Kitap tanıtıcısının tanıtım anındaki endişesi

MURAT CANKARA

1930 yılının 22 Kasım günü, saat 15:20’de Berlin Radyosu’nu dinleyenler, Walter Benjamin’in şunları söylediğini işittiler:

“Bugün bir değişiklik olsun diye, sadece bir hikâye anlatacağım sizlere. Ama öncelikle söylemem gereken üç şey var. Birincisi, bu hikâyenin her kelimesi doğru. İkincisi, çocuklar için olduğu kadar, yetişkinler için de heyecan verici bir hikâye bu ve çocuklar da onu yetişkinler kadar iyi anlayabilirler. Üçüncüsü ise, her ne kadar ana karakter sonunda ölse de, bu hikâyenin gerçek bir sonu yok. Buna karşılık hâlâ sürmesi de cabası. Ve belki de günün birinde hikâyenin sonunu hep birlikte öğreniriz.” (‘Radyo Benjamin’, haz. Lecia Rosenthal, çev. Cemal Ener ve Elif Okan Gezmiş, Metis Yay., 2018, s. 156)

‘Vahşi’ ve ‘budala’

Benjamin’in çocuklar ve gençler için hazırlayıp sunduğu programda anlattığına göre, Nürnberg’de, 26 Mayıs 1828’de, akşam saat dört beş sularında, bir vatandaş, evinin yakınlarında, köylü gibi giyinmiş bir delikanlı gördü. Çok geçmeden, dik durmayı ve doğru dürüst yürümeyi beceremeyen bu gencin, sözcük dağarcığı 50 kelimeyi aşmayan bir ‘vahşi’, bir ‘budala’ olduğu girmişti kayıtlara. Sonradan anlaşıldığı kadarıyla, “Ne gün ışığı ne de herhangi bir canlı varlık görebildiği yeraltındaki bir zindanda uzun yıllar geçirmiş [...]. Tahtadan yapılmış iki küçük at ve yine tahta bir köpek onun bu dönemde biricik yoldaşları, su ve ekmek ise biricik gıdası olmuş. Ancak zindandan çıkarılmadan kısa bir süre önce, bilinmeyen bir adam onunla ilişki kurmuş, zindanına girmiş ve kendisini görememesi için arkasında durup elinden tutarak yazmayı öğretmiş.” (s. 160). 

Bugün, kim olduğu ve nereden geldiği hâlâ tam olarak bilinmeyen bu genci Kaspar Hauser adıyla tanıyoruz. Kaspar’ın aslen soylu bir aileden geldiği, bir prens olduğu ve birilerinin ondan kurtulmaya çalıştığı yönünde de güçlü şüpheler varmış. Üstelik, hikâyesinin geri kalanı daha da ilginç. Bunu artık Benjamin’den dinleme şansımız olmasa da, okuma şansımız var. Ayrıca, Kaspar’ın hikâyesi Werner Herzog tarafından filme çekildi (‘The Enigma of Kaspar Hauser’, 1974) ve film 1975’te Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü aldı. Bunun yanı sıra, ‘Kaspar’ın modern edebiyatta da güçlü akrabaları var (örneğin Paul Auster’ın ‘New York Üçlemesi’ndeki Peter Stillman). Benjamin’e gelince, o, bu radyo yayınından yaklaşık on yıl sonra, 1940 sonbaharında, Fransa-İspanya sınırındaki küçük bir balıkçı köyünde, Nazi zulmünden kurtulamayacağı endişesiyle  hayatına son verdi.

Benjamin’in intiharından iki yıl sonra, Werner Herzog’un Münih’te doğduğu yıl, pek dövüşken ve evlatlarına karşı acımasız Avrupa’nın başka bir yerinde ve onu ölümcül umutsuzluğuna sürükleyen savaşın daha ileriki bir aşamasında, 1942’de, Avusturya’nın güneyindeki Griffen köyünde, bir erkek çocuk dünyaya geldi. Annesi Slovenyalı, yani bir azınlık mensubu, yetişkinliğine dek göremeyeceği babası ise bir Alman askeriydi. Çocuk çocukken neler yaşadıysa artık, büyüyünce yazar oldu. Henüz 25 yaşındayken, savaş sonrasında bir müddetliğine sakinleyen Avrupa’nın yeniden gaz sancısı çekmeye başladığı yıllarda, ‘Kaspar’ adlı oyunu yayınlandı. İlerleyen yıllarda o kadar çok oyun, roman, şiir, senaryo yazdı ki, âdet olduğu üzere, bu oyun eleştirmenler tarafından onun ‘ilk’ ya da ‘erken dönem’ eserleri arasında sayıldı.    

Memleketimizde üç kere basıldı ‘Kaspar’. İlki 1984’te; ‘dil’ olmasa bile ‘işkence’ mevzuunun –hele ki asker ve bürokratlar tarafından anlaşılamayacak derecede dolaylı bir ifadesinin- giderinin olması gerektiğini varsaydığım bir dönemde, Estetik Yayıncılık tarafından, Mehmet Fehmi İmre çevirisiyle. İlginçtir, Ayrıntı Yayınları’nın edebiyat serisinin ikinci kitabı da aynı yazarın ‘Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi’ (1988, çev. Sunja Altınel) başlıklı romanı olacak, hatta kitap iki ay içerisinde ikinci baskıyı yapacaktı. Bu baskıdan kısa bir süre sonra, bir süredir bu romandaki kalecinin ruh haliyle yaşayan Avrupa, “acık da öte tarafa” deyip bu kez de doğusundan, Yugoslavya’dan, rahatladı. Bu rahatlamanın bedeli malum. Mazlum-perver memleketimizde de soylarının kırılmak istendiğini bugün artık kendine medenî dünyanın bile kabul ettiği Bosnalı Müslümanlar için, (inşallah muhataplarına ve hem de buna ihtiyaçları varken ulaştırıldığını umduğumuz) muazzam yardım paraları toplandı. Bir yandan da, yapısalcılık ve postmodernizmle dopdolu yıllar göz açıp kapayıncaya kadar geçti ve hani memleket de memleketken Türkçesi yayınlanan ‘Kaspar’, ikinci kez, 2007’de, Ankara menşeli olduğu için arzın merkezi İstanbul’da pek rağbet görmese de sırf Bedrettin Cömert’in eserlerini yeniden okura sunduğu için takdire şayan De Ki yayınları tarafından, bu kez Yılmaz Özbek ve Ahmet Sarı çevirisiyle yayınlandı. ‘Kaspar’ın ilk baskısı, epeydir, (en iyi ihtimalle) ikinci el ve yeni kitapları etiket fiyatlarının çok çok üzerinde bir bedel karşılığı alabileceğiniz meşhur bir alışveriş sitesinde bulunabiliyordu ancak. İmge Yayınları işte bu ilk çeviriyi geçtiğimiz yıl yeniden yayınladı, ki bu yazıya vesile olan kitap da budur. 

‘Dilimin sınırları’

‘Kaspar’ zor bir metin. Yazarına göre, “Bu oyun Kasper Hauser’in GERÇEKTE ne olduğunu göstermiyor. Bir insanla neyin MÜMKÜN olduğunu gösteriyor. Bir insanın konuşmak aracılığıyla konuşturulabileceğini gösteriyor. Oyuna aynı zamanda dil işkencesi de denebilir” (s. 7). Zorluğu da sadece içeriğinden kaynaklanmıyor; ‘karakter’ler arasında ‘diyalog’larla ilerleyen ‘dramatik’ bir metin değil bu. (Bununla birlikte, anlayabildiğim kadarıyla her iki çeviri de işin üstesinden gayet iyi geliyor.) Metin, Kaspar’ın ‘dil’e girişinin şiddet dolu hikâyesine dair sekansların artarda sıralanışından ibaret. Zaten okurken, yazarın, bütün ömrünü adeta Türk sağı Türkiye Cumhuriyeti’nin Latin alfabesine geçişini eleştirirken bir dayanağı olsun (‘Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır’) diye tüketen memleketlisi Wittgenstein’ın etkisini görmemek mümkün değil. Elbette yalnızca dil (‘sözcük’, ‘cümle’, ‘düzen’) üzerine bir şeyler söylemiyor ‘Kaspar’. Dil bir şeyler de taşıyor içinde; örneğin ‘şiddet’, ‘işkence’, ‘faşizm’, ‘mülteciler’.  

‘Kaspar’ın yazarına gelince; 1990’lardan itibaren yaşamı annesinin uzak-vatanı gibi karışmış görünüyor. Yazar yazarken ve Balkanlar bir kez daha kan gölüne dönmüşken, 1996’da, Türkçeye ‘Tuna, Sava, Morava ve Drina’ya Bir Kış Yolculuğu ya da Sırbistan’a Adalet (çev. Sezer Duru, Telos Yay., 1996) başlığıyla tercüme edilen bir kitabı yayınlandı. İlginç bir biçimde Almancada yayınlanır yayınlanmaz tercüme edilen ve maalesef Türkçesi epey sorunlu olan bu kitap (acaba bu yüzden mi çeyrek yüzyıldır ikinci kez basılmadı?), bir inkâr metninden ziyade, Batı’nın dünyaca meşhur ikiyüzlülüğünün tetiklediği bir dizi (başkalarının sormadığı) soru sorarak görünenin ardına geçmeye çalışan; ‘saha’ya inerek ‘kasap Sırp’ imgesine karşı, acı çeken sıradan insanları koymaya çabalayan; nostaljik, edebî bir seyahat metni, yer yer bir ağıt. Sonra yazar, kimilerinin alçak bir katil değil de trajik bir kahraman olarak gördüğü Slobodan Miloseviç’in cenazesinde (2006) -hem de Almanca değil, kağıttan okuduğu aksak bir Sırp-Hırvatçayla- konuştu. Sonra doğal olarak çığ gibi büyüyen tepkiler. 2011 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda, Miloseviç’i hâlâ trajik bir kahraman olarak görüp görmediği sorulduğunda, bu konuda artık tek kelime etmeyeceğini, ağzını ne zaman açsa söylemediği şeylerin, sahip olmadığı niyetlerin kendisine yakıştırıldığını, bundan çok yorulduğunu söyleyecekti. Kaspar da, ‘düzgün konuşma’yı öğrendikten sonra, “Ben konuşturuldum,” (s. 123) dememiş miydi?  Ve Kaspar, konuşmayı öğrenirken; konuşma, utanma ve acıyı şöyle bağlamamış mıydı birbirine: 

“Konuşmaya başladığımdan beri düzenli bir biçimde ayağa kalkabilirim; fakat konuşmaya başladığımdan beri düşmek sadece acı veriyor: Fakat acı hakkında konuşabileceğimi bildiğimden beri düştüğüm zaman duyduğum acı hafifledi; fakat düşüşüm hakkında başka birinin konuşabileceğini öğrendiğimden beri düşmek daha kötüleşti; fakat acıyı unutabileceğimi öğrendiğimden beri artık düşmek acı vermiyor; fakat düşmekten utanabileceğimi öğrendiğimden beri acı artık hiç bitmiyor.” (s. 33)

Trajik kahraman

O halde, vaziyet şudur: 1) Şüphesiz, “Kendini cümlelerle sessizleştirebilirsin. Uslu ve sessiz olabilirsin” (s. 67) diyen eğiticilerinin değil, “Kendimi anlaşılabilir kılabilirim” diyen Kaspar’ın tarafındayız. 2) Ortalık her zaman olduğu gibi goygoydan, laftan geçilmiyor fakat asıl “sözler”, “düşünceler” meydanda yok. Nitekim Aslı Erdoğan için söylenenler de söylendiğiyle kalmayacak mı? 2) Ronald Grigor Suny’nin bile inkârcılıkla itham edilebildiği bir dünyada yaşıyoruz. 3) Avrupa güzel, güzel amma çok zor. 4) ‘Kaspar’ın yazarı trajik kahraman olmaya Miloseviç’ten daha yakındır. Eserlerinde şiddetin envaiçeşidi üzerine yazıp adı son tahlilde ayan beyan bir etnik temizliğin savunusuyla özdeşleştirilen, ayrımlarını gözler önüne sermek için kılı kırk yardığı sözcükler en kaba halleriyle üzerine saldırtılan, zirveye (Nobel) ulaştığı anda dibe vuran, ortalamadan fazlaca üstün bir insana başka hangi sıfat yakıştırılabilir ki? 


Kaspar

Peter Handke

İmge Kitabevi

126 sayfa.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ