Kiğı-Pülümür arasındaki anıt eserlerin bize anlattığı

Her şeye rağmen Anadolu’nun kadim halkları bugünleri sanki görürcesine öyle tedbirler almışlar, öyle yerlere eserler bırakmışlar ki, bu eserler, bu ayak izleri, ormanla örtülü, ulaşılması güç yarlarda olup, oralara, o topraklara atılan, silinmesi güç imzalardır; “Buralarda bir zaman ben yaşıyordum, biz yaşıyorduk” dercesine...

Bilindiği gibi Anadolu kadim halkların ve uygarlıkların ülkesidir; Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Asuriler vs. halklar, bu toprakların asli unsurlarıdır. Bütün bu halklar bu topraklara—tüm tahribatlara rağmen—yine de silinemeyecek izler bırakmışlardır. 

20. yüzyılın başlarında çoğulcu bir yapıya sahip Anadolu’da tek etnisiteye dayalı yeni bir ulus inşa etmek girişimi, çok acılı ve kanlı olmuştur. Yaratılmak istenen yeni ulus-devlet üç sacayağı üzerinde yapılandırılmaya çalışılmıştır.

1-Anadolu’daki Hıristiyan unsurlar (Rumlar, Ermeniler, Asuriler) bu yeni oluşumun içinde yer almayacaklardır. Onlar—şöyle, ama böyle--ülke sınırlarının dışına çıkarılacaklardır. Ancak, kontrol edilebilir bir oranı ülke içinde yaşamasına izin verilecektir ki, onlar da yeri geldiğinde rehine olarak kullanılması içindir. (1)

2-Etnik kökeni, dili ne olursa olsun, Anadolu’daki tüm İslam unsurları, Sünni/Hanefi mezhebi içinde eritilerek Türkleştirilecektir.

3-Müslüman kabul edilen, ancak asimilasyona direnenler- dilsel olarak Kürtler, dinsel olarak Aleviler—ağır baskı altına alınacaktır. Onların, dilleri, inançları, kültürleri, sanatsal varlıkları ve tarihleri tahrip edilecek, itibarsızlaştırılacak ve böylece dirençleri kırılarak, süreç içerisinde asimile olmaları kolaylaşacaktır.  Baskın Oran bu üçüncü şıkka “Karma Yöntem” adını vermekte ve şunları yazmaktadır: “Asimilasyon yapılmazsa/tutmazsa devreye etno-dinsel temizlik girer. Türk ulus-devleti Dersim’i asimile etme umudunu yitirince, 1937-1938’de katliam ve sonrasında da tehcir uygulamıştır.” (2)

Kültürel ve inançsal varlıkların tahribatında en çok Kızılbaş Kürtler etkilemiştir. Kızılbaşların dağa, taşa, ağaca, suya taptıkları gerekçelendirilerek, bu halka ait tüm kutsallar tahrip edilmiştir/edilmektedir. Alttaki resim bunun somut bir örneğidir.

FOTO: Erdem Ökçü

Resimde görülen kaya; “Qalê Sıpi”dir. Çok kutsaldır, akşam dualarında sürekli ismi zikredilir. Çocuğu olmayan kadınlar, düşük yapanlar, burayı ziyaret ederler. Yaşlı ve dul (qurebi)  bir kadının eşliğinde etrafında yedi kez dönerler, kendilerince dualar eder ağlaşırlar, birlikte getirdikleri horozun ibibiğini kanatırlar ve niyaz (tereyağından yoğrulan ve kızgın ocakta saç altında pişirilen köme) dağıtırlar. Resimde de görüldüğü gibi bu kutsal kaya (doğal mabet) parçalanmış, onunla da yetinilmeyerek üstüne üstlük yazıda yazılarak kirletilmiştir.

Bunun gibi binlerce yıldır ayakta kalmayı başaran kutsal ağaçlar, önce dinamit lokumuyla parçalanmış, ardından yerinden bir daha yeşermesin diye kökünden üç metre derine kazılarak yok edilmişlerdir. Mezarlıkların durumu ise tam bir faciadır. 

Yol kenarına atılan tahrip edilmiş bir Alevi mezar taşı, FOTO: Erdem Ökçü

Aynı şeyler Ermeni kiliseleri, şapelleri, manastırları ve mezarlıkları için de yapılmaktadır. Günümüzde İstanbul dışında, Anadolu’da çok az Ermeni eseri kalmıştır, onlar da çeşitli amaçlar için—ahır, samanlık vb.—kullandıkları için kurtulmuşlardır.

Dikkat edilirse silinen izler, genellikle dinsel inançlara ait eserlerdir. Osmanlı’nın bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti deneyimlerinden çok iyi biliyoruz ki, bir toplumun dinsel yok oluşunu, dilsel yok oluş izler. Onun için resmi dinsel anlayışın, “makbul”un dışında kalanların bütün kutsallıkları, tahrip edilerek yok edilecektir; bu Hıristiyan inançların kutsallıkları için olduğu gibi Alevi, Êzidi vd. inançlar için de geçerlidir.  Halklar, devletin resmi “makbul” inancı içinde eritilmek isteniliyorsa onların kutsadıkları inanç merkezleri tahrip edilerek yok edilmelidir, bu anlayış aynı zamanda yazılı olmayan devletin resmi politikasıdır.

Halkların, tarihleri, kültürel varlıkları, inançsal mekânları, Birleşmiş Milletlerin (BM) ve onun yan kuruluşu olan UNESCO’nun teminatı altındadır ve bunun altında Türkiye Cumhuriyeti’nin de imzası bulunmaktadır. Buna rağmen tahribat devam ediyorsa --ki ediyor-- bu çok daha vahim bir durumdur çünkü burada uluslararası bir suç işleniyor demektir. Halkların kutsallıklarına saygı duymayanların, kendilerini uygar dünyanın onurlu bir üyesi olarak görmeleri mümkün mü? Ülkeler, hoşgörülü, demokratik çoğulcu bir anlayışla ya uygar dünyaya ait olacaklar ya da Taliban örneğinde olduğu gibi Ortaçağ karanlığını tercih edeceklerdir.

Her şeye rağmen Anadolu’nun kadim halkları bugünleri sanki görürcesine öyle tedbirler almışlar, öyle yerlere eserler bırakmışlar ki, bu eserler, bu ayak izleri, ormanla örtülü, ulaşılması güç yarlarda olup, oralara, o topraklara atılan, silinmesi güç imzalardır; “Buralarda bir zaman ben yaşıyordum, biz yaşıyorduk” dercesine...

Alttaki  resimlerde görülen anıt eser, Kiğı-Pülümür arasında orman içinde, ulaşılması güç bir yarda -yer kesin belirtilmemektedir, çünkü tahrip edileceğinden korkulmaktadır- engin birkaç kayaya oyulmuş, birbirine paralel ve aynı yöne (doğuya) bakan muhteşem figürlerden ibarettir.

FOTO: Yunus Gürbey

Özellikle bunlardan biri, kocaman bir kayanın tepesi özenle tıraş edilerek yapılan uzun, sivri anıttan ibarettir. Anıtın orta yerinde kocaman bir haç ve bu haçın her iki kanatın da yer alan dört küçük haç bulunmaktadır. Kayanın arka tarafında çizgi şeklinde oyulan basamaklardan yukarıya çıkılsa da, etrafında yazıya rastlanmamıştır. Ayrıca, anıtın bulunduğu mekânın hassas konumundan dolayı, etrafı dikkatlice incelenmemiştir. Sadece büyük anıta batı yönünden çaprazdan benzer ve aynı yöne bakan küçük bir anıt daha vardır. 

Anıt eserin uzaktan görünüşü FOTO: Yunus Gürbey

Agos'un notu: Bölgeyi iyi bilenlerle temasa geçtiğimizde yöre halktının bu anıt eserlere,  o coğrafyada çok iyi bilinen  "Haçkar"lara benzer şekilde yine Haçkar dediklerini öğrendik. 

Dipnotlar:

(1)1964 yılında patlak veren Kıbrıs sorununda İstanbullu Rumlar'ın, rehine olarak kullanıldığını öne süren Alper Kaliber şunları yazar: “…Buna göre, İstanbullu Rum azınlık, Yunanistan’ı Kıbrıslı Rumlara adadaki Türklere saldırmalarını durdurmaları için baskı yapmaya zorlamak amacıyla Türk hükümetince bir tür koz ya da rehine olarak kullanılmıştır.” “Başta Yunan uyruklular olmak üzere tüm İstanbul Rumlarının 1964-1965 döneminde devletten ve yaygın basından bir tür rehine ve içimizdeki düşman yabancı muamelesi gördükleri açıktır.” Alper Kaliber, "İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri" içinde, Derleyen: İlay Romain Örs, İstanbul, İletişim Yayınları; 2019. s;33-34
(2) Baskın Oran; age s.25-26

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında