OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Karantinada bir 24 Nisan

Peki, Türkiye toplumu için Ermeni Soykırımı’nı hatırlamak, kurbanları anmak ve bunların ötesinde soykırımın ne olduğu, nasıl olduğunu idrak etmek neden önemli ve gerekli? Bu yazıda kısaca üç başlık altında bu soruya eğilmeye çalışacağım.

Virüs salgınının getirdiği sıkışmışlık hissi içinde, insanı boğan başka bir vakanın, Ermeni Soykırımı’nın yıldönümüne eriştik. Bu seneki anmalar daha ‘mesafeli’ olsa da duygusal ağırlığından bir şey kaybetmiyor. Şunu söylemek gerekir ki, genelleme yaparak konuşacak olursak soykırımdan sonraki Ermeni kuşakları, her ne kadar soykırımın getirdiği kayıp akıllara sığmayacak kadar büyük olsa da, o kayıp hissini aşarak, tarihsel bir olay olarak soykırımla daha sakin ve vakur bir ilişki kuramadı. Bunun en önde gelen sebeplerinden biri, Türkiye devlet ve toplumunun saldırgan inkârcılığı oldu. Öte yandan, kabaca son yirmi senedir Türkiye’de, genel içindeki oranları henüz çok küçük olsa da, inatçı inkârcılık tutumunu sorgulayanların sayısı da yükseldi. 
Peki, Türkiye toplumu için Ermeni Soykırımı’nı hatırlamak, kurbanları anmak ve bunların ötesinde soykırımın ne olduğu, nasıl olduğunu idrak etmek neden önemli ve gerekli? Bu yazıda kısaca üç başlık altında bu soruya eğilmeye çalışacağım. Birincisi ahlaki zorunluluk, ikincisi analitik zorunluluk, üçüncüsü siyasi zorunluluk. Fakat, ona geçmeden bir not düşelim. Burada söyleyeceklerimizin hemen hemen hepsi sadece ve sadece Ermeni Soykırımı’yla ilgili veya sadece ona atfen değil, geçmişin yüzleşilmemiş bütün kolektif şiddet vakaları için söylenebilecek sözler ve tespitler. 
‘Ahlaki zorunluluk’ –veya sorumluluk– tabiri aslında yeterince açık ama bir-iki cümleyle daha da açalım. Bugün Ermeni Soykırımı’nı konuşmanın bize hiçbir somut faydası olmasa(ydı) bile kurbanları anmak gene de bizim ahlaki sorumluluğumuzdur. Koskoca bir halk binlerce yıldır yaşadığı topraklardan, yalan yanlış bahanelerle sökülüp atıldı ve bu, artık geri döndürülemeyecek; tamir niyeti olsa bile, ki olduğu söylenemez, tamiri neredeyse imkânsız veya ütopik bir durum. Bu şartlar altında bu halkı, onun bir zamanlar var olan hayatını hatırlamak ve anmak, yarınımızı bugünümüzden iyi yapmayacak olsa da, asgari borcumuzdur. 
Analitik zorunluluğa gelince, bundan kasıt şudur: Türkiye’nin neden bugün olduğu ülke ve toplum olduğunu anlamak, Ermeni Soykırımı’nı görmezden gelerek mümkün değildir. Ermeni Soykırımı, Türkiye’nin takip eden on yıllarda tuttuğu yolu doğrudan ve dolaylı olarak şekillendiren bir vakadır. Türkiye’de sınıfların gelişimi, sermaye birikiminden tutun da Kürt meselesine kadar birçok sorunun, Ermeni Soykırımı’nın üzerinden atlanarak tartışılması mümkün değildir. Klişe tabirle, Ermeni Soykırımı odadaki fildir. Onu görmezseniz söyleyeceklerinizde büyük bir boşluk var demektir. 
Siyasi zorunluluk ise ülkede hukuk ve demokrasinin yerleşmesiyle ilgili. Demokrasi ve hukuk düzeninin sadece bir sistem olarak değil, aynı zamanda bir kültür ve zihniyet olarak kökleşmesi için de geçmişle, dolayısıyla Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmek kaçınılmazdır. Bunu, Ermeni Soykırımı’nın kolektif hafıza ve kimlikte yarattığı etkiler üzerinden tartışmak mümkün. Şöyle ki, Ermeni Soykırımı ve daha sonra onunla yüzleşilmemesi kolektif ve planlı şiddet yoluyla büyük siyasi projelerin ve zenginleşmenin mümkün ve kabul edilebilir olduğunu insanlara gösterdi ve bu, zihinlere yerleşip kuşaktan kuşağa aktarılan zımni bir bilgi ve ondan da önemlisi bir tutum, tavır halini aldı. Ermeni Soykırımı insanlara mümkün olabilirliğin sınırlarının geniş olduğunu gösterdi; onunla hesaplaşılmamış olması da Türkiye’de cezasızlığın norm haline gelmesine katkıda bulundu. Dolayısıyla, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmek, kolektif hafızadaki şiddet normları ve pratikleriyle de yüzleşmek manasına gelecek. Sorgulanmayan, zihinlerde ve vicdanlarda mahkûm edilmeyen bu şiddet norm ve pratikleri de kendini tekrar edegeldi. Burada söylemeye çalıştığım, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşilmediği için daha sonraki kolektif şiddet vakalarının yaşandığı değildir. Aradaki ilişki bu kadar düz ve tek boyutlu değildir şüphesiz. Daha sonraki vakaların birçok farklı ve komplike sebebi vardır. Fakat, Ermeni Soykırımı’yla hesaplaşılmamış olması, faillerinin –bırakın fail olarak tanımlanmayı– yüceltilmesi, takip eden şiddet vakalarını mümkün kılan siyasi ve kültürel ortama zemin hazırlayan etkenlerden biridir. 
Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmenin Türkiye’de demokratikleşmeyle ilgisinden bahsederken, bu yüzleşmenin, özeleştiri kültürünün gelişmesine yapacağı katkılardan da, en azından bir ihtimal olarak, bahsedilebilir. Şöyle ki, tarihle yüzleşmek, ‘biz’ diye tanımladığımız kimliğin hatalarıyla, hatalardan da öte günahlarıyla yüzleşmek demektir. Sevapların daima bize, günahların daima başkasına yazıldığı bir tutumun demokrasiye ve farklılıkların birlikte yaşamasına katkıda bulunmayacağı açıktır. 
Burada kurulan bağlantılar, özellikle siyasetin hem ulusal, hem küresel ölçekte sertleştiği şu zamanlarda kulağa naif beklentiler gibi gelebilir. Fakat, ben tam da bu zamanda bu bağların dillendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kaldı ki, elimizde de konuşmaktan, anlatmaktan başka da pek bir şey yok. Bugün Türkiye’de Ermeni Soykırımı’nın konuşulmasında, onunla yüzleşmede genel siyasetteki milliyetçi havanın etkisiyle bir geriye gidiş yaşandığı doğrudur. Öte yandan, son yirmi yılda daha fazla kişinin dinlemeye, kulak vermeye ve sorgulamaya başladığı da doğrudur.
Hepsinden öte, Yahudi Soykırımı’ndan sonra ortaya çıkmış ‘Never Again’ (Bir Daha Asla) sloganını takip edeceksek, bir şeyin bir daha gerçekleşmemesinin birinci şartı onu unutmamaktır. Öyleyse biz de geçmişin soykırımlarını, pogromlarını, zulümlerini konuşmaya, bunların hangi şartlar altında, hangi süreçlerin sonunda yaşandığını araştırmaya, tartışmaya devam edeceğiz.