ARAT DİNK

Arat Dink

HEP SONRADAN

Yaşam alanları, teknik hacimler ve salya

Türkiye gibi parayı verenin düdüğü çaldığı, hukukun rahatlıkla askıya alındığı, basın, sivil toplum, yargı denetiminin sıfırlandığı, bu sayede de kamu kaynaklarının hatta dünya kaynaklarının emildiği bir ülkeye, külliyen ‘serbest bölge’ denemez mi?

Hollywood filmlerinin klişesidir ‘Meksika sınırı’. Kanunla başı derde girenlerin geçtikleri anda rahatlayacakları bir sınırı ifade eder. İki yakası birbirinden öyle farklıdır ki, kişinin bir taraftaki rahatsızlığı ile öte taraftaki rahatlığı arasındaki tezatta gerilmeden edemezsiniz. Gazeteci Timur Soykan ‘Baronlar Savaşı’ kitabında (Kırmızı Kedi Yay.) çoktan adını koymuş; Türkiye Avrupa’nın ‘Meksika’sı.

Türkiye’nin Avrupa’nın uyuşturucu trafiğinde nasıl bir üs hâline geldiğini belirli bir vaka etrafında inceleyen kitap, çarpıcı bilgiler içeriyor. 80’lerde ve 90’larda yüzeye çıkan bilgilerle düşünüldüğünde sistemin vites yükselten devamlılığı daha iyi okunabiliyor. Bu, altyapının uyuşturucu boyutu...

                                                                              ***
Çağrışım durmuyor, ilgisiz gibi duran bir başka kitabı akla getiriyor: ‘Devlet Dışı Güç – Altyapı Mekânı’ (Keller Easterling, çev. Şahika Tokel, Metis Yay.). Kitap, şehircilik bakışıyla, ekonomik sistemin görece yeni ürettiği, pıtrak gibi çoğalan ‘serbest bölgeler’i odağına almış. Ancak onunla kalmayıp, devlet denetiminin genel olarak ‘altyapı’ alanında kaybolmasına, şirketlerin ve uluslararası bir ekonomik sistemin egemenliğinde kalmasına fener tutuyor. Özel hukuk düzenlemeleri, teşvikleri ve kerameti kendinden menkul standartlarıyla, cüssesiyle değil ama işleyişiyle kamunun gözünden uzakta, her geçen gün büyüyen ‘altyapı mekânları’, beraberinde kendi estetiğini de taşıyor. Eğilimleri, geleceğe dair önemli ipuçları veriyor.

Türkiye gibi parayı verenin düdüğü çaldığı, hukukun rahatlıkla askıya alındığı, basın, sivil toplum, yargı denetiminin sıfırlandığı, bu sayede de kamu kaynaklarının hatta dünya kaynaklarının emildiği bir ülkeye, külliyen ‘serbest bölge’ denemez mi?

                                                                              ***
Derken, ‘tampon bölge’ sahnede yerini alıyor. Avrupa’nın göçmenlerle ilgili olarak Türkiye’ye biçtiği rol: Son tahlilde kendilerinin büyük payı olan savaşlardan zarar gören insanların, kendilerinden uzak kalmasını sağlayan bir ‘dış havuz’... “Aman bana bulaşmasın da, parası neyse verelim” diye özetlenebilecek, insanları nesneleştiren utanmazlık. Mazgallarla çevrili, taşanı geri alan bir birikme alanı...

                                                                              ***
“Hâlâ anlamadın mı?” der gibi, son bir artırılmış gerçeklik olarak, ‘çöp’ yüklü gemiler demirliyor. Şuraya bırakıp gidecek, işgaliyesini vermiş. Önce plastik falan alındığı duyuluyordu, bunlar işte, geri dönüştürülecek. Bir ara başka ülkelerde yaşayan insanlar için zararlı olan ama bizim buralarda herkes şerbetli olduğu için dokunmayan asbestli gemilerin parçalanması türünden işler vardı. Yine zorlasan, ‘dünyaya hizmet’ diye açıklanabilir. Bu kez, bildiğin çöplük olmak gündemde.

                                                                              ***
Kara para, silah, petrol ve daha birçok altyapı katmanı sayılabilir. Hatta bu ülkeden hiçbir şey almayan, bu ülkeye hiçbir şey vermeyen bazı sanal veya gerçek borular transit geçiyor da olabilir. Kalabalık bir kazan dairesi gibi.

                                                                              ***
Konut tasarlamak, mimarlar için hep zevkli olmuştur. Şurada yaşam alanları olsun; oturma, yeme, yatma... Şurada da yaşama alanında olup biten şeylerin olabilmesi için gerekli mekânlar ve donatılar olsun; elektrik, ısıtma, soğutma, soğuk su, sıcak su, pis su tesisatları ve bunlar için gerekli mekânlar... Teknik hacimler; pano odası, kazan dairesi, depo, kiler, ardiye...

Dünyanın işleyişi de bundan pek farklı değil. Bir ana işlev var; ‘yaşam’. Birileri (bu iyimser tahminle insanların %10’una denk geliyor) o yaşamı bir yerlerde yaşayacak. Birileri de o yaşam orada hep oda sıcaklığında yaşanabilsin diye ihtiyaç duyulan teknik mekânlarda, şimdilik gerekliymiş gibi gösterilen, bir vadede gerek de kalmayacak işlerle uğraşacak. Ki bu vade kasten uzatılıyormuş gibi bir hisse de zaman zaman kapılmıyor değiliz.

Bu teknik hacimler ve şaftlarla ilgili klişeleşmiş bir an vardır. Şuradan elektrik kabloları geçecek, buradan su tesisatı, oradan havalandırma derken bir bakılır, boşluğun ölçüleri hesabı kurtarmaz. Kesit büyütülür. Teknik hacim büyür.
Görünen o ki Avrupa’nın Meksika sınırı Balkanlara doğru kayarken, Ortadoğu Türkiye’yi de içine alacak şekilde genişleme eğiliminde. Kara para istasyonlarıysa, bütün dünyada giderek büyüyen bir ağ.

Muhtemel senaryolar çok seçenek bırakmıyor. Ya medeniyetin ‘altyapı mekânı’nda bize biçilen görevleri bize biçilen ömür süresince ifa edeceğiz. Ya da makas değiştirip, zor bir bölgede ‘medeni’, demokratik bir ‘kararlılık adası’ olarak yaşamaya çalışacağız. İki hâlde de neysek onu etrafımıza bulaştıracağız. Birincide çok kârı olan bir azınlık dışında herkes, sorulsa tabii ki ikinciyi tercih edecektir. Ama bu soru hiçbir zaman sorulmayacak gibi. İkinci durumda da bir ahlaki üstünlük yok; dünyanın geri kalanını depo, kiler, ardiye, kazan dairesi, foseptik gibi kullananlardan olacağız. Oyunu değiştirmediğimiz sürece...

Şu ‘yerusağem yeriko’ (deve cüce) oyunundan bahsetmiştik. Kaybedenlerin itirazının mızıkçılık sayılması, bu oyunun kuralı hâline gelmiş. Artık üretim gücünü elinde tutan bir sınıftan bahsetmek de zor. ‘Kazananlar’ın da itiraz edenlere katılması zorunluluk gibi görünüyor. Zaten bu oyunda henüz kaybetmemiş olana ‘kazanan’ deniyor.

                                                                                ***
Uçak yere yaklaşırken insan yeryüzünde değişik ölçeklerde birçok desen görür. Marmara’daki ‘müsilaj’ı gördüğünde göz hiç yadırgamıyor. Çünkü az önce daha yüksekteyken karada gördüğü ‘müsilaj’ daha büyük olmakla birlikte, neredeyse aynı desenlerden oluşuyor, hatta sınır çizgileri aynı fraktal yapıda. Zaten bir kıyıya şöyle karşıdan bakınca, ‘müsilaj’ şehrin sudaki yansıması gibi görünmüyor mu? Denizdeki müsilajı bazı planktonlar salgılıyormuş. Karada ana bileşeni beton olan müsilajı salgılayan planktonların biz insanlar olduğu su götürmez.