Dersim Soykırımı ve ‘Kötülüğün Sıradanlığı’

Çalışmalarını Almanya’da sürdüren tarihçi Zeynep Türkyılmaz Dersim’de 1938’te devlet eliyle yaşatılan vahşete dair önemli bir belgeyi paylaşıyor. Harekata katılan bir askerin günlüğüne yazdığı notlar, hem 1938’te neler yaşandığını, hem de bu vahşetin kimi askerlerce nasıl da duygusuz biçimde icra edildiğini ortaya koyuyor.

ZEYNEP TÜRKYILMAZ*

“9 Eylül
Ah bugün İzmir’de olsaydım.  Halbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz. 
Hep o….  X 
Bugün de dağları ormanları tarayarak ovaya  geldik. Bizim bölük Şam Uşaklarının  başı olan Şeytan Ali’nin kafasını ve bir çok daha insan öldürerek hepsinin kafasını getirdi. Şimdi bizim bölük çok gözde, bütün zabıtlar kahraman bölük diyorlar. Ali Galip Paşa bizim bölüğün gözlerinden öptüğünü telefonla söyledi. Geceyi Ovacık’ın bir saat ilerisinde geçirdik. Yine çok yorgunuz….”

Dersim Soykırımı'nı şu ana  kadar göremediğimiz bir açıdan  anlatan bu vurucu satırlar, Atatürk Kitaplığı’nın  yakın zamanda internet üzerinden kullanıma açtığı dijital kaynaklar arasında bulunan, 1938 yılına ait bir hatırattan alınma. Zorunlu askerliğini  yapmakta olan bir asker tarafından, bizim kuşağın Ece Ajandası diye bildiği, eski adıyla Ece muhtıra defterine  27 Temmuz ile 25 Eylül arasında  Osmanlıca yazılmış notlardan sadece birisi. Bazen bir, bazense birkaç  farklı seferde çabucak karalanan, ancak her gün düzenli olarak tutulan bu hatırat,  Dersim’de yaşanan vahşeti ilk defa emir komuta zinciri içindeki uygulayıcılarının perspektifinden, araya zaman girmeden, sıcağı sıcağına anlatıyor. 
9 Ocak günü yazılan, “Çok canım sıkılıyor  biraz sokağa çıktım,” sözleriyle başlıyor  bu günlük notlar. Ondan önceki birkaç sayfa yırtılmış gibi görünüyor, ancak kim tarafından ve ne sebeple yırtıldığı muğlak. Kesin olmasa da isminin Yusuf Kenan Akım olduğunu tahmin ettiğimiz bu Samsunlu gencin ne mesleğini, ne eğitimini ne de neyi sevip sevmediğini biliyoruz. Annesi babası kardeşleri ve birkaç iyi arkadaşı olduğunu öğreniyoruz notlardan. Hatıralar askere gitmeyi beklerken geçirdiği, boş zamanın bol olduğu bir dönemde başlıyor. Ara sıra sinemaya ve konsere gittiğini, roman okuduğunu, arkadaşlarına, akrabalarına  ille de sevgilisi Nedime’ye bol bol mektup  ve kart  gönderdiğini biliyoruz. Kendine dair son derece az detay barındıran bu hatırata, yazarının Nedime adlı bir kadına olan yoğun, şüpheci ve  bazen de saplantılı aşk, damgasını vuruyor.  Hemen her gün  en az bir kez, ‘Nedimem’,  bazen de kod adıyla ‘X’, ya da ‘hain’ diye seslendiği sevgilisine özlemini,  hasretini,  kızgınlığını, öfkesini, ve şüphesini not ediyor.  Belki de bu hatıratın başından sonuna kadar, hiçbir koşulda unutulmayan, değişmeyen tek şey Nedime’ye duyduğu yoğun hisleri ifade etme ihtiyacı  ve ondan gelen ya da gelmeyen  cevabın yarattığı ruh halinin kaydı. 

Günlükten sayfalar

Dersim’e gidiş
Günlüğün yazarı 27 Nisan 1938’de askerliğin acemilik kısmını geçirmek üzere Amasya’ya gider. Bu dönemdeki notlar yeni ortama alışma çabaları,  hastalığı ve Nedime’ye olan özlemi ve ona dair endişeleriyle dolu.  Bu sıkıntılı hislerin yanı sıra çarşı izinleri, kısa da olsa Samsun’a gidişi,  Nedime’yi görüşü ve komutanlarıyla olan iyi ilişkilerinden de bahseder. Birinci ayın sonunda, 28 Mayıs’ta 56. Alay olarak yemin törenini ifa ederler. 27 Temmuz’da ise  günlüğüne ‘Alayca Hareket’ başlığını atar ve altına  Amasya’dan trene binmeyi beklediklerini yazdıktan sonra, ‘Beni  silahsız sıhhiyeci olarak ayırdılar,’ diye belirtir.  30 Temmuz’da ilk olarak hareketlerinin Dersim’e olduğunu yazar: ‘Dersim Dağı, Fırat nehri kenarındayız. Bugün yine arkadaşlarla Fırat nehri kenarında resim aldırdık.’  Kısa bir süre sonra da Altunovası Manevrası diye adlandırdığı Dersim tarama operasyonuna  dahil edildikleri ortaya çıkar.  25 Eylül’e kadar Dersim’de geçirdiği iki ay  boyunca dağlarda geçirdiği zamanlara, yaptıklarına ve tanık olduklarına dair notlar tutar. Notlar, dönüşte dağıtımla gönderildiği askerlik dairesindeki deneyimleriyle devam eder.  Bu süreçte can sıkıntısına dair yazdıklarına geri dönerken, ailevi meseleler, Amerika’dan gelen milyoner halazade, Atatürk’ün  sağlık sorunları ve bunları müteakip ölümü sıkça yer alır.  Hatırat kısmını 31 Aralık günü yazdığı, sevgilisi Nedime’ye adanan şu romantik notla sonlandırır.
“X yok yok.... 
X.... Derler ki ölüm var. Yine diyorlar ki ölmeyen şeyler var. Ben ikisine de inanıyorum. Ölüm maddedir. Ve yaşayan sevgidir. Burada ölen maddenin kemikleri ve yaşayan sevginin ruhu yatıyor. 
Bu muhtıra arasında bir türbe ve saray, X....”

Yılın özeti
Ajandanın son kısmında ise gelir gider kaydı için ayrılan bölüme, ‘Bu ayda doğanlar’  başlığı altında kız ve erkek isimleri yazar, ve bu aylarda doğanlara dair horoskoptan alınma karakter tahlilleri ekler. Geri kalan sayfalarda kısa bir gelir  gider hesabından sonra yılın hulasasına dair notlar tutar.  
“Temmuz:
27 Temmuz 938de Dersime, Kürt üstüne  hareket ettik
Ağustos:
Bu ayı da Dersimde geçirdik, çok izdirap çektik
Eylül
Yine Dersimdeyiz. Elazığından geri döndük. Dağları tarıyoruz”

Sarsıcı bir metin
Osmanlı- Türkiye çalışmalarında sıradan hayatlara dair hatıratlarla çok nadir karşılaştığımız için bu defter tarihçilerin geneli açısından  sunduğu  açı itibariyle kıymetli bir kaynak  türü. Ancak Dersim meselesi özelinde bakıldığında ise,  bu hatırat araştırmacıların hali hazırda bildiği ve yazılı ve görsel olarak ürettiği Dersim 1938 anlatısının detaylarına katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona radikal bir müdahale imkanı da sağlıyor.  Kişisel olandan başlamam gerekirse, 1999 yılından beri Cumhuriyet’in Dersim siyasetini çalışan, bu konuda yazılmış şiddet tahayyülü, planı ve uygulaması içeren sayısız rapor ve belge okumuş, mağdurlarıyla görüşmeler yapmış ve bu konuda yazılmış birçok yazı, çekilmiş film ve belgesel seyretmiş bir tarihçi olmama rağmen, bu metin benim için hem duygusal hem de entelektüel açıdan beklemediğim kadar sarsıcı oldu.   
Tarama operasyonun anlatıldığı bu iki ayda belki Dersim 1938’e dair yepyeni, hiç kimsenin, en azından Dersimlilerin bilmediği  bir şey söylemiyor bu hatırat.  Ancak sayılamayacak kadar, failinin de saymak ihtiyacı duymadığı kadar çok bir ölme, öldürülme hali tasvir ediyor. Yerden makinalı tüfek ve askerle, gökten uçaklarla saldırılan Dersim’in bir ucundan ötekine, dağıyla nehriyle, hayvanıyla insanıyla tüm canlılarının tarumar edilmesini, bunun karşısında korkuyu ve direnişi de not ediyor.  Ancak burada resmi raporlardaki soğuk, analitik ve ‘Devletin bekası için elzem ve caizdir’ gerekçelendirmesini ya da milliyetçi çerçevenin tutkulu savunmasını görmüyorsunuz. Yani Fevzi Çakmak’ın meşhur ve meşum ifadesiyle, ‘Dersim okşamakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin müdahalesi daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvel koloni gibi nazarı itibara alınmalı’  kararlılığı yok bu hatıratta. Ya da Dersim harekatın sembol yüzü, Cumhuriyet neferi Sabiha Gökçen’in ‘Hareket eden her şeye ateş ettikten’ sonra Atatürk’ün  ona ‘düşman’ eline geçme ihtimaline karşı verdiği silahı kendisi için kullanma ‘adanmışlığı.’ 
Ne anılarında Dersim’de yaşananları ve daha önemlisi bir piyade olarak kendi yaptıklarını ‘Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum’ diyerek anlatmayı reddeden Orgeneral  Muhsin Batur gibilerin farkındalığını, ne de yaşlandıkça ağırlaşan hatıraları göz yaşlarıyla anlatan askerlerin pişmanlıklarını okuyorsunuz bu satırlarda.  

Ajandada yer alan bu fotoğraftaki kişinin Yusuf Kenan Akım olduğu tahmin ediliyor

Sıradan Kötülük
Tam tersine karşınızda gördüğü, yaşadığı ve hatta faili olduğu bütün vahşeti büyük bir kayıtsızlıkla anlatan adeta Hannah Arendt’in  Eichmann yargılanmasından yola çıkarak kavramsallaştırdığı Sıradan Kötülüğün (Banality of Evil) vücut bulmuş hali var.  Bu askerin, tercihiyle değil de emir komuta zinciri içerisinde Dersim’e geldiği malum. Hatta yaptıklarının çoğunu, belki de hepsini verilen emir icabı yaptığını ve itaatsizliğin ağır bedeli olacağını  söylemek de mümkün. Her ne kadar Dersimlilerin anlatılarında onları gizlice kurtarmaya çalışan, ya da gözyaşlarıyla emre itaat eden askerler de yer alsa da çoğunlukla bunların Alevi ya da Kürt askerler olduklarını da vurguluyorlar. Elimizdeki hatıratta ise herhangi bir pişmanlık, soru işareti, acıma, merak, korku, ya da kan tutması gibi bir vicdani tepki göremiyorsunuz.  İnandığı bir davaya dair ya da karşısındakini  düşman gören bir ifade de yok yazdıklarında. Her gün ölümlerine şahit  ve sebep olduğu insanların kim olduğuna ve neden bunlara maruz bırakıldığına dair en ufak bir açıklama ya da merak  ibaresinin olmaması son derece çarpıcı. Hedeftekilerden sadece Kürtler diye bahsediyor,  birkaç kez de ‘Asi’ kelimesi geçiyor. Ancak ne isyan ne de başka bir türlü bir fiilden bahsediyor.  Askerin anlatısında, ne niye başladığı, ne de ne zaman biteceği mühim. Dersimlilerin kayıtsız ve hesapsız öldürülebildiği ve kimsenin de çok kafa yormasını gerektirmeyen, sonsuza kadar sürebilir bir öldürme halini okuyorsunuz kısacık notlarda, sayfalar ve günler boyunca.  Sonunu bildiğiniz, planlarını okuduğunuz bir trajedinin, adım adım inşasını takip ediyorsunuz bu sıcağı sıcağına tutulmuş notlarda. Ne zamanın getirdiği pişmanlık, ne de emir komutayı sorgulama isteği, sadece ölüm var bu satırlarda.
Dersim harekatı öncesi ve sonrası yazdıklarına baktığınızda ise, sağınızda solunuzda gördüğünüz herhangi bir insandan ayırt edemeyeceğiniz, romantik ve körkütük aşık genç adamın vücudundan ayrılmış kafaları, cesetlerle dolu nehirleri, yakılan köyleri not ederken okunan duygusuzluk ve vaka-i adiye hissi, alışkın olduğumuzdan farklı bir fail tipini ortaya çıkarıyor.  Öyle ki 9 Eylül’de yazdığı notta da görüleceği üzere X ya da Nedime, bulunduğu duruma duyduğu kızgınlıkla, kesilen kafaların ortasında aklına geliveriyor. Belki bazen bir kaçış ve ya sığınma olarak, ama çoğunlukla  uyguladığı ve gördüğü şiddete duyduğu kayıtsızlık olarak. Bu durum, Dersim özelinde fail profilini karar alıcılardan ‘sıradan’ uygulayıcılara genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda fail tanımlamanın, genel olarak bütün toplu şiddet ve soykırım deneyimlerinde çetrefilli bir mevzu olduğunu da kanıtlıyor. 

"Buralarda çok sefil kaldık..."
Bu hatırattaki askerin failliği aynı zamanda kendisine atfettiği mağdurlukla tanımlı.   Aklından çıkmayan ve vefasızlıkla suçladığı aşkının yanı sıra, duygusal tepki doğuran tek diğer durum, hatıratın sahibinin çektiği ‘acılar’ ve bulunduğu yerden duyduğu memnuniyetsizlik.  Ancak bunun sebebi Dersimlilerin maruz kaldığı şiddet, ya da bu şiddetin uygulayıcısı olmak değil. Dersimliler yok edilirlerken, askerlerin kendilerini içinde buldukları coğrafi ya da fiziksel zorluklar. Kelimelerimle tasvir etmekte zorlandığım için yine hatıratın kendisine bırakayım sözü:

“3 Eylül
Cevizli ilerisindeyiz.
Gece saat 12de çadırlarımızı sökerek Pertek’ten hareket ettik. Sabaha kadar yol yürüdük. Nihayet saat 7de bir su kenarında konakladık. Fakat derenin içi insan leşleriyle dolu olduğundan, susuzluktan öldük. O kadar  yürümüşüz ki ayakta duracak kuvvetim yok. Ya Rab sen kurtar bizi buralardan...”

“11 Eylül
Bugün de dağları tarıyoruz. İnsan leşlerinden derelere girilmiyor. Burası o kadar soğuk ki adeta donuyoruz. Gece herkes of anam diye ağlıyor. Dünyanın en büyük cefasını biz çekiyoruz.  Bu günlerimde hep seni düşünüyorum X, hep seni.”

“12 Eylül
Bu sabah erkenden kalktık. Yine dağlarda tarama harekâtı yapıyoruz. Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz…..
yan yazı:  Bugün arkadaşlar yağ  bulmuşlar, pirinç aldık, güzel bir pilav yapıp arkadaşlarla yedik.”
2. yan yazı: Artık  insanlıktan çıktık, çok perişan olduk.”

“5 Eylül
Bu gece Hozat’ta kaldık yine. X--- onu rüyamda gördüm. Toprak üstünde yatmaya o kadar alışmışız ki, görüyorsunuz rüya bile görüyoruz. 
Bugün  başefendi ile birlikte Hozat’ta hamama girdik. Birkaç gündür  çok harab olmuştuk. Hamamda bütün yorgunluğumuz çıktı.”

“16 Ağustos
Bu gece de Ziyaret Tepesinde arkadan kuvvet bekliyoruz. Aç kaldık, mağaralara girdik . Kürtlerin bıraktığı darı undan  dürüm yaparak  yedik. Burası çok soğuk, kar diz boyu...”


Şahidin yükü
Yıllarca isyan anlatısı içinde suskunlaştırılan, yaşadıkları yok sayılan Dersimliler, vücutlarında ve ruhlarında taşıdıkları soykırım izlerini de, kurtulmaya çalışmak bir yana,  katledilen akrabalarına ve kırılan Dersim’e şahitlik etmek için, beraberlerinde taşıdılar. Bunun yakın zamandaki en güçlü örneklerinden birisi 1938’de beş yaşında olan Hüseyin Akar’ın gözlerinin önünde, üstlerine gaz dökülerek yakılan elli beş köylü ve akrabalarının hikayesini, ‘1938 benim için ayrı bir dünyadır. Bu dünyayı tekrar yaşamak istemiyorum. Fakat bu dünya beni bırakmıyor...orada yanan bendim’  sözleriyle anlatmasıdır
Askerin kum torbalarıyla uçaklardan atılmış emirler çerçevesinde ‘yol boyu’ yaktığı köylerden bir tanesi midir Hüseyin Akar’ın köyü bilinmez, ama elimizdeki hatıratın okuyucusuna aktardığı, şiddeti kanıksamış, kan tutmayan fail tipi Dersim çalışmalarına iki türlü katkı sunuyor.  Öncelikle şu ana kadar nasıl ve ne kadar çok öldürüldüklerini kanıtlamaya çalışan Dersimlileri, şahitlik yükünden kurtarır. Hikayeyi planlardan, krokilerden, ya da Muhsin Batur’un sessizliği üzerinden, ya da arşivden çıkacak bomba alımı belgesinden değil de, faillerin anlatısı üzerinden kanıtlamayı mümkün kılıyor. 
Ölüm saçan uçaklar, cesetlerle dolu nehirler, kesilen kafalar, canlı yakalanıp öldürülen insanlar, köy yakmaları, el konulan hayvan sürüleri ve mağaralarda hayata tutunma mücadelesi Dersimlilerin 1938 anlatısının özeti. Ancak buradaki önemli bir fark askerin bunu  yaparken, ya da yapmadan önce emir beklerken, yine kan dondurucu bir sıradanlıkla , ya da kendine dair bir mağduriyet hikâyesiymiş gibi anlatmasında:

11 Ağustos
Bu sabah erkenden karşıdaki köye baskın yaptık. Fakat köyde kimse  yoktu.  Yakılması için haber bekliyoruz. Hafif makina Yılan Dağı’nı kurşunla dövüyor. Bugün dağları tararken 10 Kürt çıktı. İkisini bizim bölük vurdu. Bir kısmı yaralı kaçtı, bir kısmı da yakalandı. Şimdi yani 11:30’da Kozluca (tam okunamadı) köyünü yakıyoruz.”

“18 Ağustos
Sabah saat yedi buçukta Zara’nın nahiyesinden hareket ettik. Pülür’e, sonra Cevizli köyüne geldik. Yol boyunca olan bütün köyleri yaktık. Dağ içinde bir kulübeye girdik. 100 keçi bulduk. Ve meşum bir vaziyet karşısında kaldık. Bir Kürt kadını kendisini iple asmış. Bir (okunamadı) çökelek süt de bırakmış. Gece saat 21’de Karaoğlan’a geldik. Geceyi burada geçirdik.”

Yukarıda da değindiğim gibi, bu hatırat Dersim Soykırımı’nda planlayıcı kadroları ya da Sabiha Gökçen gibi yüksek profillere sıkıştırılmış fail profilini daha genişleterek, sıradan insanların emir komuta zinciri dahilinde nasıl katılım gösterdiği detaylandırarak  bu kadar büyük bir  katliamın nasıl hayata geçirildiğin anlamamızı mümkün kılıyor.  Dersim’e gelmek üzere silahsız sıhhiyeci olarak ayrıldığını belirten hatırat sahibi, tarama operasyonları boyunca kişisel olarak yaptığı sıhhiyeye dair bir faaliyet kaydetmediği gibi, burada da kendine dair çok nadir olarak bireysel ifadeler kullanıyor. Sadece bir kez, 14 Ağustos’ta, ‘Bugün Ovacık’a geldik, bir  iki el silahı kullandık’ notuyla bireysel fiilini not ediyor.  Bir başka örnekte ise kendisinin değil ama bir erin bireysel fiilini not etme ihtiyacı duyuyor, o da kafa kesmelere dair:

“10 Eylül
Bugün dağlar ormanlar tarandı. Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi. Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor.
Buralarda çok sefil kaldık...”

Onu dışındaki bütün hareketleri, faaliyetleri ve özellikle öldürme, yakma gibi fiilleri bölük olarak,  birinci çoğul şahıs kullanarak üstleniyor. Girişte alıntıladığım 9 Eylül notuna tekrar dönersek, kafaları kesen de, kahraman olarak anılan da, bölük. Öyle ki Dersimliye karşı faillik de, kahramanlık da, bir kolektifin parçası olarak mümkün ve manalı.  Hakeza 15 Eylül’de yazdığı kısa not da benzer bir şekilde anlatır yüksel profilli bir asiyi daha imha etme başarısını: 

“15 Eylül 
Yan yazı:
Bu gün Söğütlü köyünü taradık. Şüpheli insanları topladık. Koç Uşağının ele başısı olan İbrahim ağayı bugün dere içinde kurşunla öldürdük...”

Öldüren kurşun hatıratı yazan askerden mi çıkmıştır diye merak ediyor insan.. İbrahim Ağa’yı kim bulmuş, nasıl teşhis etmiştir, Koç Uşağı kimdir onu da  yazma ihtiyacı dahi duymamış. Sadece topluca tarayan, toplayan ve öldüren bir faillik tarif etmiş yeniden.

Hatıratın yazıldığı Ece ajandasının kapağı

Talan...
Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Dersim açıklamaları üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Dilekçe Komisyonu’nda kurulan Dersim Alt Komisyonu’na  Dersimlilerin  yaptığı başvuruların birçoğunda, yaşadıkları insan kayıpları yanı sıra,  uğradıkları maddi zararların da araştırılması ve tazmini talebi yer alıyordu. Her ne kadar maddi kayıplar yaşanan yıkım ve travma karşısında ikincil görünse de bu hatırat maddi talanın da nasıl bu operasyonun sıradan bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. 

“12 Ağustos
Sabah erkenden toplar ve tayyare sesleri etrafı sarsıyor. Kürtler ablukada şaşırmış bir vaziyetteler. Bugün orman içinde bir inek  3 koyun 15 keçi bulduk. Sırf bizim bölük kesip yedik. Bu gece de Yeşiltepedeyiz.”

“13 Ağustos
Bugün bizim bölük bir derede yirmi bin  koyun ve 50 Kürt yakaladı.”

Bütün bu talan hikayelerinde yazarın pek de hoşlanmadığını ve tasvip etmediğini hissettirdiği tek örnek askerlerin arı kovanlarına saldırısı gibi duruyor. Her ne kadar köye birlikte gelinmişse de, diğer askerlerin kendisinin de talan diye  tabir ettiği şekilde saldırmalarını, özellikle de kovanlara girmelerini üçüncü  çoğul şahıs zamiri kullanarak anlatmayı, kendini ayrı tutmayı tercih ediyor.  Bu hassasiyetin sebebini bilmek mümkün değilse de hatırat sahibinin istediğinde tepkilerini, onaylamadığı durumları son derece nüanslı bir şekilde aktarabildiğinin bir örneği olarak akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum.

“7 Eylül 
Sabah erkenden ormandan hareket ettik, bir köye geldik. Bütün asker köyü talan etti. Bal peteklerine girmişler, çoğunun yüzünü, burnunu ve her tarafını arılar sokarak şişirmiş. Hasta bir vaziyetteler. İkindiye doğru  bir dağ eteğinde çantalarımızı bıraktırdılar ve dağa tırmandırdılar.  Sabaha kadar da sıradağ tepelerini bekledik. Hepimiz uykusuzuz. Dere içinden koyun sürüsü ve insan kümeleri görülüyor. Sabahı bekliyoruz. Çok susuz kaldık.”

1938: Korku ve Direniş 
Ölüm harici Dersimlilere dair çok az şey kaydetmiş bu hatırat. Boşalmış köyler, dağlara sığınmış köylüler, terk edilmiş mağaralar, kendiyle meşgul yazarın çok da detaylandırmaya gerek duymadığı durumlar gibi görünüyor. Ancak 8 Ağustos’ta tarama sırasında köylülerin korkuyla dağlara çıktığını, tarama sonucu bulduklarında da ‘Biz  asi değiliz’ dediklerini kaydediyor. Benzer şekilde direniş de çok yer tutmuyor notlarında. Birkaç çatışmadan bahsetse de, onun bulunduğu yerden görünen, makineli tüfeklerle dövülen ve uçaklarla bombalanan dağlar ve gediklerinde sıkışmış, kaçışan ve takip edilmesi gereken insan ve hayvan sürüleri. Belki de Dersimlilere ve kalan direnişe dair kullandığı durumu özetleyen ifade 9 Ağustos’ta bir çatışma sırasında yazdığı iki kelimedir: ‘Kürtler ablukadadır.’


Sonuç
25 Eylül’de Dersim’den döndükten ve bir kaç gün izin kullandıktan sonra hatıratın yazarı yazıcı olarak askerliğine devam eder. Dersim’den döndükten sonra oraya dair belki ironik ama kesinlikle çarpıcı ilk not 7 Ekim tarihlidir ve şöyledir: 
‘Bugün tartıldım, 61 kilo geldim, demek Dersim yaramış..’ 
1938 sonuna kadar aldığı notlarda Dersim’e dair tekrar bir değerlendirme ya da harekatı takip ettiğine dair herhangi bir emare görünmüyor. Emirleri bölükçe uyguladıkları 2 ay sonunda, muhtemelen Dersim konusu bu asker için kapanmıştı.  Hatıratı okurken hep ‘Acaba kaçırdığım bir şey mi var,  yanılıyor muyum, acaba bu kayıtsızlığın, vurdum duymazlığın başka bir sebebi olabilir mi? Acaba başkalarının okuyabileceğinden mi korktu?’ diye düşündüm, düşünmek istedim. 
Ajandanın en başına, 13 Ağustos’ta  Osmanlıca olarak yazılmış iki not bu beni daha da özenli okumaya itti: 
“Lütfen bu hatıra defterini bulursanız okumadan aşağıdaki adrese gönderiniz: 
Yusuf Kenan Akım 
Hükümet Önü, Yazı evi 
Çarşamba
Dersim dağlarında 
13 Ağustos 938 Cumartesi günü’
Yanındaki sayfaya bu sefer de Latin alfabesiyle: ‘Lütfen okumayın, çünkü kendi hayatıma aittir. 14.8.1938, Pazar. Dersim”

Operasyona dahil olduktan aşağı yukarı iki hafta sonra yazdıklarının  başkaları tarafından okunmasının ona zarar vereceğini mi düşündü acaba?  Eğer öyleyse bu tarihten önceki notların farklı olması beklenmez mi? Korktu mu? Öyleyse yazmaya, ve aynı şekilde yazmaya neden devam etti? Neden Dersim’den sonra ona dair başka bir şey eklemedi? Bu ve benzeri sorulara okuyucular kendisi açısından cevap verecektir elbette. Toplumsal şiddeti çalışan bir tarihçi olarak benim cevabım ne korku ne de endişe, askerin hatıratında iki ay boyunca tekrar tekrar göz önüne serdiği, kişisel ve bir kolektifin parçası olarak  bir soykırım faili olduğu gerçeğini yadsıyamaz. Diğer bütün kolektif şiddet örneklerinde olduğu gibi, alışılagelmişin dışındaki fail portresi ve de fiillerin emir komuta zincirinde, neredeyse mekanik işlenmiş olması, Dersim’in geri dönüşü olmaz bir bicimde tarumar ve ‘ıslah’ edildiği gerçeğini değiştirmez ancak faillerinin ve sorumluluğun ne kadar fazla; ve bir kategori, ideoloji ya da duruma indirgenemeyecek kadar birbirinden farklı olduğunu gösterir. Dersim’in ıslahı projesi, tahlilleri, ırk kategorileri, planlaması, ve uygulaması açısından Osmanlı-Cumhuriyet soykırımları arasında Holokost modeline en yakın örnekti. Bu asker hatıratının ortaya çıkardığı fail tipi, bu benzerliğin önemli başka veçhelerinin de olduğunu gösteriyor. 
Merak ettiğim ikinci bir nokta da bu hatıratın nasıl olup da önce Samsun Halk Kütüphanesi’ne, ardından da Atatürk Kitaplığı’na kadar ulaştığı. Acaba yazarı araya zaman girince diğer bir iki örnekte olduğu gibi, failliğini  kendisi mi ifşa etmek istedi? Pişmanlık mı duydu? Ya da ailesinden birisi, onun rızası ve belki de bilgisi olmadan bu hatıratı araştırmacılarla paylaşmak mı istedi? Başka senaryolar da akla gelse, ben bu iki ihtimalin çok önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum.  2011 sonrasında Dersimlilerin taleplerinden birisi de Genelkurmay Arşivi de dahil olmak üzere devletin Dersim arşivlerinin açılmasıydı. Bu, her ne kadar meşru ve mühim bir talep olsa da, bu hatırat bize gösteriyor ki eğer bir yüzleşme ve ‘Bir daha asla’ deme ihtimali varsa, bu ancak ‘devlet-dışı’ başka arşivler ve hafızaların da  bu sürece katılımlarıyla mümkün. Onun için bunun benzeri materyallerin ortaya çıkması, Dersimliler için bir iyileşme imkanı sunmakla birlikte, asıl olarak failler ve aileleri açısında bir ahlaki zorunluluk. Zira saklanan küçük bir aile sırrı değil, Dersim’in büyük yarasıdır. Tazmini mümkün olmayan karşısında hem tarih hem de ispatın yükünü sırtlanma sırası artık onlardadır...

* Osmanlı tarihi üzerine çalışan Dr. Zeynep Türkyılmaz Forum Transregionale Studien ve Freie  Üniversitesi Küresel Tarih programında misafir öğretim gorevlisidir.    

Kategoriler

Dosya