OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

İçişleri Bakanı

Okullardaki ‘masum’ çocuk gruplarından tutun da mafyaya kadar her grup kendi çapında şiddet üretebilir. Devletin bu konudaki tekeli, şiddetinin meşru ve bir sınırının olmasına bağlıdır. Bu sınırı çiğnemiş veya çiğnenmesini vazetmiş devlet görevlileri, şiddet üreten diğer yapılar karşısında meşruiyet iddiasını kaybeder, onlardan biri hâline gelir

Türkiye’nin bir İçişleri Bakanı var, malum, Süleyman Soylu. Belli bir kitlesi var. Bunda da şaşılacak bir şey yok, çünkü bu millet, bağırıp çağıran, astığı astık kestiği kestik tavırlarda olan, paternalist, milliyetçi hamaset yapan demagogları sever. Soylu da bunları çok iyi yapıyor. Aslında son altı-yedi senede hem fiziksel hem de, en azından görünüşte siyasi bir değişim geçirdi. Kırmızı yanaklı, gözlüklü, tıknazca, sakalsız, bıyıksız, siyasi açıdan da tipik orta sağ, hani eskinin ANAP, DYP gibi partilerinde siyaset yapan siyasetçileri gibiydi. Kendi küçük Demokrat Partisi’nin birkaç yüz kişilik mitinglerinde AKP’den ve Erdoğan’dan hesap soracağına yeminler ediyordu. Fiziksel görünüş olarak daha kavruk, daha ‘fit’ olur, bırakmaya başladığı ince bıyığının üzerinde elmacık kemikleri daha belirgin hâle gelirken söylemleri de daha sağa kaydı, sertleşti, hamasetinin dozu arttı, daha çok bağırmaya başladı. Türk-İslam sentezinin çok iyi bildiği veya içselleştirildiği sembollerini, söylemlerini halkın nabzına göre daha çok kullanmaya başladı. 

Aslında bu sentez de, ortaya çıkan bu profil de Türkiye açısından orijinal veya yeni bir şey değil ama Soylu doğru zamanda, doğru konjonktürde ‘yükseldi’. Tabii, bu yükseliş de tesadüf değildir, zamanın ruhunu yakalamıştır kendisi. AKP-MHP ortaklığının ete kemiğe bürünmüş hâlidir desek yeridir. Hatta, on yıllar sonra geriye dönüp bu dönem incelediğinde Gezi sonrasının, belki Erdoğan da daha fazla sembol ismi olarak bile değerlendirilebilir. 

Türkiye’nin gelmiş geçmiş kabinelerinde, demokrasi ve hukuk düzeni açısından en sorunlu profiller zaten içişleri bakanları olagelmiştir; bunun böyle olması da tesadüf değildir. Polisin başındaki kişinin ülkedeki hâkim milliyetçi, şoven, devletçi siyasi kültürü en iyi temsil eden, onun en iyi cisimleşmiş hâli olması hem sistemin bir sonucudur, hem de o sistemin işleyebilmesi açısından gereklidir. Polisten sorumlu İçişleri Bakanlığı’nın başına samimi bir demokratın atandığı gün, Türkiye’de bir değişim başlamış demektir.

Süleyman Soylu da bu silsilenin son halkası ama hukuk tanımama konusunda çıtayı yükseltmiş bir halkası. Yalnız siyasi meselelerde değil (ki oraya girersek söylenecek çok şey var), asayiş meselelerinde de hukuk tanımayan, eskinin bostancıbaşıları gibi doğrudan cezalandırma işine girişen biri olduğunu biliyoruz. Bu uğurda polis memurlarına, “Uyuşturucu satıcılarının bacaklarını kırın, suçu bana atın” diyebilecek kadar fütursuzlaşabilmiştir örneğin. Açıkça bu kadar ileri gidebilmesinde kitleden aldığı alkışların ve övgülerin payı yüksektir elbette. Popülaritesiyle birlikte cesareti de artmıştır. Yükselen küresel popülizmin başa oynamaya çalışan başaltı aktörlerinden biri olarak da tarif edilebilir.

Nitekim, ‘can sıkıcı’ hukuki prosedürleri atlayarak cezalandırma işini de üstüne alan polis tipi, yalnız Türkiye’de değil başka ülkelerde de kitlelerin ‘doğrudan adalet’ diye tarif edebileceğimiz ilkel dürtülerini tatmin ederek sempati toplamıştır. İşte ‘Kirli Harry’. (Dizi hakkında duyduklarımdan, Behzat Ç. de sanki biraz böyle bir tipti.) Soylu’nun siyasi alandaki şahinliğini asayiş alanında ‘Kirli Harry’ profiliyle birleştirmesi de bunu bildiğinden, en azından sezdiğindendir. 

Öte yandan, siyasi alandaki şoven, demagog şahinliği ve asayiş alanındaki cezalandırıcı polis tavrı yığının alkışını ve beğenisini toplasa da, aslında devletin devlet olma iddiasına normatif düzlemde en büyük darbeleri vuruyor. Malum, devleti devlet yapan, daha doğrusu yapması gereken özelliklerinden biri de meşru şiddet tekelidir. O tekele o meşruiyeti veren de, özellikle modern demokratik devlette hukuk düzenidir, gene daha doğrusu öyle olmalıdır. Onun olmaması, şiddet tekelinin de ortadan kalkmış olduğu manasına gelir. Soylu gibi hukuku ayaklar altına alan devlet görevlileri, o tekelden zımnen vazgeçmişler ve bunu ilan ediyorlar demektir. Yoksa, bir insan topluluğunda fiilî şiddet tekeli diye bir şey çoğu zaman zaten yoktur.

Okullardaki ‘masum’ çocuk gruplarından tutun da mafyaya kadar her grup kendi çapında şiddet üretebilir. Devletin bu konudaki tekeli, şiddetinin meşru ve bir sınırının olmasına bağlıdır. Bu sınırı çiğnemiş veya çiğnenmesini vazetmiş devlet görevlileri, şiddet üreten diğer yapılar karşısında meşruiyet iddiasını kaybeder, onlardan biri hâline gelir, tabiri caizse onların seviyesine iner. İşte, hemen hemen her sözüyle devletin meşruiyetinin iskeleti olan hukukun bir kemiğini kıran Soylu’nun yaptığı budur.

Uyuşturucu satıcılarının “bacaklarını kırmaya” başladığınızda yaptığınız, sokaklardaki bir çetenin karşısına sadece daha büyük ve organize başka bir çete sürmektir. Kırdığınız, sadece uyuşturucu satıcısının kemiği değil, kutsadığınız devletin kemiği olur, hem de belkemiği; zira var olmaya devam eden teşkilat, bir devlet değildir