizi öğrettiniz. Bizi yok etmeye çalıştınız, ama biz kurtularak buralara geldik. Dilimizi ise, cinayetleriniz unutmamak için koruduk”. Daha bir sürü şey söyledi. 

Güzel başlangıç, tatsız gidiş
Kafam çatlayacak gibi olmuştu. Anlattıklarına inanmadığımdan değil, her şey olabilirdi, ama beni tanımayan bu adamın, bana böylesi bir nefretle bakması canımı sıkmıştı. Öylesine kızgındı ki, dayanamayıp, “Arkadaş, deden dedemi tanıyor muydu” diye sordum. Şaşkın bir ifadeyle bakakaldı. “Onlar tanışmamıştı ama bak bizler burada oturmuş, birbirimizi tanıyabiliriz. Beni tanımak isteyen sen değil miydin? Gel tanışalım” dedim. Daha da öfkelendi. “Seninle işim olmaz, hepiniz katilsiniz”.
“Bu nasıl bir öfke, bu nefretin kaynağı ne?” diye düşündüm. Devam etti, “Sana tavsiyem, çantanı topla evine git, buralarda bulabileceğin bir şey yok. Biz aynı değiliz”. “Ne demeye konuşmak istedin o zaman, benim senle konuşacak bir şeyim yol” diyerek çaresiz ayağa kalktım ve kahvehaneden çıktım. Bu arada sadece birkaç dakika süren bu saçma monolog esnasında kahvedeki herkes bizi izlemişti. İnsanlar birkaç kez araya girmeyi denemiş, hatta aralarından bazıları “Misafirle böyle konuşulmaz” diyerek uyarmak istemiş, ama söz geçirememişlerdi. Vücudum bu ani tepki karşısında öfkeden titriyordu. Üç gündür buralardaydım ve insanların gözlerinde sadece huzuru görmüştüm. Vay zavallı adam, sana ne oldu da benliğin bu denli öfke ve nefretle dolu. Ama bu anlattıklarım, hikâyemin sonunu oluşturuyorlar. Şimdi izninizle baştan alalım.

En baştan başlayalım
Kutsal kitap ‘Işık olsun’ emri ile başlar. Ardından ışık doğar. Aynen o misaldeki gibi benim için de her şey ‘Vova’ albümü ile başlamıştı. 2007 yılıydı, kardeşimin Ermenistan’dan getirdiği kaseti büyük bir ilgiyle defalarca dinlemiştik. Karadeniz kıyılarındaki dağ köylerinde Ermenice konuşan, yoğurdukları hamurun üzerine haç çizerek fırına koyan Hemşinlileri ilk böyle tanıdım. Şarkılardaki Hemşince sözleri bir bulmaca çözer gibi keşfetmeye çalışmıştım o dönemde. Ardından Şafak’la tanışmamı anlatmalıyım. Gezmek için geldiğim İstanbul’da, kardeşimle birlikte bir cafede oturmuş sohbet ediyorduk. Bize servis yapan genç adamın yüzünde sürekli içten bir gülümseme vardı. Hesabı ödemeye gittiğimde nereden geldiğimizi sordu. Benim Kanada’dan, kardeşimin ise Ermenistan’dan geldiğini, Ermeni olduğumuzu söyledim. Aynı içten tebessümle konuşmalarımızın bir kısmını anladığını, Hemşince ile ortak sözcükler kullandığımızı, kendisinin de Hopa’lı olduğunu söyledi. Şafak’a karşı doğal bir sempati duymuştum, ne de olsa ‘Vova’nın diliyle konuşuyordu. Henüz burada yaşamadığım bir dönemde, İstanbul’daki ilk dostum olmuştu Şafak. Bu tanışmadan ancak birkaç ay sonra, sevdiğim kadınla evlenmek üzere kalıcı olarak İstanbul’a yerleştim. Sene 2010. 

Dokuz yıl sonra
Dokuz yıllık bir aradan sonra, yeniden Kayaköy’deyim. Şafak’ın aile ocağında. Sekiz yıl sonra bir kez daha aynı sıcak konukseverlik, aynı samimiyet, aynı yeşil çay bahçeleri, aynı eşsiz doğa…  Hopa’dan sadece yarım saat uzaklıkta, 120 Hemşinli ailenin yaşadığı bu doğa harikası belde, insana her an yaşamın kutsal bir nimet olduğunu anımsatıyor adeta. Yeniden çay toplama mevsimi. İlk gelişim de öyleydi. Ardından her yıl, çay toplama döneminde burada olmayı istemiş, ama bir türlü gerçekleştirememiştim bu isteğimi. 

Kumsal’ın heyecanı
Kumsal, Şafak’ın ağabeyinin sekiz yaşındaki kızı. Onu ilk kez kundakta fotoğraflamıştım. Şimdi ise evin tüm angaryasını üstlenmiş, bir yandan üç yaşındaki kardeşine bakarken, diğer yandan da odalardan mutfağa, mutfaktan bahçeye koşturup duruyor, kim ne istemişse anında yetiştiriyor. Coşku içinde, her fotoğraf karesinde görünmek istiyor. İyi bir fotoğrafın doğal olması gerektiğini, bunun için de objektife bakmamasını, sanki orada kamera ve fotoğrafçı yokmuş gibi davranmasının çok iyi olacağını sadece bir kez söylemem yetti. Bu uyarıdan sonra çektiğim fotoğraflarda istediğim sonucu almaya başlamıştım. Akıllı, çok akıllı bir kız Kumsal.

Düğün ve cenaze
Geçen gelişim Ağustos ayındaydı. Son çay toplama mevsiminin son günleri. Köyde bir düğün vardı. Zaten Ağustos buralarda düğün ayıdır aynı zamanda. Fotoğrafçı olduğumu duyunca damadın yakınları düğünü de fotoğraflamamı rica ettiler. Hem onur duydum, hem de çok sevindim bir Hemşin düğününü fotoğraflayacağım için. Düğünler yaşamın en önemli anlarından sayılır ne de olsa. Sadece izleyecek, ve anın tanığı olarak da deklanşöre basacaktım. Bu kez şansıma bir düğüne rastlamadım. Ama 85 yaşında yaşlı bir nine vefat etmişti o gün. Cenazesi ertesi sabah defnedilecek. Ölüm ve cenaze töreni, bu da yaşamın bir parçası. Yakınları günün hüznünü, elemini yaşasınlar, acı, tatlı anılarını yâd etsinler, ben de fotoğrafını çekeyim. Ölümün de düğün törenleri kadar insan yaşamının bir yüzü olduğunu karelerimle belgeleyeyim. Heyecanla cenaze evine gitmemizi bekliyorum. Ancak değişik sebeplerle o gün gidemiyoruz. Ertesi günü definden önce cenaze evindeyiz. Şafak’ın babası Sait, ölen kadının oğluyla konuşarak cenaze esnasında fotoğraf çekmem için izin istedi. Hazırdım, bekliyordum, ansızın umulmadık bir şey yaşandı. Ölen yaşlı kadının damadı müdahale ederek cenaze töreninde fotoğraf çekmenin doğru olmadığını söyledi, engel oldu. Hayal kırıklığı yüzüme yansımıştı. Şafak’ın babası Sait ise öfkeliydi. Misafirinin reddedilmesini sindiremiyordu. O öfkeyle de cenazeye katılmamaya karar verdi. Onu ikna etmek için çok çabaladım. “Ben misafirim, bugün var yarın yokum. Siz burada hep bir arada yaşıyorsunuz” diyerek dil dökmem fayda etmedi. En sonunda ‘Say ki böyle bir cenaze yoktu’ diyerek köye, çay tarhlarına geri döndük. (Birinci bölümün sonu)


Ermeni olmak, olmamak, çelişkiler, zıt kimlikler

Bölgede tanıştığım insanlardan biri öğretmen Gökhan Cancı. Coğrafyada yaşanan kültür karmaşasını onun ağzından dinliyorum:
“Hemşinlilik aslında hiçbir ırka, millete veya kökene dayandırılacak bir ruh değil esasen. Tamamen bağımsız bir Hemşinlilik kültürümüz var, dilimiz var. Fakat tabii bu  büyük olaylardan sonra, büyük sürgünden sonra bizi Ermenilere bağlayan var, Ermenilerin bir kolu olduğumuzu söyleyenler var. Bilimsel araştırma yapanlar var, akademik çalışma yapanlar var. Mesela ODTÜ’de okuyan bir arkadaşımız var, o bitirme tezini bunun üzerine hazırladı. ‘Hemşinliler, Ermeni mi? Ermeni katliamı var mı yok mu?’ bunun için bir tez hazırladı. Sosyoloji mezunu, aslında onunla da konuşabilirsiniz Hopa’da o. Babası da Dil-Tarih mezunu, babasının ismi Rauf. O böyle bir şey olmadığına, tehcir olduğuna dair akademik çalışma yapıyor. Oğlu da ODTÜ’de böyle bir şeyin var ve gerçek olduğuna dair çalışma yapıyor. Baba-oğul ikisi karşıt fikirli tamamen akademik çalışma yapıyorlar. Baba oğul düşün yani kimin ne hissettiğini bunun üzerinden tarif edebilirsin belki.. Yani şöyle tarif edebilirsin, ben burada ne kadar Ermeniyim desem de tam benim kadar zıttı asla Ermeni olmadığını söyleyen var. Kardeşim mesela veya başkası. Dünya sol literatüründen etkilenerek sol-sosyalist bir fikre sahip halk var. Bu köyün hepsinin sosyalist olduğunu söyleyebilirim. Ölüm oruçlarında hafızasını yitirmiş biri var, Hamit mesela. Ayrıca sol içerisinde farklı fraksiyonlara, farklı düşüncelere bölünmüşüz. Solun aslında toplamı bu köy. 

Babalar ve oğullar
Buradan şuna geliyorum. Babalar, gittiler üniversiteye. Dev Yolcu, Dev Solcu, Anarşist, Komünist, devrimci, sol sosyalist geliyorlardı. Bugün gidenler, gelenler Hemşinli olarak geri geliyor. Kürt bölgelerinden gidenler Kürt olarak geri geliyor. Alevi olanlar, Alevi olarak. Günün neo-liberal şartlarında daha çok kimlik-kültür politikası üzerinden insanlar kendilerini var etmeye başladı. Emek, işçi sınıfı, emek-sermaye çelişkisi günümüzde var fakat artık kimlik-kültür, ekolojistler, ağaç sevenler, deniz dere, toprağına sahip çıkanlar falan.. 
Şimdi çocuklar gidince geri dönünce ‘Hemşinliyiz  biz’ diye geri dönüyorlar, solcu Hemşinliyiz, demokrat Hemşinliyiz. Ama hissiyat olarak, Ermenilerle çok fazla içli dışlı olmadığımız için, çok da bilmiyoruz tabii. Uzun bir süredir Ermeniliği kötüleyen, öteleyen, ötekileştiren bir politika var bizim tarih kitaplarımızda. Ama Ermeniler Osmanlı’da güvenilir millet olarak bilinir. Bunun içerisinde biz kendimizi, burada o son dönemde okuyan edenler olarak biraz daha inceliyoruz. 
Mesela bize ait çok güzel atasözlerimiz var, Hemşince. Mesela kendini beğenmişliği ifade eden “veri ardi sermesta?” (Ermenice’de ‘Veri ardı tsorenı” BA) Yüksekteki dikilen mısır mısın, kendini korumuş, kendini beğenmişliği ifade eden. Bu Hemşince sözler, deyişler bu yaşadığımız bölgeye, ülkeye güzelliği olarak bakıyoruz. Trabzon’a gittiğimizde orada Rumların eski sözleriyle karşılaşıyoruz. Bu bizi gerçekten coşturan, canlı bir organizma haline getiren bir şey. Bunu böyle seviyoruz. Ama bizim Ermeni olduğumuzu ısrarla ifade etmenin ne anlamı var bilmiyorum? Bunu bir öfke olarak söyleyebilirler, önce iktidara öfke olarak söyleyebilirler. Tüm bu ezilmiş milletlerin adına bunu söyleyebiliriz. Mahir var. Kitaplar yazdı, Hemşince. Görmüşsündür Mahir’i, İstanbul’da. O da benim ortaokul sıra arkadaşım. Şimdi mesela o bir dil yaratmak üzerine, ama Hemşinceyi Latince kelimelerle ifade eden bir dil yaratıyor. Bu bana biraz yapmacık geliyor. Aynı Osmanlıcanın aslında  bir dil olmadığı gibi, sağdan soldan topladıkları..

Herkesin bir şey yapması güzel
Bunu unutmamak lazım. Yazıya dökmezsen unutulur, evet unutulur ama bunu yaşatmanın farklı yolları var. Her neyse herkesin bir şeyler yapması güzel bir şey. Desteklediğim bir şey, okuyorum alıyorum. Alıyoruz, dağıtıyoruz, yardımcı oluyoruz. Mutlaka bu küçük küçük çabalar bir yerlere yazılacak tarih olarak, mutlaka insanlar bu belleği oluşturacak. Belleğimiz gidiyor evet, çok hızla kayboluyor. Çünkü iktidar böyle yapıyor ya dünya böyle yapıyor. Yaşadığımız yeri bu hale getiriyor. Bir gittiğimiz mekana ertesi gün yol gidiyor tamamen başka bir şey oluyor, anılarımız kayboluyor. Ananelerimizle, babaannelerimizle yaşadıklarımız kayboluyor. Böylelikle kayboldukça çocuklarımıza aktaramıyoruz.
Bunu böyle yaşatmak lazım. Ama illa da tutup da biz Ermeni, Gürcü, Laz, Çerkes diye dayatıp da bir karşıtlığı yaratma taraftarı değilim. Biz bugün nasıl ki ‘Hepimiz Ermeniyiz’ dediysek Hrant zamanında, LGBTİ hareketinde, öldürenler ve katledenlere de ‘Hepimiz geyiz’ diyebiliyoruz.
Böyle bir temelden geliyoruz. Çünkü bugün artık milliyetçiliğin en ilkel düşünme tarzı olduğunu düşünüyorum. Ama benim dışında şuradan başka biriyle konuşsan tabii ki Ermeniyiz der, diyenler var. Çünkü onlar da kendilerince bir şeye dayandırıyorlar. Bilimsel temelleri de var aslında. Derelerimizin isimleri, yaşadığımız şeyler,.
Madem böyle her kafadan ses çıkarıyor, ben şöyle diyorum. Hemşinlilerin dernekleri var, vakıfları var. Bu vakıfı, bir çocuğu, bir öğrenciyi filoloji, antropoloji okutacağız ve bizi araştıracak. Bunun işi bu olacak. Ve biz bunun finansmanı olacağız. Bunu ciddi ciddi oturacak her türlü ekibiyle bizde karşılayacağız. Bizim ne olduğumuzu madem merak ediyorlar. Böyle bir şeyde bulunmamız lazım, birini feda etmemiz lazım ve çalışacak. Ama buna gerek var mı? Bana sorarsan gerek yok. Ama ne zamana kadar bu çelişki böyle devam edecek? Bilmiyorum.


  








 

Kategoriler

Genel


Yazar Hakkında