OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

HDP fezlekesi ve “milletin menfaati”

Fezleke “1948 yılından önceki herhangi bir tarihte yaşanmış hiçbir acı nedeniyle bir millete ve topluluğa karşı soykırım suçlaması yöneltilemez” diyordu. İster 1948’den önce, ister sonra olsun, hukuk temelinde, milletlerin soykırımla zaten suçlanamayacağını belirtmiştim; zira uluslararası ve yerel hukukta soykırım suçu, bireylerin işlediği ve bireylerin yargılandığı bir suç olarak tanımlanıyor.

Geçen hafta, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, HDP Merkez Yürütme Kurulu tarafından 24 Nisan 2021’de yapılan açıklamada ‘soykırım’ ibaresi geçtiğinden dolayı kurul üyeleri hakkında, TCK 301’den yani ‘Türk milletini ve devletini aşağılamak’tan hazırladığı fezlekeyi tartışmaya başlamıştık. Fezleke “1948 yılından önceki herhangi bir tarihte yaşanmış hiçbir acı nedeniyle bir millete ve topluluğa karşı soykırım suçlaması yöneltilemez” diyordu. Gene geçen haftaki yazıda, ister 1948’den önce, ister sonra olsun, hukuk temelinde, milletlerin soykırımla zaten suçlanamayacağını da belirtmiştim; zira uluslararası ve yerel hukukta soykırım suçu bireylerin işlediği ve bireylerin yargılandığı bir suç olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) de, millet gibi grupların değil bireylerin soykırım suçuyla yargılandığı bir mahkeme. Başka bir deyişle, bu mahkeme soykırımın varlığını bireylerin eylemleri dolayımıyla tespit ediyor. Ermeni Soykırımı özelinde bakacak olursak, bu mahkemenin bir işlevi olması beklenemez. Birkaç sebepten dolayı. Birincisi, hayatın akışı gereği, bu mahkemeye çıkarılacak Ermeni Soykırımı zanlısı kalmamıştır, bu kişilerin hepsi çoktan ölmüştür. İkincisi, bu mahkeme yeterli sayıda devletin onaylamasından sonra, 1 Temmuz 2002’de yürürlüğe girmiştir ve dolayısıyla bu tarihten sonra işlenen eylemlere bakma yetkisi vardır. 

Soykırım(lar)ın konu ve tespit edilebileceği ikinci uluslararası mahkeme, BM’nin başlıca yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı’dır (UAD). Burada, UCM’den farklı olarak devletler arasındaki davalara bakılır. Yani devletler birbirlerini bu mahkemeye şikâyet edebilirler. Bu mahkeme 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin ihlali davalarına da bakabilir ama dediğimiz gibi bu, bir devletin başka bir devleti şikâyet etmesiyle olur. Yani, bir devlet başka bir devleti soykırım suçunu önlemede ve cezalandırmada kasten veya ihmalen yetersiz kaldığı, dolayısıyla sözleşmeyi çiğnediği gerekçesiyle bu mahkemeye şikâyet edebilir. Bunu mutlaka vuku bulan olayla somut bağlantısı olan bir devletin de yapması şart değil. Sözleşmeye taraf herhangi bir devlet, gene sözleşmeye taraf olan herhangi bir devleti şikâyet edebilir. Ermeni Soykırımı özelinde buna bakacak olursak, Ermeni Soykırımı’nın hukuken tespiti için bu mahkemenin de bir zemin olması zor – gene birkaç sebepten dolayı ama en bariz olanı, sözleşmenin yürürlüğe girme tarihinden evvelki olaylar için bir devletin başka bir devlet hakkında böyle bir şikâyette bulunmasının somut hukuki zemini olmaması. Kaldı ki, tarafların bu mahkemeye gitmeye rızası olması lazım.

Fakat, elimizdeki vakada beni tereddüde sevk eden ve kafamı karıştıran, soykırımın ‘önlenmesi’ kısmından çok ‘cezalandırılması’ kısmı. Bir hukuk süjesi olarak Türkiye’yi, 1915 ve takip eden yıllarda yaşanan olayları önlememekle suçlamanın maddi koşulları yok. Fakat, açıp tek tek kontrol etmedim ama Ermeni Soykırımı’nda rol almış kişiler arasında, sözleşmenin yürürlüğe girdiği 12 Ocak 1951 tarihinden sonra da Türkiye’de yaşamaya devam etmişler vardır herhâlde. Bunların bırakın soykırım suçuyla kovuşturmaya uğramalarını, taltif edildikleri düşünülecek olursa, Türkiye’nin taraf olduğu sözleşme hilafına soykırımı cezalandırmakta yetersiz kaldığı gerekçesiyle UAD’ye gidilebilir mi? Cevabı uzman görüşü gerektiren zor bir soru bu. Başka bir zor soru da, Türkiye ile Ermenistan arasında normalleşmenin konuşulduğu bu günlerde böyle bir girişimin yeri ve zemini olup olmadığı ve tarafların buna istekli olup olmayacağı. Öte yandan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun normalleşme sürecinde, ortak tarih komisyonu gibi hiç gerçekçi ve derde deva olmayan bir projenin (neden böyle olduğunu şurada anlatmıştım) tekrar gündeme gelebileceğini söylediğini düşünürsek, taraflar alternatifleri de göz önüne alırlar belki. Evet, bayağı çetrefilli, karmaşık yollardan bahsediyoruz ama bu mesele başından beri çetrefilli zaten.

Başsavcılığın fezlekesine dönecek olursak; fezlekenin HDP MYK üyelerini suçlama gerekçelerinden biri de, bir siyasi partinin ve milletvekillerinin, vekili oldukları milletin ve devletin çıkarları aleyhine çalışmasının suç teşkil etmesidir. Buradaki varsayım, devletin ve milletin tek ve değişmez bir çıkarlar bütünü olduğu ve bu konuda herkesin hemfikir olması gerektiğidir. Bu çıkarların ne olduğuna da, kendine devlet diyen kişiler karar verir. Kimse, devletin ve milletin çıkarlarının ve iyiliğinin onların belirlediklerinden başka olduğunu düşünemez ve söyleyemez. Bunun demokratik bir yaklaşım olmadığı açıktır. Herkes, devletin ve milletin çıkarlarını farklı yerlerde, yollarda görebilir ve bunu anlatabilir. Siyaset budur zaten. Neyin ‘bütün milletin’ yararına olduğunu birileri tepeden bildirecek ve herkesi de ona göre davranmaya zorlayacaksa, siyasete, siyasi partilere ne gerek var? Dolayısıyla, kanunda ‘milletin çıkarının aleyhine çalışmak’ diye bir ibare yeterince somut olmadığından yanlıştır. Bu ilkeyi Ermeni Soykırımı tartışmasına uyguladığımızda sorulacak soru şudur: Türkiye toplumunun iyiliği Ermeni Soykırımı’nın inkârında mıdır, yoksa yüzleşmede midir? Birileri çıkıp, Türkiye’nin daha huzurlu, barışçıl ve müreffeh bir toplum olabilmesi için geçmişin suçlarıyla yüzleşmenin gerekli olduğunu, Türkiye’nin esas çıkarının bunu yapmakta olduğunu pekâlâ söyleyebilir. Hele siyasetçilerin işi, görevi zaten bunu yapmak. Siyasetçiler siyaset yapıp doğru bildiklerini anlattıkları için cezalandırılamazlar.