VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Ankara ile cihatçılar arasında tehlikeli yakınlaşma

Aslında, cihatçılarla flört eden ilk ülke Türkiye değil. 1980’lerde üç ülke (Pakistan, Suudi Arabistan ve ABD) Afganistan’ı işgal eden Sovyet Ordusu’na karşı kullanmak istediği, ‘Arap Afganlar’ olarak bilinen Selefi cihatçıların ilk kuşağına para ve silah yatırımı yapmış, lojistik destek sağlamıştı.

ABD Başkanı Donald Trump’ın 9 Ekim’de Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gönderdiği şok edici mektup, günümüzde uluslararası ilişkilerin düştüğü acınacak hali ortaya koyuyordu. ABD Başkanı, Suriye’de Türkiye Ordusu ile Kürt özerk yönetimi arasında savaş çıkmasını engellemek amacıyla (ki bu çatışma büyük ölçüde, yine kendisinin aldığı keyfî kararından kaynaklanmıştı) mevkidaşına seslenirken, diplomasinin abecesinden habersiz ve aklıselimden yoksun olduğunu ortağa koyan bir dil kullanıyor. Fakat mektup aynı zamanda önemli bir noktayı, Kürtlerin askerî lideri “General Mazlum'un müzakere etmeye hazır" olduğunu açığa vuruyor. 
Ankara ile, Suriye’deki silahlı Kürt güçleri arasında tartışılamayacak ne var? Türk liderler ile Türkiye’de yaşayan Kürtler arasındaki, müzakere yoluyla çözülemeyen sorun nedir? 33 yıl boyunca gündemin üst sıralarında kalan askerî çözüm pek bir sonuç vermedi. Geçmişte, çatışmanın milliyetçilikten kaynaklandığı, Türklerin ve Kürtlerin ortak dini olan İslam’ın birleştirici vizyonu içinde barışçıl bir çözüm bulunabileceği söyleniyordu. Suriye’de Kürtlere karşı yeni bir savaş, daha fazla kimlik çatışmasına yol açmak ve –Türkiye’de yaşayan milyonlarca Kürt de dahil olmak üzere– Kürtler arasında Türk devleti ve politikalarının kurbanı oldukları duygusu yaratmak dışında, herhangi bir ‘çözüm’ getirir mi?
Barış Pınarı Harekâtı’nın, şu anda Türkiye’de olan yaklaşık üç milyon Suriyeli mültecinin yeniden Suriye’ye gitmeye zorlanması, böylece Kürt bölgelerinin Arap mültecilerle boğulması gibi bir boyutu da var. Kendi devletlerinin varil bombalarının mağduru olan bu zavallı insanlar, şimdi de Türkiye için ‘sınır muhafızlığı’ yapacak ve Türkiye ile Kürtler arasındaki çözülmemiş sorunların çapraz ateşi altında tutsak olacak. Fakat Kürtlerin yaşadığı bölgelere üç milyon mültecinin yerleştirilmesi de çözüm getirmeyecek. Suriye’deki ve Irak’taki Baasçı rejimler bunu geçmişte denediler ama Kürt meselesi sona ermedi – tam tersine... 
Türk-Kürt ilişkileri çok farklı bir şekilde gelişebilirdi. 2013 yılında Ankara ile Kürt gerillalar arasında ateşkes ilan edildiğini bugün kim hatırlıyor? Bu ateşkes, Türkiye Ordusu’nun köy merkezlerinden çekilmesi ve kontrol noktalarının sayısını azaltmasıyla gerçek bir fırsat yaratmış, müzakereler konusunda gerçek bir olasılık doğmuştu. Ancak o yılın sonunda ilişkiler bozuldu. Ankara, Suriye ve başka yerlerde tercihini radikal İslamcı gruplardan yana kullandı ve Kürtlerle görüşmeleri durdurdu.
Aradan beş yıl geçti; Ankara bundan ne elde etti? Türk yetkililer, Batı’yla ‘liberal’, kendi destekçileriyle ise ‘cihadi’ bir dille konuşabilen, Selefi cihatçılığın ‘makul’ versiyonu ‘Ahrar uş-Şam’ adlı grubu desteklemek için büyük bir kaynak ayırdı ve yatırım yaptı. Tek sorun şu: Ahrar uş-Şam’ın büyük bir kısmını yok eden ne Şam’daki rejim yanlılarının saldırıları, ne de ABD’nin insansız hava araçlarıydı; bu grubun liderlerini ve alt kadrolarını gerçek cihatçılar, yani El-Nusra ve DAEŞ katletti.
Aslında, cihatçılarla flört eden ilk ülke Türkiye değil. 1980’lerde üç ülke (Pakistan, Suudi Arabistan ve ABD) Afganistan’ı işgal eden Sovyet Ordusu’na karşı kullanmak istediği, ‘Arap Afganlar’ olarak bilinen Selefi cihatçıların ilk kuşağına para ve silah yatırımı yapmış, lojistik destek sağlamıştı. Birkaç yıl sonra, siyasi koşulların değişmesi ve Sovyetlerin sahneden çekilmesiyle birlikte, cihatçı gruplar her üç ülkeye de saldırdı; ABD topraklarında 11 Eylül 2001’de yaşanan toplu katliamın yanı sıra, onun kadar çarpıcı olmasa da, Pakistan ve Suudi Arabistan sınırları içinde birçok saldırı oldu. On yıl sonra, 2003’te ABD Ordusu Irak’ı istila ve işgal ettiğinde, Ortadoğu ülkeleri (örneğin Baasçı Suriye) benzer bir oyun oynayarak, gönüllü cihatçıların kendi topraklarından Irak’a geçmesine izin verdi. Bu cihatçıların çoğu, Irak’ta Ez-Zerkavi’nin ağına dahil oldu; bu ağ, DAEŞ’in öncülüydü. Fakat birkaç yıl sonra Suriye’de isyan çıkınca, radikal İslamcı gruplar ülkeyi kendi cihat toprakları haline getirdiler.
Ankara’da stratejik planlamaları yapanlar, Pakistan, ABD, Suudi Arabistan, Suriye ve birçok başka ülke bu konuda başarısızlığa uğramışken, Selefi cihatçı gruplarla başa çıkabileceklerini mi düşünüyorlar? Anlaşılan o ki, Ankara cihatçıları geniş ‘siyasi İslam’ ailesinin bir parçası olarak görüyor; “Belki biraz hiperaktifler ama nihayetinde aileye mensuplar ve idare edilebilirler” diye düşünüyor. Ancak, bu varsayımla çelişen iki sav var. Bunların ilki ideolojik: Selefi cihatçılar Ankara’yı pekâlâ, ‘küffar’la,  yani nefret edilen CIA ve Ruslarla işbirliği yapmakla, topraklarında ABD’nin askerî üslerinin varlığına izin vermekle suçlayabilir. (Bu argüman, Usame bin Ladin ile Suudi liderler arasında anlaşmazlığa yol açmıştı.) Türk liderleri, şeriat kanunlarını uygulamaya koymak yerine seçim düzenledikleri için laik ‘mürteddin’ olmakla da suçlayabilirler. Cihatçılar konuşmalarında bunların hepsini ifade ediyorlar zaten. İkinci sav ise şunu söylüyor: Selefi cihatçı hareket hiçbir zaman, belirli bir iç yapısı ve liderliği olan, birleşik bir grup olmadı. Cemaatin dikkatini üzerinde toplamak için birbiriyle rekabet eden, karizmatik liderlerin yer aldığı, akışkan bir ağ, söz konusu olan. Bu, cihatçıların hem güçlü, hem de zayıf yönü; sözü edilen ağın bir düğümü baskı sonucunda çözüldüğünde, onun yerine yenileri geliyor. Aralarındaki sürekli rekabet, hareketin tamamının dengesiz bir patlayıcı gibi görünmesine neden olan bir radikalleşme ve şiddet sarmalı yarattı. Ankara bir veya iki ya da on cihatçı grupla anlaşma yapsa da, dikkat çekmek için kendilerini gerçek cihatçı, diğerlerini ise ‘küffar’ olarak adlandıracak bir grup her zaman olacak. Buna karşılık, Kürt hareketi, tüm başarısızlıklarına rağmen nizamlı ve disiplinli. Müzakerelerden, Kürt gruplarla iki taraflı tavizlere dayalı bir anlaşma çıkarsa, bu anlaşmaya büyük ihtimalle uyulur. 
Suriye’nin kuzeydoğusundaki savaş, ister Kürt olsun, ister Arap, ister Süryani, bölgede yaşayan herkes açısından bir felaket niteliği taşıyor. Savaş, Türkiye Ordusu ve ona vekâlet eden güçlerin işgali altındaki bölgede yaşamak üzere oraya gönderilebilecek Suriyeli mülteciler için de felaket olacak. Aynı zamanda, Selefi cihatçı grupları ve bu grupların, İstanbul’un banliyölerinden Adıyaman’a kadar, Türkiye topraklarındaki varlığını güçlendirecek. Ankara ile cihatçılar arasındaki bu taktik ittifak sona erdiğinde ne olacak?
Bağdadi, imanlıların halifesi ise, seküler yasalar çerçevesinde seçilmiş bir cumhurbaşkanının emri altına girmeyi kabul eder mi?