"Barışa bir şans versek. Şu ‘yüz yıllık yanlışlık’ artık bitse..."

Ateş İlyas Başsoy ile geçen sayımızda ‘Seveceksen Radikal Sev: CHP Neden Kazandı? AKP Neden Kaybetti’ kitabı hakkında konuşmuştuk. Kitapta yer alan bir bölüm özellikle ilgimizi çekmişti ancak o bölümde anlatılanlarla ilgili olarak Başsoy ile konuşmayı bu sayımıza bırakmıştık. Çocukluğundan belleğinde kalan anılara ve anekdotlara yer verdiği bu bölümde Başsoy, annesinin ve babasının köylerinde yaşayan Ermenilerle ilgili duyduklarına, köylülerden dinlediklerine yer veriyor. Ateş İlyas Başsoy ile bu konudan yola çıkıp, Türkiye’nin ‘1915’ ile yüzleşme meselesine uzanan bir söyleşi yaptık.

Kitabınızda anne ve baba tarafınızdan dedelerinizin Bursa ve Gemlik Ermenilerinin yaşadığı köylere yerleşmiş olduklarını belirtiyorsunuz. Kitabın konusu olmadığı için doğal olarak fazla ayrıntıya girmiyorsunuz. Öncelikle baba tarafınızın Gürcistan’dan Artvin’e oradan Bursa’nın köyüne olan yolculuklarıyla başlayalım. Köyde kimilerinin “Ermeniler ve Türkler bu köyde beraber yaşardı” demeleri, bazılarının da göçlerden önce köyün bomboş olduğunu söylemeleri bana köyde yaşayanlardan bazılarının göçlerle birlikte geldiğini ancak bazılarının da göçlerden önce daha doğrusu Ermeniler köyü terk etmeden önce köyde yaşadıklarını düşündürdü. Bu konuda bilginiz veya izlenimleriniz var mı?

Çocukluğumda bu hikâyelerle büyüdüm. Annemin ailesi Bulgaristan-Yunanistan sınırından göçmüş, 1920’lerin başında. Kız çocuklarının saçlarını Bulgar çeteler tecavüz etmesin diye kısa kesiyor, pantolon giydiriyorlarmış. Büyük ninemin mermilerden korunmak için göğsünde taşıdığı bakır kabı hâlâ saklarız... Onlara gösterilen köy sanırım bütünüyle Ermeni köyüymüş. Evlerde tabaklar masada duruyormuş... 1980’lerin başında ben çocukken kentten dağdaki köye ziyarete giderdik. Herkes Bulgarca konuşuyordu. İlk o zaman duymuştum köyde yaşayan Ermenilerin aşağıya indirilip, birkaç gün bekletilip sonra öldürüldüklerini. Sonra yaşım ilerleyince yine gittim. Genç kızları sevgilileri salıncakta sallardı. Bir ulu ağaç vardı, aşağısı uçurum. Kimin aşkı daha büyükse o sevgilisini daha hızlı sallıyor. Kız “dur” derse duracak ama durma dedikçe de aşkın büyüklüğü anlaşılacak. ‘Dur Demeyen Kızlar’ diye bir öykü yazmıştım. Bir ihtiyar, “Bu gelenek yüzlerce yıllık” demişti. “Dede siz kaç yıldır buradasınız?” deyince gözlerini kaçırmıştı. Ermenilerin öldürülmesi konusunu bir daha hiç açmadılar. Bulgarca unutuldu, asker uğurlama törenleri her yıl daha coşkuyla yapılır oldu. Bu anıların herkesin belleğinde olduğunu biliyorum ama ben artık ‘güvenilmez bir yabancı’ydım, o nedenle benim yanımda asla anlatmıyorlardı o karanlık şeyleri.

Baba tarafınızla devam edecek olursak, dedenizin yerleştiği köyün bir Ermeni köyü, evin de bir Ermeni evi olduğunu belirtiyorsunuz. Evin Ermeni evi olduğunu nasıl anladınız? Size söylendi mi? Yoksa evle ilgili teknik, mimari bilgilerden mi çıkartıyorsunuz bunu?
Hayır. 1970’lerde çatıda kumaş bir bohça bulundu. İçinde İncil ve fotoğraflar vardı. Fotoğraflarda pipo içen, şapkalı ve sakalı adamlar ve fırfır etekler giymiş kara saçlı kadınlar vardı. Çivisiz ahşap işçiliği, harika bir evdi. Artık bir harabe…

Siz “büyüyüp bir yabancı olunca” köyün yaşlıları Ermenilerin varlığını inkâr etmeye başlamışlar. Bu dönem sanıyorum 2000’li yıllar olsa gerek. 1915’in kamuoyunda resmi tarihin dışında konuşulmaya başlandığı bu dönemde bu inkârın farklı bir anlamı olabilir mi? Bir başka deyişle “Ermenilere ne olduğu” sorusunun sorulmaya başlanmasıyla, bu tür bir inkâr arasında bağlantı olabilir mi?
2000’lerden önce, 1990’larda bu inkâr başladı. Bunun öncelikle benimle ilgisi var. “Okumuş, komünist bir yabancı”ydım... Ayrıca iç savaşın en kanlı yıllarıydı. İnsanlar hızla bir ideolojik ve siyasi kampa girmeye zorlanıyordu. Yoksul çocuklar eve tabutla döndükçe faşizmin işine gelen histeri hali yükseliyordu.

Ateş İlyas Başsoy

Hrant Dink Vakfı'nın sözlü tarih çalışmalarından biri olan ‘İzmitli Ermeniler Konuşuyor’da Marmara’da Ermenilerin yaşadıklarının, diğer bölgelerde yaşananlardan hiç de az olmadığı anlaşılıyor. Ancak Bursa, İzmit, Adapazarı gibi doğu Marmara illerinde göçmen nüfusun çok yoğun olması ve bunların da bir kısmının 1915’ten sonra bu bölgeye yerleştirilmiş olması sözlü tarih tanıklıkları açısından ortaya pek zengin bir tablo çıkarmıyor. Ancak sizin yazdıklarınızdan ve söylediklerinizden anladığımız kadarıyla bu bölgeyle ilgili halen tanıklıklar bulmak mümkün görünüyor. Buna katılıyor musunuz? Bu bölgeyi çalışacak araştırmacılara neler önerirsiniz?
Kadın araştırmacılar, yaşlı kadınlarla konuşsun. Erkeklerle iletişim çok daha zor. Kadınlar uzun uzun konuşur, yemeklerden filan söz açarlarsa bu hikâyeler kendiliğinden dökülüyor. Ben kitapta anlattığım Ermeni kızlarla ilgili hikâyeyi 80 yaşındaki yengemden duymuştum, örneğin.

Son olarak Türkiye’nin sosyo politik yapısındaki değişimleri yakından izleyen bir araştırmacı olarak Türkiye toplumunun 1915 ile yüzleşmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de eğitimsiz bir ailede doğan bir çocuk olduğunuzu hayal edin. Tek taraflı, faşist bir öğreti ile büyüyorsunuz. Ulaşacağınız en makul seviye “Onlar da kaşındı” olabilir. “En makul seviye” buysa ötesini siz hayal edin. Bu tarladan nasıl ekinler çıkar? Rakel Dink’in unutulmaz sözleri aklımdan çıkmıyor: Bir bebek on beş yılda bir katile nasıl dönüşür? İnsanlar, CHP ve AKP ile ilgili güncel bir kitap zannediyor ‘Seveceksen Radikal Sev’i... Oysa seçimler benim için sadece toplumsal deney anlamı taşıyor. Bir Türk bir Ermeni’yi nasıl radikal sevebilir? Veya bir Kürt’ü, bir Yunan’ı, bir Arap’ı? ‘Radikal sevmek’ ne demek? Bir Ermeni arkadaşım Türkeş’in Ermenilerle ilgili konuştuğu bir videoyu izletti. Finalde bildik devlet diline girse de Malazgirt’te Türklerle beraber savaşan Ermenilerden bahsediyor ve Ermenilerle yüzlerce yıl barış içinde yaşadığımızı söylüyordu... Şimdi bir an için tüm Osmanlı emperyal masallarını unutup şu soruyu soralım: Trenin, telgrafın, iktidar olanaklarının güçlü olmadığı yüzyıllar boyu Anadolu o kültürel çeşitliliği nasıl korudu? Hikâyeyi 1915’ten çok daha gerilere sararak okuyamaz mıyız?
Turkcell için çalışırken Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da çok uzun süre geçirdim. Bizim analarımız o salıncakta sallanan kızlar, hepimizin anası… “Dur” demeyen kızların çocuklarıyız biz... Tekrar bir arada yaşayabilir miyiz? Kibir dağlarını aşıp, faşist marşları susturup tekrar sevdalanabilir miyiz? Japonların sözüdür: “Ne kin tut, ne de unut”. Bugün doğan bebekler sadece şair olsa ve bu bir hayal olsa; bu hayalin bir çınarı sırtından vuracak katiller hayali kuran alçakların hayalinden ne eksiği var? Sadece Anadolu’da değil, her yerde topu topu 10 yılda işlenen katliamların acısını halının altından çıkarsak ne iyi olur... Barışa bir şans versek: Şu ‘yüz yıllık yanlışlık’ artık bitse. Benim hayalim bu. Herkesi doyuracak kadar zengin, tüm yaraları iyileştirecek kadar bilgeyiz.  

Kitaptan 

Köydeki ‘hilkat garibesi’

Baba dedem Artvin’den Bursa’nın bir köyüne göçmüş. Babam bu köyde doğmuş ama köyle büyük bir aidiyet ilişkisi yok çünkü on iki yaşında evden kaçmış ve İstanbul’da akücü çırağı olmuş; 1940’ların sonları. Dedemin de geldiği Artvin’le bir aidiyet bağı yok çünkü onun büyükleri de Gürcistan’dan göçmüşler. Dedem ve babaannemin Bursa’da yaşadığı köy Ermeni köyü. Evleri bir Ermeni evi, mükemmel Ermeni işçiliği: çivisiz ahşap, alt katında üç büyük zeytin havuzu var. Bugün köylülerin bazıları “Ermeniler ve Türkler bu köyde beraber yaşardı” diyor, bazıları da göçlerden önce köyün bomboş olduğunu söylüyor. Bilinen bir kayıt olmadığı için (veya kayıtlar tahrif edildiği için) gerçek ve efsane birbirine karışıyor. 
Benzer hikâye annemin köyü için de geçerli: Gemlik’e çok yakın bir dağ köyü. Orada da Ermeniler varmış. Anne dedelerim Yunanistan Bulgaristan sınırından bir köyden can havliyle kaçmak zorunda kalmış. Kaçarken Bulgar çeteler tecavüz etmesin diye kız çocuklarının saçları kısa kesilirmiş. Büyük büyükannemin kurşunlardan korunmak için göğsünde taşıdığı bakır tabağı hâlâ saklarız. Köylüler Bulgaristan’dan geliyor ve bomboş bir köye yerleştiriliyorlar. Çocukken bize bu köyde yaşayan Ermeniler’in aşağıda bir vadide topluca öldürüldüğü övünerek söylenirdi. Büyüyüp bir “yabancı” olunca bu hikâyeyi köyün yaşlılarına bir daha sordum, bana “güvenilmez bir insan” gibi bakıp, “Hayır, hepsi yalan” dediler. Babamın köyünde de bir ahırda Ermeni kızlarına günlerce tecavüz edildiği ve sonra kapıyı kilitleyip ahırın ateşe verildiği anlatılırdı. Büyük kızlar on yaşında bir kız çocuğunu vücutlarını siper edip bir delikten dışarı çıkarmışlar. O küçük kız devasa yanık izleriyle 1960’ların sonuna kadar köyde yaşamış. Köye olaydan yıllar sonra gelen köylüler bu “hilkat garibesi” kıza sahip çıkmışlar. Ermeni kadının gerçekten yaşadığını en yakın akrabalarımdan biliyorum ama ahır hikâyesini kanıtlayacak bir delil yok elbette.
(Sayfa, 89-90)  

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında

1967 İstanbul doğumlu. Agos yazı işleri müdürü ve kitap eki Kirk'in editörü; güncel politika, dini akımlar, tarihle ilgili güncel tartışmalar ve yeni çıkan kitaplar hakkında haberler yapıyor.