OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Köprüden önce son çıkış

Bu hafta, yazının sınırları elverdiğince, içinde bulunduğumuz çarpıklığın tarihsel ve yapısal kökenlerine bakmaya çalışalım. Patrik ve Patrikhane’nin konumundan kaynaklanan bu çarpıklığın nasıl oluştuğunu, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin geçirdiği –ya da geçiremediği– dönüşümlere bakmadan anlamak mümkün değil.

Seçim talimatnamesindeki haksız kısıtlama ve buna itiraz edilmemesi, anlaşılır şekilde, toplumda geniş bir huzursuzluk yarattı. Değabah Maşalyan Şant TV’ye verdiği mülakatta toplumun büyük çoğunluğunun talimatnamaye itiraz edilmemesinden yana olduğunu söyledi. Bunu vakıflar toplantısına dayanarak söylüyorsa doğru bir çıkarım değil, başka da bir dayanak yok zaten. Nitekim, toplumsal rahatsızlık karşısında kendini gösteren bir boykot eğilimi var. Boykot, kelime itibariyle sandığa gitmemeyi çağrıştırıyor. İnsanlar rahatsızlıklarını bir biçimde gösterecekler. Boykot yani sandığa gitmeme seçenekler arasında ama başka yollar da olabilir. Belki boykot yerine, onu da kapsayan biçimde ‘protesto’ tabiri kullanılabilir. Bunların hepsini tartışmak için vaktimiz olacak. Fakat, Değabah ve Müteşebbis Heyet’e biraz daha zaman tanıyalım. Belki köprüden önce son çıkışı kullanmaya karar verirler. Olmazsa boykot/protesto yollarını konuşuruz. Nasılsa onlar hep elde olan seçenekler.
Bu hafta, yazının sınırları elverdiğince, içinde bulunduğumuz çarpıklığın tarihsel ve yapısal kökenlerine bakmaya çalışalım. Patrik ve Patrikhane’nin konumundan kaynaklanan bu çarpıklığın nasıl oluştuğunu, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin geçirdiği –ya da geçiremediği– dönüşümlere bakmadan anlamak mümkün değil. 
Çok söylendiği gibi, Osmanlı’da Müslüman olmayan toplulukların devletle olan ilişkileri ‘millet sistemi’ denen bir sistemle yürütülüyordu. Bu sistemin ne zaman başladığı ve ne gibi değişimler geçirdiği, üzerinde farklı yorumlar olan, başlıbaşına bir konu. Bu konuda, millet sisteminin öyle bir günde kurulmuş değil, zaman içinde oluşmuş ve bizim anladığımız manada şeklini 18. yüzyılda almış olduğunu söylemekle yetinip, kısaca nasıl bir sistem olduğuna bakalım. Bu sistemde, Müslüman olmayanlara belirli iç meselelerde, özellikle medeni hukuk alanına giren işlerde, din ve eğitim işlerinde, belirli sınırlarla bir özerklik veriliyordu. Görece özerkliğin bedeli eşitsizlikti. Müslüman olanlarla olmayanlar arasında, hukuk başta olmak üzere çeşitli alanlarda sistematik eşitsizlik vardı. Gayrimüslimlerden ‘cizye’ adı altında fazladan bir vergi alınması, şer’i mahkemelerde gayrimüslimlerin şahitliği, din değiştiren Müslümanlara ölüm cezası verilmesi, özellikle Hristiyanların orduda ve bürokraside istihdamı, 19. yüzyıldaki temel tartışma konularıydı. Eşitlik meselesine sonra dönmek üzere bir virgül koyalım ve patrikhanelerin ve patriklerin (Yahudilerde hahambaşı) bu sistemdeki rollerine ve konumlarına bakalım. 
Osmanlı Devleti’nin mantığı, yönetimi altındaki kitleyi dinî kimlikler özelinde böldüğü ve algıladığı için gayrimüslimlerin en tepedeki lideri olarak da dinî figürleri yani Ermeni, Rum patriklerini ve Yahudi hahambaşını görüyordu. Bu kişiler, başlarında bulundukları toplumun iç düzeninden ve istikrarından sorumluydular. Ayrıca devletle olan ilişkilerde aracılık yapıyorlardı. Dolayısıyla, vergi ve asker toplamak gibi, dinî kimliklerinin çok ötesine geçen işleri ve işlevleri vardı. Bu onlara kendi toplumları üzerinde de katı yetkiler veriyordu. Hatta bazı ifadelere göre Ermeni Patrikhanesi’nde bir nezarethane dahi vardı (Şimdikiler de ne çok isterdi böyle bir yetkiyi!).   
Bu durum 19. yüzyıl başlarından itibaren, bu yazının hacmini aşan iç ve daha ziyade dış sebeplerden dolayı devlet üstündeki değişim baskısının yoğunlaşmasına kadar sürdü. Bu baskıların önemli bir kısmı da farklı dinlerin mensupları ama özellikle Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki eşitsizliklerin kaldırılması, Hıristiyanların özgürlüklerinin genişletilmesiydi. Osmanlı-Fransa-Britanya ittifakının 1853-56 Kırım Savaşı’nda Rusya’yı yenmesinden sonra ortaya çıkan olumlu havada ve barış görüşmelerinde kendi müttefiklerine karşı elini kuvvetlendirmek isteyen Osmanlı Devleti, onların taleplerine yanıt vererek Şubat 1856’da Islahat Fermanı’nı yayımladı ve orada reformların bir parçası olarak gayrimüslimlerin iç işlerini düzenleyecek belgeleri tanıma sözü verdi. İşte, çok konuştuğumuz 1863 Nizamnamesi, yedi-sekiz sene süren müzakereler sonucunda, bu havada doğdu. 
Bu resme, 1830’lardan beri Osmanlı Ermeni toplumunun kendi içindeki farklı kesimlerin iktidar kavgasını da eklemek lazım. Zamanın Avrupa’sında modern yüksek eğitim alan genç Ermeni entelektüeller, amiraların ve patriklerin toplum üzerindeki hâkimiyetini sorgulamaya başladılar. Esnaflar ve bazı teknokrat amiralar da bu entelektüellere katılınca, bayağı gergin ve gelgitli bir dönem yaşandı. Sonunda amiraların ve Patrikhane’nin hâkimiyeti belli ölçüde sınırlandı. Amiralar tarih sahnesinden bir sınıf olarak çekildiler. Dolayısıyla, 1863 Nizamnamesi, yukarıda bahsettiğimiz dış etkenlerin yanı sıra Ermeni toplumunun iç kavgaları sonucunda şekillendi.
Nizamname patriğin gücünü sınırladı ama onun lider ve temsilci konumunu korudu. Halkın oylarıyla seçilen Genel Meclis patriği seçiyor ve denetliyordu; belli koşullar ve usuller dahilinde, patriğin istifasını dahi talep edebiliyordu. Yazının başında söz ettiğim çarpıklık, millet sisteminin de etkisiyle, Nizamname’nin yapısında kendini gösterdi. Neydi o çarpıklık? Basitçe söylemek gerekirse, ayrıntılı bir şekilde planlanan dünyevi işlerden sorumlu bir yapının başına dinî bir figürü yerleştiriyordu. Patrikler de din adamlığı, bürokratlık ve siyasetçilik arasında gelgitli bir pozisyonda oluyorlardı. 
Cumhuriyete gelindiğinde patriklerin konumundaki belirsizlik ve tutarsızlık daha da arttı, çünkü cumhuriyet idaresi Nizamname’yi tanımadı ama yerine yeni bir düzenleme de getirmedi. Böyle olunca, patriğin güç aldığı bir hukuki metin kalmadı, hatta hukuken Patrikhane de yoktu (hâlâ yok aslında). Fiiliyata baktığımızda ise, sözümona laik bir sisteme geçilmiş olmasına rağmen, dinî bir figür olan patrik fiilen bir topluluğun temsilcisi olarak kabul ediliyordu. Bunun en büyük maddi temeli, patriğin, iki dereceli seçimle de olsa bütün Ermenilerin oyuyla seçilmesiydi. Yani kanunu yok ama popüler tabanı var... Nizamname’deki çarpıklık da (dinî bir kişilikten siyasi ve sosyal işlevler beklemek) varlığını sürdürüyordu ve hâlâ sürdürüyor. 
Kanunu olmayan bir patriğin dayandığı en önemli meşruiyet zemini, seçimle iş başına gelmesi. Gelin görün ki, o seçimler de şimdiki gibi defolu olursa Patriğin ve Patrikhane’nin zaten kırılgan olan etkisi iyice zayıflayacaktır. Böyle bir seçimle seçilecek patrik ne kadar lider olabilir, onu da ilerleyen haftalarda tartışalım.