Koronavirüs’ün günah keçisi neden yaşlılar oldu?

Korona günlerinde yaşadığımız yaşlı faşizmine tanık olunca 'Foucault’nun delileri şimdi yaşlılar mı?' diye soruyor insan. Deliler nasıl sanayileşmeyle dışlanmış hatta akıl hastanelerine kapatılarak adeta gözden uzak hale getirilmişse, bugün yaşlılar için de aynı toplumsal ötekileştirme ile karşı karşıyayız.

KEZBAN KARAGÖZ (kezistanbul@gmail.com)

Çin’de başlayarak hızla dünyaya yayılan koronavirüs halen bir muamma olmaya devam ederken ilginç bir şekilde en çok öne çıkan-çıkarılan bilgi ölüm oranlarında yaşlı ve kronik hastaların risk hattında olmasıydı. Türkiye’de de ilk ölüm vakası Sağlık Bakanı tarafından duyurulduğunda tek paylaşılan bilgi hastanın yaşı oldu. Diğer ülkelerde hasta profilleri hakkında bilgiler verilirken de en çok vurgulanan bilgi hastaların yaşı oldu.  Televizyonlarda korona hakkında bilgi vermesi için bir araya gelen hekimlerin de en çok vurguladığı şey yaştı; adeta “koronadan yaşlılar ölüyor, çok korkmaya gerek yok” noktasına geldi, söylemler.  Sağlık Bakanı da her gece yarısı yaptığı vaka açıklamasında istisnasız, “hastalarımız yaşlı hastalardır” vurgusu yapmayı ihtimal etmedi. Hasta sayısı ve can kayıpları artmaya devam ettikçe alınan tedbirler de gün gün arttı. Risk grubu yaşlılar olarak adeta kodlandığı için de özellikle #EvdeKalTürkiye kampanyası, tam da bu arka planla, özellikle yaşlılar evden çıkmamalı şeklinde kurgulandı. Oysa yaşlılar hasta oluyor ama sürekli dolaşım halindeki gençler ve çocuklar taşıyıcıydı. Aynı evde genç bir bireyle veya torunuyla yaşayan yaşlı evden hiç çıkmasa da risk altındaydı. Keza ABD’de hiçbir kronik hastalığı olmayan 17 yaşında bir genç koronadan öldü. İtalya’da da 40-50 yaş arası birçok ağır hasta vardı.

Yeni nesil faşizm

Birçok uyarı yaşlılar üzerinden yapılırken yerel yönetimlerin de yaşlıların şehir merkezlerinde toplu vakit geçirdikleri alanlardan bankları kaldırması, zabıtaların yaşlıları tartaklaması gibi uygulamalar da ekranlara düştü. Sosyal medya ise bir anda bir yaşlı avı mahalline dönüştü. Yaşlılar adeta korona virüsün cadı avına maruz kalmış günah keçileri haline geldiler bir anda. Sokağa çıktıklarında kendileriyle alay edenler, maske takmaya çalışanlar, banka oturan yaşlılara su balonu atanlar, artık dozu iyice aşıp adeta bir hayvan avlarcasına yaşlıların üzerine ağ atanlar ve bir de bunu malzemeye dönüştürüp sosyal medyada yayan gençlerin paylaşımları gündem oldu.  Korona ile adeta yeni nesil bir faşizmimiz olmuştu; yaşlı faşizmi. Çinlileri suçlayıp turist olarak Türkiye’ye gelen Koreli turistleri sokak ortasında döven ülke insanın bu defa hedefinde yaşlılar vardı. Videolar oldukça yoğun tepki alınca önce Bakanlık can kayıplarına yaşlı demeyi bıraktı. Ardından kurumlar, yaşlıların hayata devam etmek için dışarı çıkmak zorunda kaldıkları yaşamsal rutinleri üstlenmeye başladı. Ama 'cin şişeden bir kez çıktı'  durumu yaşanıyor ve aslında cin şişeden koronadan önce  çıkmıştı. Bu yaşlı düşmanlığı faşizmi mi demeli, ne ise aslında bir tesadüften daha fazlası… Koronavirüs en çok yaşlıların canını alıyor vurgusu ilk günden beri aklıma delileri getiriyor. Bugün tıp onlara akıl hastası diyor bu da ayrı bir söylem. Neden deliler derseniz buna cevabı ben değil Foucault versin derim. Toplumsal ötekileştirme ve delilerin ötekileştirilme sürecini anlattığı ‘Deliliğin Tarihi’ kitabında Michel Foucault, deliğin sıradan bir vakadan nasıl tıbbileştirilerek ötekileştirildiğini aktarır.  Bir bio-iktidar biçimi de denebilir. Toplumda delilerin yabancılaşma ve dışlama ile çemberin dışına itilmesini de adım adım izah eder. Ortaçağ ve Rönesans döneminde delilik toplumdan dışlanmadan kabul gören bir normaldir. 17. yüzyıl ve sonrasında ise giderek bir dışlanma unsuruna sebep gösterilmeye başlanmıştır.

Foucault’nun vurguladığı nokta, normal kabul edilen bir toplumsal nesnenin, modern sanayi toplumlarında üretim biçimlerinin yeniden kurgulanmasıyla zamanla marjinal bir karaktere dönüşümünü aktarır. Deliler artık üretim zincirinin parçası değildir. Ayrıca coğrafi açıdan olduğu kadar uluslaşma dönemine girilen bu dönemde hukuksal açıdan da marjinal bir nesnedirler; bir meslekleri yoktur,  mülkleri veya bir aidiyetleri... Foucault’ya  göre, Rönesans’a  kadarki  Ortaçağ  tiyatrosunda  delinin  taşıdığı öneme rastlanır. Bu dönem tiyatroda delinin çok ayrıcalıklı bir yerini çok iyi temsil eder. Tiyatro sahnesinde deli, hakikati önceden söyleyen kişidir, cesurdur, sözünü sakınmaz,  bu hakikati sıradan bireylerden daha iyi görendir ve üçüncü bir gözle donanmış kişidir. Bağımsızdır, özgürce var olur. Ortaçağ toplumları, ilginç biçimde delilik olgusu karşısında tamamen hoşgörülüdür, onlar adeta bir ayrıcalıklı insanlardır.Örneğin, her köyde köyün delisi vardı.  Köyün delisinin ya da delilerinin de marjinal bir statüsü vardır;  çalışmazlar, evlenmezler,  sisteminin parçası değildirler. Yine de kabul edilirler, ihtiyaçları görülür ve belli bir noktaya kadar destek gördükleri bir toplumun içinde hayat sürerler.Oysa 17.  yüzyıldan itibaren sanayi toplumu oluşur ve artık deliler dışlanmaya başlar. Eskinin tersine bu dönemde toplum,  delilik karşısında son derece hoşgörüsüz bir yapıya dönüşür. Bu yüzyıldan itibaren delinin aile, köy, şehir içindeki varlığına hoşgörü gösterilemez olur. Foucault, sanayileşme ile toplumların çalışma pratikleri, aile, dil ve organize kurallarınının güncellendiğini, bazı kişilerin ekonomik ve toplumsal üretimin dışında kalarak marjinal bir yer edindiğini belirtir. Artık toplumda ‘aylaklığa’ yer yoktur ve delilere. Böylece 18.  yüzyıl sonunda Avrupa’da ortaya Foucault’nun ‘disiplinci iktidar’  adını  verdiği yepyeni bir iktidar türü çıkmıştır. Sanayi toplumunda disiplini uygulayan ve sürekliliğini sağlayanlar,  “gözetmenler, hekimler,  psikiyatristler, eğitmenler”  gibi uzmanlardır. Deliliğin bir hastalık olduğu fikri tarihsel olarak yeni bir fikir olarak ortaya atılır. Aşağı yukarı on sekizinci yüzyıla kadar deli, hasta statüsünde değildir. Akıl hastanelerine de 18.yüzyılda kabul edilmeye başlanmaları bir tesadüf değildir.

Yeni ötekiler

Korona günlerinde yaşadığımız yaşlı faşizmine tanık olunca 'Foucault’nun delileri şimdi yaşlılar mı?' diye soruyor insan. Deliler nasıl sanayileşmeyle dışlanmış hatta akıl hastanelerine kapatılarak adeta gözden uzak hale getirilmişse, düzen bozmamaları için dışlanmışsa,   bugün yaşlılar için de aynı toplumsal ötekileştirme ile karşı karşıyayız. Bunun da temelini modern üretim modelleri oluşturuyor. Köylerden kentlere göçen geleneksel aile dokusu yeniden inşa edilirken yaşlıların ailedeki konumları da yeniden belirlenmeye başladı. Hayatın parçası olan yaşlılar üretim ekonomisinin de zamanla dışına itildi. Kent mimarisi bile yaşlıları dışlarcasına kuruldu. Sosyal güvenceler, emeklilik sistemi gibi kavramlar da emeklileri hazırı yiyen, üretimin dışında kalan ve sadece tüketen bir sınıfsal grup olarak konumlandırdı. Sağlık harcamaları açısından da birçok devlet için yaşlı demek adeta yük demek anlamına geldi.   Avrupa için yaşlı politikası uzun zamandır tartışılan bir durum fakat hala genç nüfusla övünen Türkiye’de de işler aslında giderek değişiyor. 2020 itibariyle yaşlı nüfusumuz yüzde 10'a ulaştı. Dünya Yaşlanma Konseyi Başkanı Kemal Aydın, 2018 yılında yaptığı bir konuşmada  ‘’Dünya yaşlılık üssü Türkiye olacak”dedi.  Pek yakında, Avrupa’nın en büyük yaşlı nüfusuna sahip olacak Türkiye’de yaşlılar adeta gençlerin sosyal medya hesaplarının oyuncağına döndü korona vesilesiyle.

Gençlik iksiri

Yaşlılar toplumda sanayi toplumu ve sanayi sonrası toplumda adeta görünmez olması istenen bir noktaya bir anda gelmedi. Artık üretim ekonomisinden çekilen yaş grubun medyadaki temsilleri de bilinçli olarak ‘huysuz ihtiyar’, yeniliklere ‘ayak direyen’ kişi, en iyi ihtimalle ise inzivaya çekilmiş kendi halinde birey oldu. Ne de olsa medya sahipleri de birer sermayedardı artık. Onların gözü medya üretimlerine de yansıdı. Hayatın bir köşesinde sadece dekor olarak işlenen yaşlılar hayatın içine dahil olurken de dizilerde hep sakar, işleri eline yüzüne bulaştıran bir temsille sunuldu. Anadolu toplumunda birkaç nesil bir arada olan, yol gösteren, şefkatiyle kırgınları çözen yaşlılar daha çok masallarda kalmış gibi görünüyor. Zaten modern şehir hayatında büyük aile çoktan geride kalmıştır. Yaşlılara bu anlamda da ihtiyaç kalmamıştır. Bu açıdan yaşlıların kültür aktarımı rolleri de ellerinden alınmıştır. Modern toplumun çocukları ise bu açıdan daha çok kitle kültürüyle yetişmektedir. O yaşlıları bir oyuncak gibi kullanan gençleri bu yüzden çok da yadırgamamak lazım. O gençler kendi ailelerinin de çocukları değil. Onlar kitle medyasının ve kutsal gençlik iksirinin içildiği sosyal meydanın çocukları. Sürekli genç ol, güzel ol, sabahın 6’sında bile  iyi görün, spor  yap ama illa fitness salonuna  git, kasların olsun, yüzünde  tek bir kırışıklık olmasın diye yetişiyorlar. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde yalnızca İstanbul’daki kadar güzellik merkezi ve fitness salonu yok. Çünkü burası bir tüketim toplumu. Yaşlılar da bu toplumda üretmeden tüketen bir nesneye olarak konumlandırıldı. Ders verdiğim üniversitede emekli olmuş birçok profesör hoca ile  çalışırken bazı  hocaların genç bir  arkadaşımdan çok daha vizyon sahibi olması beni hep mutlu etmiştir. Yaşça bizden büyük hocalarımızla iç içe çalışmak bana hep büyük zenginlik geldi. Buna babaannesi tarafından büyütülmüş olmanın da etkisi denebilir, bilemiyorum. Ama birarada olma ortamlarımız ayrıştıkça yaşlılar ve yeni kuşaklar arası ayrışma da derinleşecek.

Korona bize bu konuda düşünme fırsatı da verdi aslında. Yaşlı üssü olacak bir ülkede yaşlılardan nefret ederek sadece enerjisi kaybolan bir ülkeye dönüşeceğiz. Şu an en çok konuşulan şey, teknoloji ile yalnız ve yaşlılar arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Bu arada medyada iyi örnekler de yok değil. The Intern filminde 70 yaşında dul bir emekli olan Ben Whittaker (Robert De Niro) hâlâ yapabileceği bir şeyler olduğunu göstermek için başarılı, hırslı ve genç girişimci Jules Ostin (Anne Hathaway) tarafından kurulmuş bir moda sitesine kıdemli stajyer olarak katılma öyküsünde, çok farklı bir yaşlı profili çiziyor. Hem yeniden öğrenen, hem de  işi çok iyi bilen bir kurucuya perspekif sunabilen yaşlı karakteri oldukça ilham verici. Örneğin babamın da öğretmenlikten emekli olduktan sonra kendi kurgu tekniklerini öğrenip 60 yaşında kendi mini filmlerini çektiğini söyleyebilirim. Hatta birlikte de video röportajlar yapıyoruz. İyi bir ekip olduk neredeyse. Bu örnekler artabilir…Yaşlılar toplumun bir parçası, birikimleri değerli,  bir arada yaşama kültürünü nasıl kurgulayacağımızı da bu geniş zamanlarda düşünmeli belki…

Kategoriler

Dosya