Ne türkülerin unutulur ne de adın

Neşet Ertaş ve onun taşıyıcısı olduğu değerler bizim için mihenk taşı niteliğindeydi. Onu tam yeniden keşfediyorduk ki, ölüm elimizden aldı.

Abdal müziğinin yaşayan son büyük temsilcisi Neşet Ertaş, 25 Eylül sabahı İzmir’de tedavi gördüğü hastanede hayata veda etti. Geçen hafta ‘primer hastalığı’ nedeniyle yoğun bakım servisine kaldırılan 74 yaşındaki ünlü halk ozanı, UNESCO tarafından ‘Yaşayan İnsan Hazinesi’ olarak nitelendirilmişti. Kendisine verilen ‘devlet sanatçısı’ unvanını “Halkın sanatçısı olmayı tercih ederim” diyerek reddetmişti. ‘Bozkırın Tezenesi’ olarak nitelendirilen Neşet Ertaş’ın cenazesi, 26 Eylül Çarşamba günü memleketi Kırşehir’de babası Muharrem Ertaş’ın yanına defnedildi.

Abdal müziğinde bir dönem kapandı

Neşet Ertaş

1938’de Kırşehir’in Kırtıllar (Tırtıllar) adlı bir Abdal köyünde doğan Neşet Ertaş, daha 5-6 yaşlarında iken ‘köçek’ olarak babasının yanında düğünlere gitmeye başladı. İhtiyaca göre, zil, keman, cümbüş gibi enstrümanlar da çaldı; daha sonra bağlamayla müzik hayatına devam etti. Gururu kırıldığı için köçekliği bırakıp Ankara’ya gitti. Yıllarca pavyonlarda, düğünlerde, turnelerde müzik yaptı; İstanbul’da plaklar doldurdu. Yaptığı şarkılarla, ünü gittikçe büyüdü. 1978 yılında alkol nedeniyle sağlığı bozulunca tedavi için Almanya’ya gitti ve yıllarca dönmedi, hatta öldüğü yolunda haberler çıktı. 1999 yılında Kalan Müzik, Ertaş’ın bütün eserlerini bir CD külliyatı olarak yayınlamaya başladı. Müzik yaşamıyla üç kitaba konu oldu: B. Bilge Tokel, ‘Bir Neşet Ertaş Kitabı’ (Akçağ Yay., 1999); Ö. Özcan, ‘Neşet Ertaş: Yaşamı ve Bütün Türküleri’ (Simurg, 2001); H. Akman, ‘Gönül Dağında Bir Garip’ (İş Bankası Kültür Yay., 2006). Neşet Ertaş hakkında, Can Dündar tarafından hazırlanmış bir belgesel film de (‘Garip: Neşet Ertaş Belgeseli’, Kalan Müzik, 2005) bulunuyor.

EROL MUTLU

Neşet Ertaş’ı ilk dinleyişim, çocukluğumda Kazlıçeşme’de, mahallenin plakçısının önünde oyun oynadığımız zamanlara rastlıyor. Üniversite yıllarında onun bazı türkülerini düzenlemeye çalışırken, bu ezgilerin taşıdığı zenginliğe, ustalığa çok imrenmiştim. Çok olgunlaştırılmış bir müzikti ve yorumu çok ustacaydı. Eserlerine yeni ezgiler, motifler yazmak son derece zordu, eklediğiniz unsurların esere gerçekten bir şey katması gerekiyordu. Kişisel olarak çok zorlandığımı söylemeliyim. Neşet Ertaş’ın eserlerini düzenlemek de, olduğu gibi icra etmek de ileri derecede ustalık gerektiriyordu.

Neşet Ertaş kendi yolunu açtı ve o yolu ‘yalnız bir insan’ olarak yürüdü. Sadece Almanya’da değil, müzik yaşamında da yalnızdı. Abdal müzik geleneğine ve Muharrem Ertaş’tan aldığı mirasa yaslanmakla yetinmedi, onu zenginleştirdi, daha önemlisi o ‘bina’nın üzerine yeni bir yapı inşa etti: Sağlam sözler, yepyeni besteler, yetkin bir vokal tekniği ve farklı bir bağlama icrası yarattı.

Geleneği kendi nüanslarıyla yorumlarken, ses ve bağlama kullanımına çok incelikli ayrıntılar kazandırdı. Bu müzikal müdahalenin değerini anlamak için sadece ‘O Kız Mektepten Gelirdi’ türküsünü dinlemek yeterlidir. Öyle ki, son yıllarındaki konserlerinde bile, eserlerini albümlerdeki kayıtlardan farklı okuyordu, yani yeniden yorumlamayı sürdürüyor ve çok zarif işlemeler yapıyordu. Koma sesleri vermek için ilave perdeleri olan bir bağlama kullanması da sebepsiz değildi, kendi tabiriyle “kâinatın bütün seslerini” duymak istiyordu.

Konserlerinde veya TV ekranlarında izleyenler, onun sahnede nasıl yoğun bir emek harcadığını, ter içinde kaldığını görmüşlerdir. Konserlerinde ‘ağır bir işçilik’ yapıyor, tam bir performans enerjisi harcıyordu ve performansı şov kültürüne çok uzaktı, bilakis çaldığı eserin bütün ayrıntılarını duyurmaya kilitlenmişti.

Abdal müziğinde bir dönem kapanıyor artık. Babasını kaybettiğinde “ ‘sazımın emaneti’ diyen en son nefeste / sazın ulusunu neyledin dünya?” diye sormuştu. Onu ve bu soruyu unutmayalım.

Geç bulduk, çabuk kaybettik

HAŞİM AKMAN

Bu coğrafyada yaşayanların kimileri, her nedense, kendi kendini dişiyle tırnağıyla var edip bir yerlere gelmiş değerlerine karşı çoğu kez zalimdir. Yaşadığı, hep önünde olduğu, gördüğü, sesini duyduğu sürece onu koruyup kollamak yerine, istismarı, sevgisini göstermekten sakınmayı meziyet bilir. Kimileri de, bir kere bile olsun gönül teline dokunmuş olanı, her hal ve şartta sonuna kadar sever, sahiplenir.

Bu iki türden birincisi, ne zaman ki o değerli kişi ölür, ah vah derdine düşer. İkinci kümede yer alanlarsa zaten içinde bulundukları duygu durumu dolayısıyla başlarına geleni anlamlandırma çabasıyla hemhal olur.

Derdim, bu kısa alanda felsefe yapmak değil. Neşet Ertaş’ın ölüm haberinin duyurulduğu 25 Eylül günü tele-vizyonda canlı yayın yapan haber kanallarını izlerken dinlediklerim, yazının başında ifade ettiğim duygu durumuna itti beni. Meğer ‘büyük Türk büyükleri’ Neşet Ertaş’ı ne kadar çok seviyor, ona ne çok değer veriyormuş, ve ölümünden de büyük üzüntü duymuş... İroni yaptığım sanılmasın, kimsenin samimiyetini sınayamayız. Öyle diyorlarsa doğrudur.

Benim Neşet Ertaş’la ‘Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş’ adlı söyleşi kitabımın yayımlanmasına (2006) vesile olan şahsen tanışıklığım, onun 2000 yılında Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda verdiği konserin birkaç saat öncesine denk gelir. 26 yıl Almanya’da yaşayıp hakkında birkaç kez çıkan “Öldü” haberini yalanlamaktan öte sesini soluğunu duymadığımız Neşet Ertaş, 1 Kasım 2000 Pazartesi günü, hayatında ilk kez İstanbul’da, o zamana kadar karşılaşmadığı büyük bir kalabalığın karşısına çıkacaktı. Kaldığı otelde onu ziyaret ettiğimizde korkudan yerinde duramıyordu.

Birkaç saat sonra ilk türküsünü “havalandırıp” seyircisiyle bütünleştiğinde, otelde kıvrım kıvrım kıvranıp sigaranın birini söndürüp ötekini yakan Neşet Ertaş’tan eser yoktu. “Kalpten kalbe” giden gizli yola girmiş, geçiş tamamlanmıştı. Çok etkileyiciydi.

Bu yazıyı yazmaya oturmadan önce, gün boyu kendilerine mikrofon tutulmayan, yani yazımın başında söz ettiğim ikinci kümede yer alan gerçek Neşet Ertaş dinleyicilerinin duygularını merak ettim. YouTube’da yayınlanan, bilinen türkülerinin dinlenme sayısı olağanüstü rakamlara çıkmıştı. Bir dinleyicisi, ‘Ah Yalan Dünya’ üzerine gönlünden geçenleri şöyle söze dökmüştü: “Sürekli korkarak açıyorum bu türküyü baba. dayanamıyorum. salıveriyorum her seferinde kendimi. ne var sende de böle bağladın kendine bizi?”

Şimdi hep birlikte soralım: Sahi ne var Neşet Ertaş’ta da, onu bilen bilmeyen, yediden yetmişe herkesi sarıp sarmalıyor? Sahicilik, samimiyet, özüne bağlılık, değer bilirlik, canlı cansız her varlığı eşit görme gibi özellikler olabilir mi?

Neşet Ertaş ve onun taşıyıcısı olduğu değerler bizim için mihenk taşı niteliğindeydi. Doğduğu coğrafyaya döndüğünde yeniden keşfediyorduk ki, ölüm elimizden aldı onu.

Onlar yan yana ve ölümsüzler

PAKRAT ESTUKYAN

Kimi anlar vardır, genelin paylaştığı duygular özelde çok başka çağrışımlara yol açabilir. “Bozkırın tezenesi öldü” haberi, uzun süredir ilk kez, tüm Türkiye’de ortak bir duygunun paylaşılmasını sağladı. Neşet Ertaş doğduğu köyden taşarak tüm Türkiye’ye mal olmuş, büyük bir sanatçıydı. ‘Sanatçı’ sıfatını hak eden ender isimlerden biriydi. UNESCO ‘Yaşayan İnsan Hazinesi’ diye tanımlamıştı onu. Bir hafta – on gündür ne yazık ki beklediğimiz acı haberi aldığımda Türkiyeli olmanın bahşettiği çokkültürlülüğün sağladığı zenginliği bir kez daha iliklerimde hissettim. O belki ‘bozkırın tezenesi’ydi ama biz onun avazını Dersim’in dağ köylerinde, Hopa’nın salaş balıkçı lokantalarında paylaşmıştık. Kuruçeşme Arena’da Kardeş Türküler konserinde konuğumuzdu. Konser öncesi sohbetlerimiz aklıma geldikçe ülkenin zenginliğine bir kez daha hayran oluyorum. Her gün genç insanların ölüm haberleriyle kavrulan bir coğrafyada, herkesin ortak değeriydi.

Mazgirt’teki festival alanında Seyit Rıza, Ahmet Arif, Hrant Dink ve Kazım Koyuncu yan yana resmedilmişlerdir. Önümüzdeki yıl Neşet Ertaş’ın resminin de aynı duvarda olacağından hiç kuşku duymuyorum.

‘Bugün dinlediğimiz her şeyin derininde onun imzası var’

MURAT MERİÇ

Halk ozanlığının son temsilcisi Neşet Ertaş öldü. Bu, halk ozanlığının da öldüğü anlamına geliyor. Neşet Ertaş’ın ölümü bu kadar önemli, bu kadar acı. Bir geleneğin yok oluşuna şahit olmak da öyle. Bu geleneğin son temsilcisiydi Neşet Ertaş. ‘Son’, derken yaygınlığına ve gücüne bakarak söylüyoruz bunu: Konser verdiğinde stadyum dolduran, türküleriyle kitleleri etkileyen, tek hareketle onları ayaklandıracak son insandı. Sadece kitleleri değil, kendisinden sonra gelenleri de etkiledi.

Neşet Ertaş’a çevirelim yüzümüzü: Kırşehir’den Ankara’ya, oradan İstanbul’a gelen, gelmezden önce babası Muharrem Ertaş’la birlikte düğünleri gezen, saz çalmayı ondan öğrenen bir çocuk. Sözünü söylemeye başlayınca düğünler yetmez olmuş, önce Ankara’ya gitmiş, hızla İstanbul’a geçmiş. İlk plağını çıkardığı tarih 1957. Sonra bir Ankara macerası daha var: TRT’nin sınavlarına girip, ‘Yurttan Sesler’de türkü söylemeye hak kazanıyor. Ancak yönetim “bağırmadan” söylemesini isteyince, çok sevdiği bu görevi bırakıyor. Pavyonlarda şarkı söylerken İstanbul plakçıları onu keşfediyor ve büyük yükselişi başlıyor. Sonrası Almanya yılları: Hastalık, fakirlik, acılar derken orada ‘pişiyor’. ‘Garip’ mahlasını aldığı, garipliğinin türkülerine sirayet ettiği yıllar bunlar.

Neşet Ertaş, plaklarıyla ve söylediği türkülerle sadece kitlelere değil, kendinden sonra gelenlere de yön verdi. Zeki Müren’den Cem Karaca’ya, Arif Sağ’dan Replikas’a, o kadar geniş bir alan ki bu, şu cümleyi rahatlıkla kurabiliyoruz: Bugün dinlediğimiz her şeyin derininde bir Neşet Ertaş imzası var. Bunun ispatı için onun türkülerini yorumlayanlara bakmak yeterli.

Sırrı çok basit aslında: Neşet Ertaş hep kendi oldu. Piyasanın çarklarına ayak uydurmadı, bildiği yoldan ilerledi. O göğsünü gere gere söylediği ‘goynüm’ü ‘gönlüm’e, ‘datlı’yı ‘tatlı’ya çevirmedi. Hayranlarını hayran olarak görmedi, konserlerinde hep dost meclisindeymiş gibi davrandı. Sahnede olmanın bir ayrıcalık olmadığının farkındaydı.

Neşet Ertaş bizden biriydi. Onun ölümüyle canımızdan can gitti. Öksüz kalışımız, kendimizi öyle hissetmemiz bundan.

Hep özleyeceğiz

FERYAL ÖNEY

Türkülerini dinlediğim, beraber müzik yaptığım biri olmaktan çok öte biriydi Neşet Abi benim için. Kardeş Türküler’in ‘Bahar’ albümünden itibaren ortak çalışmalar yaptık, aynı muhabbet ortamlarında bulunduk. Kardeş Türküler’de yaptığımız işe sevgiyle yaklaşıyordu. “İstediğiniz zaman çağırın” der, istediğimiz türküsünü söylememize izin verirdi. Gençlere, tecrübesiz müzisyenlere destek olması ve bunu yaparken mütevazılığını hiç yitirmemesi, en önemli özelliklerinden biriydi.

Eserleri ve kişiliğiyle bizim için değer biçilmez biriydi Neşet Abi. Onunla aynı dönemde yaşamış, aynı sahneyi paylaşmış, aynı mikrofona söylemiş olmak benim için unutulmayacak bir deneyim. Hep özleyeceğiz onu.

Kategoriler

Kültür Sanat Müzik