“Dövüştüm, kazandım. Böyle başladı işte”

25 Ocak Cumartesi günü, 90 yaşında hayata veda eden, Türkiye'nin boks tarihinin en önemli isimlerinden Garbis Zakaryan bundan tam 10 yıl önce 10 Ocak 2010'da Agos'tan Bercuhi Berberyan'ın sorularını yanıtlamıştı. Bu röportajı sunuyoruz.

BERCUHİ BERBERYAN

Boksu hiç sevmem. Boksörlere ilgi duymam. Ama benim çocukluğumda, Boksör Garbis, sevilmemesi mümkün olmayan bir ilahtı âdeta. Babamla amcamın bir transistörlü radyodan onun önemli bir karşılaşmasını izlerken yaşadıkları coşku hâlâ gözümün önündedir. İki önemli Garbis var olmuştur bizim aile için; biri babam Garbis, diğeri boksör Garbis. O yüzden, tüm boksörler bir yana, Garbis Zakaryan bir yana. Az mı kasılmışımdır çocukluğumda, “Benim babamın adı da Garbis” diye…

Heyecanla gittim Kınalıada’daki evine. Heyecanla da karşılandım. İtalyan asıllı eşi Hersilya ile fır döndüler etrafımda, rahat ettirmek için beni. Oğullarının öğretmeniydim. Yıllardır görüşmemiştik. Üç-beş havadan sudan, çocuklardan, ortak dostlardan, yazdıklarımdan sohbetledikten sonra “Nasıl başladı bu boks merakı?” diye ilk soruyu soruverdim pat diye.

“Tüy sıklet bile olamazsın”

“Sene 1944, yaş 14” diye başladı Zakaryan. Sonrası çorap söküğü… Yetişebilmek marifet. “Galatasaray Kulübü’nde boks maçları yapılırdı o yıllarda, seyretmeye giderdik arkadaşlarla. Her defasında içim kıpır kıpır olurdu. En sonunda, bir gün karar verdim; ben de boks yapacaktım. Hemen Beyoğlu Spor Kulübü’ne gidip kaydımı yaptırdım. Güzel bir kulüptü. Aşağıda basket oynanır, yukarıda boks yapılırdı. ‘Ben boksör olmak istiyorum’ diye antrenörün karşısına dikildiğim günü hiç unutmuyorum. ‘Sen mii?’ diye gülmüştü adam… ‘Git oğlum git, hele biraz vücut falan çalış da öyle gel, tüy sıklet bile olamazsın bu vücutla’ demişti. Ama beni görsen, sinek gibiyim… O zamanlar ilk sıkletler 51 kilo, ben ise 48 kiloyum. Şimdi artık 48 kilo da var.

Kös kös döndüm. Gittim, aşağıda bir müddet vücut çalıştım. Sonra gene dikildim karşısına. Adam beni gene kovdu. Kaç kere gittim geldim biliyorsun? Sonunda bıktılar ve ‘Peki, gel bakalım’ dediler. İlk 3 maçta kaybettim. Ahpariğim ‘Sen vazgeç bu sevdadan, belli ki kıvıramayacaksın’ dedi. Çok bozuldum. Vazgeçmedim tabii. Ama eniştem de beni teşvik etti. O sene Beykoz Boğaziçi Şampiyonası var. 1948… Dövüştüm, kazandım. Böyle başladı işte.

1949 Türkiye şampiyonu

Şahan Minasyan, ağır sıklet; Vazken Lusikyan, 62 kilo. Ben bunları kışkırttım. Neden Beyoğlu Spor’da oynayalım? Gittik, Taksim Kulübü’ne yazıldık. Hay kulübü ya… Ama görsen, o yılarda nasıl ilkel… İki küçük oda, kırık dökük dolaplar, bir duş bile yok. Terli terli bahçeye çıkar, oradaki sulakla yıkanırdık. Gençlik işte...

Sonra beni Galatasaray Kulübü’nden istediler. Ve akabinde İstanbul şampiyonu oldum. O sıralar Türkiye Şampiyonası yapılmazdı daha. Ertesi yıl başladı, 1949’da. Ankara’da dövüştüm ve Türkiye şampiyonu olarak İstanbul’a döndüm.

Yüzbaşı Kenan, tıfıl bir Hay oğlana karşı

O sene Türkiye-İspanya milli maçı yapıldı. Türkiye’den 3 kişi kazandı, biri de bendim. Ankara’da yapılan bir dizi maçtan sonra, finaldeki rakibim, çok ünlü bir boksör olan Yüzbaşı Kenan Yargan. Maç Harp Okulu’nda yapılıyor. Bütün seyirciler Harbiyeli ve tabii ki Yüzbaşı’yı tutuyorlar. Maçtan önce soyunma odasında beni böyle tıfıl çocuk görünce ‘Sen mi dövüşeceksin Kenan Abi’yle? Hahaayt…’ diye gülmüşlerdi.

Çok uzun sürdü maç. Adam çok iyiydi. Uğraştırdı beni. Ama Allah yardım etti işte. Bitirdim işini. Hiç unutmuyorum, yere serilince hakem sayar ya, her sayışta kulağına eğilip ‘Hadi kalk oğlum, dayan oğlum’ diyor, uzattıkça uzatıyor… Kolay mı? Koskoca Yüzbaşı Kenan, tıfıl bir Hay oğlana yenilecek… Nakavt edince hepsi de gelip ‘Sen neymişsin meğer’ dediler. Sonradan dost olduk Kenan Abi’yle.

Avrupa Boks Birliği’nin müsaadesiyle gelen lisans 

Nihayet profesyonel oldum. Ama Türk Federasyonu’nun talimatı olmadığından lisans veremiyor. Ben Avrupa Boks Birliği’nin müsaadesiyle lisans aldım. 1944– 1950 yılları arasında amatör olarak 200 kadar maçım oldu, çoğu galibiyet... Profesyonel boks hayatımda Lübnan, Mısır, Fransa, Arjantin, Brezilya… 51 maçım var. Bunlardan 9’u beraberlik, 8’i mağlubiyet, kalanı galibiyet… Yalnızca iki kişiye nakavt oldum. Onları da sonradan yendim, rahatladım. Bir maçta da ringden dışarı düşmüştüm. ‘İşi bitti’ dediler. Hakem sayarken fırladım kalktım. Kazandım tabii… 1964’te İstanbul unvan maçında, Ortadoğu Şampiyonu, Lübnanlı Maroun Jeres’i 7. rauntta teknik nakavtla yenince kemeri aldım.”

“Boksta da mı kemer vardır?” Cehaletime gülüyor. “Tabii ki… Onu almak ne kadar önemli, biliyor musun?” Bilmiyordum, nereden bileceğim? “Bir dolu da kupam var İstanbul’daki evde. Onların tozunu almak bütün bir gün sürer.” Hersilya Hanım dayanamıyor: “Sanki kendi alıyor da tozlarını…” “Alıyorum tabii” “Vallahi, bu yaşına kadar sadece bir kere almıştır…” Gülüşüyoruz. İkisi de çok sempatik ve sıcakkanlı insanlar.

Son maç ve antrenörlük

“1966’da son maçımı yapıp kendi arzumla emekliye ayrıldım ve federasyon antrenörü oldum. Avusturya Federasyonu’ndan antrenörlük ve menajerlik lisansı aldım. Bu hiç kimsede yoktur. Milli takımla çalıştım. Avrupa şampiyonu olan Cemal Kamacı’yı da ben yetiştirdim.”

Telaşlanıyorum. “Bir dakika, bitti mi yani?” “Biter mi kızım? Ben sana başını ve sonunu söyledim. Merak etme, ağzımdan kerpetenle laf aldırmayacağım sana…” Önceki sohbetimizde, kimi zaman karşılaştığım pek konuşkan olmayan insanlarla nasıl zorlandığımdan yakınmıştım azıcık. “Ben de aslında pek konuşkan değilimdir ama…” Eşi araya giriyor: “Ama boks lafı açıldığında susturamazsın.”

Burada, dövüş sporlarından pek hoşlanmadığımı söylemek gafletinde bulunuyorum. Garbis Bey anında alıyor sazı eline. “Aaa… Öyle deme kızım, boks asil spordur bir kere. Neden biliyorsun? 12 raunt boyunca iki kişi birbirini yiyor, kaş, göz, dudak patlatıyor, sonra sarılıp öpüşüyor. Halbuki futbol gibi dövüşle hiç ilgisi olmayan bir spor, neredeyse hiçbir zaman kavgasız, arbedesiz bitmiyor. Cinayetler bile oluyor. Buna ne dersin?” Eh, doğru söze ne denir?

“Eşim her maça gelirdi”

Bu arada, Garbis Bey’in çok güzel bir Ermenice konuştuğunu da belirtmeliyim. Merak edip soruyorum: “Aileniz nereli? Çok iyi bir Ermeniceniz var. Yalnız okulla olmaz bu.” “Ailem Bitlisli. Mamam, babam iyi bilirlerdi. Çocukluğumda evde hep Ermenice konuşurduk.” “Okul durumunuz nedir?” “Dördüncü sınıfa kadar Esayan’a gittim. O kadar. Maddi imkânsızlıktan küçük yaşta çalışmaya başladım.

“Aileniz maçlarınıza gelir miydi?” “Mamam bir tek kere, zorla geldi, bir daha dayanamadı. Eşim her maçıma gelirdi. Bunca maç içinde bir kere amatörken, bir kere de profesyonelken nakavt oldum. Ama pis bir vuruştu. Çenemin tam ucuna yedim. Çok acı verir. Yasaktır da. Hersil (eşi) o maçtan sonra gelmedi.” Eşi atılıyor: “Çocukla gitmiştim. Bebek daha. Nakavt olunca öyle bir ayağa fırladım ki, çocuk kucağımdan yere düştü, farkında değilim. Sonra uzun bir süre gitmedim.”

‘İki yumruk da Kıbrıs için vur oğlum’

“Askerlikte de boks yaptım. İstanbul Birinci Ordu Şampiyonası’nda, Silahlı Kuvvetler Türkiye Şampiyonu oldum.” “Unutamadığınız bir maç var mı?” “Çook… Dur, birini anlatayım. Yunanistan maçı var. Tam Kıbrıs meseleleri zamanı… Yunan Hariciye Vekâleti izin vermedi. E, Türklerle araları iyi değil o sıra, başımıza bir iş gelebilir. Maçı Beyrut’a aldılar. Şam’dan askeri ataşe gelmiş maça. Maç öncesi yaklaşıp kulağıma eğildi, ‘İki yumruk da Kıbrıs için vur oğlum’ dedi. Başladık Yunanlıyla dövüşmeye. Tanırım. Pis oynar, bilirim. Çaktırmadan kafa atar. 3. rauntta bir kafa, kaşın biri patladı. 5. rauntta bir kafa daha, öbür kaş da gitti. Bu durumda durdururlar maçı. Orta hakem yırtınıyor durduralım diye, ben ‘Hayır’ diyorum. Kaşlarımdan akan kanlar gözlerime giriyor. Bant mant para etmiyor. 7. rauntta düşüyorum artık, ama maçı sayıyla alıyorum. Üçer dikiş attılar kaşlarıma. Akşam elçilikte resepsiyon vardı. Kafamda sarık gibi bandajla gittim. Konsolos sargıyı aralayıp baktı. ‘Bu şekilde nasıl devam ettin?’ dedi. Ataşenin sözünü tekrarladım. Nasıl bırakabilirdim? Eve döndüğümde mamam espri olsun diye kavuk taktım sanmıştı.”

Sporcu oğullar

Zakaryanların iki oğlu var. “Babalarıyla daima gurur duydular ama ‘Boksör Garbis’in oğluyum’ diye hiç övünmediler” diyor eşi. Doğruydu, çünkü küçük oğul Kaspar benim öğrencimdi; yıllar sonra öğrendim babasının kim olduğunu. “Ama ne de olsa sporcu bir babanın oğulları olarak spora ilgi duydular” diye araya giriyor Garbis Bey: “Büyük oğlum Arto Amerika’da yaşıyor, tekvandoda siyah kuşak sahibi, Kaspar da yıllarca sutopu oynadı.”

“Boksun dışında bir işiniz var mıydı?” “Evet, Feriköy Pasajı’nda bir tuhafiyeci dükkânım vardı. Sonra Gürün Han’da bir arkadaşımla trikotaj işi yaptık. O bıraktı, ben tek başıma devam ettim. Şimdi Bağkur emeklisiyim. Bokstan emekli olunmuyor. Antrenörlükten sonra Beden Terbiyesi’nden emekli olabilirdim ama ben bırakınca o da olmadı.”


“Ben tadında bıraktım”

“Ermenilik hiç sorun oldu mu?” “Bu konuda bir şey söylemek istemiyorum, hiç lüzum yok valla” Eh, ben de sizin düş gücünüze bırakıyorum. “Arjantin maçından sonra…” diye sözü değiştiriyor, “bana oradan 5 yıllık kontrat göndermişlerdi. Kabul etseydim bambaşka bir hayatım olurdu belki ama böyle bir ailem olmazdı.” “Neden kabul etmemiştiniz?” “Mamam çok üzülecekti. Bu çok zor bir iş inan ki, birçok arıza bırakıyor bedende. Muhammed Ali’ye baksana… Takım arkadaşlarımın çoğu erken gittiler. Ankaralı bir arkadaşım tekerlekli sandalyeye mahkûm. Ben tadında bıraktım. Yine de kaldı bir şeyler… Denge bozukluğum var, beyne yeterince kan gitmiyor. Kolay değil, maçtan sonra bir haftada zor kendine gelirsin. Milli boksör Vedat Karakurum’un cenazesinde tabutu bayrağa sarmışlardı. Ben ilk milli boksörüm, ölürsem benimkini de saracaklar demek…” “Tanrı size uzun bir ömür versin.” Düzeltiyor: “Sağlıklı…”

Birkaç eski fotoğraf alıp, istemeden vedalaşıyorum. Eksik kaldı bu yazı.Bir sayfa yetmedi o renkli anılara. Hepsini yazsam kitap olur inanın.

Kategoriler

Dosya