Ekonomide istikamet ‘Arjantin modeli’ mi?

Uluslararası finans uzmanı Ercüment C. Bars, ekonomide yaşanan gelişmeleri mercek altına almaya devam ediyor. Bars, Türkiye'nin Arjantin örneğini takip ettiği söylüyor ve uyarıyor: "Peronistler ve AKP’nin başarısı, ikinci aşamada işler çok kötüye gitmeden, emniyet frenini devreye alabiliyor olmalarıydı. Ne zaman ki, Erdoğan, 'fren yok, tam gaz yeni modelle devam' dedi, yaşadığımız kriz de ivme kazandı."

Geçtiğimiz hafta TL yine gündemdeydi. Merkez Bankası’nın kura müdahalesi beklenildiği gibi başarılı olmadı ve TL’nin ateşi serbest piyasada sönmüyor. Bu, bazı yatırım bankalarına havlu attırdı. TL döviz kuru tahmini yapmayı bırakmışlar. Aslında açıkça söyleyemedikleri, Türkiye’nin uluslararası kurumsal yatırımcılar için, yatırım yapılabilir bir ülke olmaktan çıkmış olduğu. 

Mevcut politika tercihleri veriyken, ne döviz kuru ve yıllık enflasyonun nerede tepe yapacağını kestirmek, ne de bunun vereceği tahribatı öngörmek mümkün. Geçen hafta söylediğimiz gibi, TL’de temel sorun alım gücünü kaybetmek istemeyen tasarruf sahiplerinin TL’den kaçıyor olması. Bu, özel sektörün vadesi gelmekte olan döviz borçları ve ithal girdi bağımlılığı nedeniyle hali hazırda yüksek döviz talebi ile birleştiğinde, TL’nin ateşi de düşmüyor. Yerel para biriminin değerinin ne olacağını bilemediğiniz bir ülke de doğal olarak yatırım yapılabilir olmaktan uzak olacaktır. Bunda şaşılacak bir durum yok. 

Nebati’nin dediği
Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, faiz artırımının gündemde olmadığını söylediğine göre, TL’nin müdahalelere rağmen istikrara kavuşamaması, bizi geçen hafta değindiğimiz, sermaye hareketlerine yönelik muhtemel kısıtlamalara yaklaştırıyor. Hükûmetin uzun suredir dilinde olan ‘biz bize yeteriz’ ve ‘ekonomik kurtuluş savaşı’ söylemleri de bu kısıtlamaların ve içe kapanmanın göz önüne alındığına işaret ediyor.

TL döviz kuru tahminini bırakan bankalardan çok yakında, muhtemelen Türkiye’nin dış borcunu geri ödeyebilme gücünü sorgulayan raporlar göreceksiniz. Yurtiçinde dövize ulaşım ve yurtdışına döviz transferlerine sınırlama ile realize olacak konvertibilite ve transfer risklerinin bir adım sonrası, borcun geri ödenmemesi riski. Muhtemelen, Türkiye bir sonraki Arjantin (ya da Lübnan mı?) olacak şeklinde sansasyonel başlıklarla…

Lübnan örneği
Lübnan’da yaşananlar hâlâ çok taze. Bizdekine benzer bir şekilde, bankacılık sisteminde bolca döviz likiditesi olduğu ve bunun krizlere karşı bir emniyet sübabı olduğu düşünülüyordu. Oysa, yine bizdeki gibi, bu likiditenin büyük kısmı banka bilançolarında, net rezervi eksi olan Lübnan Merkez Bankası’ndan alacak şeklindeydi.

Bu alacakları merkezden tahsil etmek bir yana, daha fazla sermaye koymaları ve yurtdışı muhabir bankalardaki dövizlerini de yurtiçine getirmeleri istenen bankalar, sonunda ‘kapıya kilit vurup’, mudilere “Merkez Bankası bize döviz verince, biz de size vereceğiz” dediler.  ‘De facto’ döviz ve mevduata erişim sınırlaması ve yurtdışı transferlere yasak geldi. Elitler, bu kısıtlamalar öncesinde paralarını yurtdışına çıkardığı için zarar her zaman olduğu gibi küçük ve orta ölçekli tasarruf sahiplerinin üzerine kaldı.

Arjantin’in farkı 
Ekonomi politik olarak Arjantin ile benzerliklerimizi daha ilginç buluyorum. Her ne kadar, Türkiye’de geçmişte Ecevitler ve DSP’ye yakıştırılmış olsa da, Erdoğan’ın başkanlık sistemi ve Peronizm arasında önemli benzerlikler var.

Peronizm 1940’larda otoriter, aşırı milliyetçi ve militarist özellikleriyle doğmuş olmasına rağmen, günümüze dek evrilmeye devam ederek tamamen Arjantin’e ait bir şekil aldı. Bu yüzden, karşılaştırmak çok kolay değil. Nihayetinde, bir bukalemun gibi renk değiştirerek ve gerektiğinde daha önceki fikirlerine tam zıt görüşlere kayarak, çoğunluğun oyu ve serbest seçimler altında iktidarda kalmayı başarabildi.

Halkını fakirliğe ve ülkesini yıkıma sürüklese de zaman içinde Peronizmin, bu siyasal ölçüler çerçevesinde, modern zamanların en uzun soluklu ve dolayısıyla en başarılı popülist deneyimi olduğunu ileri sürebiliriz. Tüm değişimlerine rağmen, otoriter özünü hiç kaybetmediğinin altını ayrıca çizmek gerekir.

Peronizm, popülizmin bir ideolojiden ziyade, bir siyaset yapma biçimi olduğunun yaşanmış bir kanıtı diyebiliriz. Ama öyle bir siyaset yapma yöntemi ki, liberal demokrasinin ana unsurlarının altını oymakla kalmayıp, aynı zamanda ‘ekonomi karşıtı’. Ekonomi karşıtı, çünkü gelirin tekrar dağılımı ve toplam talebi artırma politikalarının ekonomik ve finansal kısıtları olduğunu kabul etmiyor. Kısıtların ülkenin geleceğini baltalamak isteyen dış güçler ve onların yurtiçi işbirlikçileri tarafından getirildiğini, bunu kırmak için de, otarşik – kendi kendine yetmeye yönelik- ve ulusalcı politikalara ihtiyaç olduğu savunuluyor.

Popülizmin üç evresi
Basite indirgersek, popülizmin üç yaşam evresi var diyebiliriz: 1) Demagoji – popülist vaatlerin dile getirilmesi; genelde seçim öncesi olur. Örneğin, “Bu kardeşinize yetkiyi verin, enflasyonu, faiz, cari açık nasıl düşürülür göstereyim.” 2) Uygulama – vaat edilen popülist çözüm politikalarının uygulanması ki, bunlar sözde çözüm olduğu için, sorunlar daha da derinleşip toplumun beklenti –mevcut durum açığı daha da artar. Örneğin, Merkez Bankası faiz indirse de borçlanma faizi yükselir, döviz kuru fırlar, düşük gelirli ve borçlu kesimler büyük yük altına girer. 3) Otokrasiye kayış –kurumsal yapının bilinçli olarak zayıflatıldığı bir arka planda, toplumsal desteğin zayıflaması bir sonraki seçimin engellenmesini makul bir alternatif olarak ortaya çıkarır. Genelde de bunu perdeleyen bir komplo teorisine başvurulur. Şayet popülist hükûmetin içinden çıktığı toplumun demokratik antikorları kuvvetliyse, Venezüela olmadan bu döngü kırılabilir.

Peronistler ve de AKP’nin başarısı, ikinci aşamada işler çok kötüye gitmeden, emniyet frenini devreye alabiliyor olmalarıydı. Ağbal’ın Merkez Bankası Başkanı olması, gereğini yapıp faiz artırması, bunun finansal göstergelere olumlu yansıması, sonra kovulması ve yerine Kavcıoğlu’nun gelmesine rağmen piyasanın başta çok da karamsar olmaması, hep bu emniyet freninin devreye girebileceği yönündeki beklentiyle ilişkiliydi. Ne zaman ki, Erdoğan, “fren yok, tam gaz yeni modelle devam” dedi, yaşadığımız kriz de ivme kazandı.

Tanıdık özellikler
Arjantin’de Kirchner’in devleti bir ekonomik büyüme makinesi olarak görmesi, onu ekonomik hayatta aktif ve müdahaleci bir konuma koyması, sermayeyi altyapı ve stratejik alanlara yöneltmesi, ancak bunu yaparken siyasi motiflerle hareket ederek, sadece ufak bir çevreye indirgenmiş ahbap-çavuş kapitalizmini benimsemesi kulağınıza çok tanıdık gelecek.

İstatistik kurumu ve diğer bağımsız olması gereken kurumların siyasi iradeye eklemlenmesi, istatistiklerin manipüle edilmesi, bilgilerin önemini kaybedip propagandanın öne çıkması, basının ve geniş toplum kesimlerinin basit bir şekilde hükûmet yandaşı ve karşıtı olarak kutuplaştırılması da çok tanıdık. Ya da Arjantin’in çok yüksek potansiyeline ulaşamama sebebinin, bunu engellemek isteyen, Arjantin halkının düşmanı dış güçler ve ülkenin zengin oligarşisi olduğunu söylemeleri de…

Kalkınma ekonomisi perspektifinden bakıldığında, 2.Dünya Savaşı sonrasında Arjantin, geleceğe damgasını vuracak potansiyele sahip bir ülke olarak öne çıkıyordu. On sene öncesinde, Türkiye için de benzer analizler söz konusuydu. Yatırım yapılabilir kredi notu yeni alınmış, Ortadoğu’ya model gösterilen bir ülke konumundaydık. Popülizmin yarattığı ve büyüttüğü kırılganlıklar ve kurumsal yapının zayıflaması, her iki ülkenin de geri kalmasında önemli ana fay hatları.
Her ülke krizini kendi özgün koşullarında oluşturur. Ama, devenin belini kiran o son saman tanesi, ekseriyetle finansal sisteme duyulan güvenin kaybı olur. Arjantin dur-kalk modeliyle 1980-2001 arasında birçok krizi yasamış olsa da, kırılma noktası Aralık 2001 ve Şubat 2002’de yaşanan, sırasıyla mevduatların dondurulması ve yerel para birimine zorla çevrilmesi olmuştur (corralito). 

Yukarıda bahsettiğim gibi, Lübnan’da da ekonomik kriz benzer şekilde derinleşerek buhrana döndü. Umalım ki Türkiye benzer hataları tekrar etmesin.

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında