İstanbul Kadın Müzesi tarihi yeniden yazıyor

İstanbul’un tarihi İstanbul Kadın Müzesi ile yeniden yazılıyor. İlk Rum kadın kantocu, ilk Kürt kadın modern dans sanatçısı, ilk Ermeni kadın dergi yayıncısı, ilk hattat kadın, ilk kadın restoratör, ilk klasik Batı müziği kadın orkestra şefi... Unutulan kadınlar, yeni kurulan müzeyle İstanbul’un yeni tarihinin bir parçası haline geliyor. Müzenin kurucusu, İKKV Başkanı Gülümser Yıldırım ve küratörü Meral Akkent, müzenin kuruluş sürecini anlattılar.

BERİL ESKİ
berileski@agos.com.tr

İlk Rum kadın kantocu, ilk Kürt kadın modern dans sanatçısı, ilk hattat kadın, ilk kadın restoratör, ilk klasik Batı müziği kadın orkestra şefi... İÖ 660’ta Byzantion adıyla kurulan ve 1930’da İstanbul adını alan, onlarca kültüre ev sahipliği yapan bu şehrin tarihi yeniden yazılıyor. Unutulan kadınlar, yeni kurulan İstanbul Kadın Müzesi’yle bu yeni tarihin bir parçası haline geliyor.

Geçen hafta açılan ve Türkiye’nin ilk kadın müzesi olan İstanbul Kadın Müzesi, dünyadaki yetmişten fazla benzeri arasındaki yerini aldı. İstanbul Kadın Kültür Vakfı bünyesinde açılan internet müzesi, Türkiye’yi “kadın müzesi” kavramıyla tanıştırmayı, Türkiye müzeci- liğini içerik açısından zenginleştirmeyi, “müze” ve “kadın” kavramlarını birbiriyle dost kılmayı hedefliyor.

Müzenin küratörü sosyolog Meral Akkent’e göre, var olan müzeler yalnızca resmi tarihi yansıtıyor. Oysa kadın müzeleri buna muhalif olarak doğuyor ve tarih araştırmalarında hep es geçilen kadınlara bu müzeler vesilesiyle yer veriliyor. Akkent, İstanbul Kadın Müzesi ile yalnızca kadın belleği oluşturmayacaklarını, aynı zamanda sosyal sorumluluk projeleri düzenleyeceklerini ve kadın tarihi üzerine yapılan çalışmaların toplanacağı bir bilgi havuzu kuracaklarını da anlatıyor. İstanbul Kadın Müzesi bünyesinde her sene düzenleyecekleri Onur Armağanı ile, kadın tarihi araştırmacılarından birinin seçileceğini ve çalışmasını basarak seçilen kişiyi ödüllendireceklerini de sözlerine ekliyor.

Esin kaynağı ‘Mısır Çarşısı’

Müzenin kurucusu, aynı zamanda İstanbul Ticaret Odası üyesi ve İstanbul Kadın Kültür Vakfı Başkanı Gülümser Yıldırım, müzenin açılış hikâyesini şöyle anlatıyor: “Eminönü’ndeki ofisimizin yakınındaki Hünkâr Kasrı restore ediliyordu. Bu kasrın 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan’ın emriyle yapıldığını ve Osmanlı döneminde bir kadının yaptırdığı ilk cami olduğunu öğrendik. Daha sonra Mısır Çarşısı’nın da esnafın soğuk hava koşullarında zorlanmaması için yine Safiye Sultan’ın emriyle yaptırıldığını öğrendik. Safiye Sultan’ın adının hiçbir yerde geçmemesi bizi çok etkiledi. İstanbul 2010’da kültür başkenti olduğunda, kadınlara ilişkin bir giyim, yemek ve kültür sergisi açmayı planladık. Bu sergiyi de Dünya Kadınlar Günü’ne yetişsin diye 5 Mart 2012’da açtık. Daha sonra yolumuz Meral Akkent’le kesişti ve bu sergiyi büyütüp bir müze yapmaya karar verdik. 8 Mart 2011’de İKKV’yi kurduk ve müze çalışmalarına başladık.”

Kadın Müzesi binasını bekliyor

İstanbul Kadın Müzesi, gönüllülük esasıyla kurulmuş. Ancak henüz müzeye bir bina tahsis edilmemiş. Bina talebiyle ilgili süreci anlatan İKKV Başkanı Gülümser Yıldırım, Kültür Bakanlığı’na başvurduklarını ve projelerinin çok ilgi gördüğünü, ancak kendilerine bir bina tahsis edilemediğini, Bakanlığın kendilerine bina tahsis edildiğinde tadilat konusunda yardım edeceklerini belirttiğini anlattı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de bina tahsisi için başvuran Yıldırım, sürecin olumlu ilerleyeceğinden umutlu.

Sürekli sergi ile kadınların ‘ilk’leri yaşatılıyor

İstanbul Kadın Müzesi, İstanbul’un kurulduğu İÖ 660’tan bugüne kadar sanat ve kültür alanında “ilk”leri gerçekleştiren kadınların yaşamlarına odaklı sürekli bir biyografi sergisi sunuyor. Bu sergi, sadece kadınların ilklerini değil, aynı zamanda kültür grubu aidiyetlerini de belirtiyor. Serginin en önemli özelliğiyse, sürekli yeni alanların açılarak bu alandaki ilklerin de yer alabilmesi, dolayısıyla canlı ve büyüyen bir sergi olması.

ETİKET DEĞİŞSE DE KORKULAR AYNI

İstanbul Kadın Müzesi Küratörü Meral Akkent, İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji ve Etnoloji bölümünden mezun olduktan sonra 1973’te hemen Almanya’ya gider. Çünkü o zamanlar Türkiye’de henüz kadın araştırmaları yapılmamaktadır. 1979 yılından itibaren dünyanın çeşitli yerlerinde serbest araştırmacı olarak çalışan Akkent, bu çalışmalarını Almanya’da açtığı kadın müzesinde topladı. Daha sonra İstanbul’da da kadın müzesini açan Akkent’e göre, kadın hareketi bugün hâlâ yeterli diyalog içinde değil, oysa bu hareket ancak diyalogla ilerleyebilir.

•          Araştırmalarınızda göçmen kadın-ların yeri nedir?

Göçmen Türkiyeli kadınlarla ilgili bir araştırma yapmıştım ve bence göçmen Türkiyeli kadınları Almanlara anlatmanın hiçbir anlamı yok. Eğer birini anlamak istiyorsak, ortak noktalarımızı bulmamız lazım. Bir kültür grubunu alıp, onun herhangi bir kesiti hakkında araştırma yapıp, o araştırmayı kitap olarak yayımladığınızda, bu çok egzotik bir şey gibi duruyor. Oysa aynı egzotik şeyden herkesin yaşamında var, fakat insanlar bunu gözden kaçırıyor. Kitapta okudukları zaman ötekileştiriyorlar, bu insanlar bir sorun olarak işaret edilip daha sonra bu sorun çözülmeye çalışılıyor. Bu yanlış bir yöntem, bunu fark ettiğimde benimle aynı şekilde düşünen diğer araştırmacı arkadaşlarla bir araya geldik ve farklı bir yöntem denemeye karar verdik; kültürler arası karşılaştırmalı bir metodla araştırma yapmaya başladık. Türkiye’den, Almanya’dan ve Peru’dan, köyde yaşayan kadınların gündelik hayatlarını inceledik, hayatlarını nasıl organize edip sorunlarını nasıl çözdüklerini gözlemledik ve bu çalışmalarımızı sergiledik. Bu çalışma yöntemimiz zamanla bilimsel çevrelerde kabul gördü.

•          Neden kitap yerine sergiyi tercih ettiniz?

Çünkü kitap çok kısıtlı bir çevreye hitap ediyor, sergileştirdiğimizde ise yaptığımız iş çok daha kolay anlaşıldı; sergiye sadece girip çıkan kişilerin bile aklında bir şeyler oluştu. Çalışmalarımızı sadece kitabımızı okuyanlarla sınırlamamak adına sergilemeyi tercih ettik. Müze pedagojisiyle okul çağındaki çocuklara da ulaşma imkânı bulduk.

•          Müze pedagojisini biraz anlatabilir misiniz? Kadın müzesinde de müze pedagojisine yer veriyorsunuz..

Yetişkinler, gençler veya çocuklar bir sergiye geldiği zaman belli şeyler görürler, gördükleri de herkesin görebildiği kadardır. Ama bir serginin ağırlık noktaları ve ana fikirleri vardır. Müze pedagojisiyle serginin dikkat çekilmek istenen bu ana fikirlere yönelik çalışmalar yapılır ve sanat eserini izleyen bireye onu yapabileceği anlayışı kazandırılır. Bir nevi müze, sanatçı ve izleyen arasında bir birliktelik yaratır. Bu çalışmalar yaş gruplarına özel olarak hazırlanır. Müze pedagojisiyle kişiler o sergiyi özümser.

•          Almanya’da açtığınız kadın müzesi sürecini anlatır mısınız?

Almanya’da diğer araştırmacı arkadaşlarımla yaptığımız araştırmaları geçici olarak sergiliyorduk. Sergilerimiz döndüğü zaman herkes evindeki yer kadar kutu alıyordu, kimimiz garajında, kimimiz boş bir odasında müze eşyalarını tutuyorduk. Neredeyse 15’ten fazla sergimiz oldu ve bu sergilerin eşyaları hepimizin evine dağılmış vaziyetteydi. Ben de “Neden kendi müzemizi açmıyoruz, hem eşyalarımız müzenin deposunda durur hem de diğer sergilerin ortak konusundan bir sürekli sergi açarız” dedim ve Nürnberg’deki belediyelerle görüşmeye başladım. Fürth Belediyesi Kültür Müdürü, kızını yalnız yetiştiren bir babaydı ve bu yüzden kadınlar konusunda özellikle çok hassastı. Müzemizle çok ilgilendi ve geçici sürelerle boş mekânları kullanmamız için müzemize tahsis etti. En sonunda Fürth’teki bir şatonun müştemilatını  bize tahsis etti, böylece 2003 senesinde kalıcı bir mekâna kavuştuk.

•          Siz de Türkiye’den Almanya’ya göçmüş biri olarak, Batı’daki islamofobinin kadınlar üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu bir ötekileştirme sorunu. Aslında ben de göçmenim ve ötekiyim. Ama akıllarda yer eden ötekiye benzemiyorum, o yüzden bana ayrı bir muamele yapılıyor. Başörtüsü konusuna odaklanırsak, ilk sergimizde başörtüsüne yer vermiştik. 1986 yılıydı, başörtüsü o zamanlar geri kalmışlığın sembolü olarak görülüyordu. Alman sosyal hizmetleri “Ne yapsak da bu kadınlara çağdaşlaşıp, başlarını açmayı öğretsek, zavallılıklarından kurtarsak” şeklinde konuşuyorlardı. Onlara başörtünün ne anlama geldiğini anlatabilmek için Bavyera bölgesinin başörtüsü bakımından çok zengin olan Franken kısmında yaşayan kadınlarla görüştük. Kadınlar bize hangi başörtüsünü nerede taktıklarını anlattılar; şık olanları kilisede, daha şık olanları bayramda, sadeleri evde takıyorlardı. Aynı görüşmeleri Müslüman kadınlarla da yaptık ve her başörtüsünün onlar için de ayrı bir anlamı olduğunu gördük. Başörtüyü o kısırdöngüden kurtaran bir görüş açısı yakaladık ve bunu sergi haline getirdik. Bugün hâlâ bu sergi geziyor; en son Avusturya’da bir kadın müzesindeydi. Gittiğimiz ülkelerden yeni röportajlar ekliyoruz sergiye ve giderek büyüyor.

•          Peki dünden bugüne Batıdaki islamofobik yaklaşımda bir kırılma yaşandı mı?

Önyargıları bitirmek çok zor, insanları kolay düşündürüyor, rahatlık veriyor. Aslında tartışma konuları hep aynı, ben bu tartışmalardan bıktığım için biraz da Kazakistan ve diğer ülkelerde yaşadım. Ama döndüğümde hâlâ aynı konular tartışılıyordu, hiç ileriye gidemediklerini fark ettim. Artık başörtüsü geri kalmışlığın değil köktendinciliğin sembolü olarak görülüyor. Tek değişen şey etiket, oysa tavırlar ve korkular aynı. Ama göçmenlerden yeni bir nesil doğuyor, sivil toplum kuruluşlarında aktif bir nesil. İslamofobik yaklaşımlara kızmak yerine, bu tavırla dalga geçen bir nesil. Bu arada feminist Müslüman kadınlar yaygınlaşıyor; çünkü onlar da Batı’daki feminist teologları tanıdılar, onlardan etkilendiler. Onlar Kur’an’ı yeniden okuyorlar, çevirideki kadın karşıtı yanlışlıkları düzeltiyorlar. Tercümelerin bilerek ve isteyerek kadın düşmanı bir şekilde çevrildiğini ortaya koymaya çalışıyorlar. Faslı Müslüman feminist Fatima Mernisi’nin çevirilerini ve tefsirlerini okuyorlar, onun çalışmaları ışığında Kuran’a yeni bir yorum getiriyorlar.

•          Almanya’daki kadın hakları ne durumda?

Dışarıdan bakıldığında her şey iyi yürüyormuş gibi görünüyor ama özellikle Doğu ve Batı Almanya birleştikten sonra, Doğu Almanya’da yaşayan kadınlar daha uzun süreli kürtaj hakkı, devlet yuvalarından faydalanma gibi birçok hakkını kaybetti. Bugün hâlâ Doğu Almanya’daki asgari ücret Batı Almanya’dan daha düşük. Şirket ve üniversitelerde kadın yönetici sayısı halen çok az. Üniversitelerde, başvuran erkek ve kadının aynı özelliğe sahip olması halinde kadının tercih edilmesi şeklinde bir pozitif ayrımcılık uygulamasına başlandı, ama kota uygulamasına geçilmediğinden çok yol alınamadı. Öte yandan kadına karşı şiddet, ekonomik krizle birlikte artış gösterdi. Ama Almanya’da çok yaygın bir kadın sığınma evi sistemi var ve ayrıca polis bu konuda eğitimli. Bu da kadına karşı şiddetle mücadelede önemli bir koruma sağlıyor.

•          Batı’daki feminizmi nasıl görüyorsunuz? Türkiye’yle karşılaştırabilir misiniz?

Her ülke kendi ihtiyacı olan feminizmi yaratıyor. Ama tabii bu arada birbirinden esinleniyor. Fakat bu esinlenme çok az. Benim müzelerle amaçladığım zaten böyle bir diyalogun sağlanması ve uluslararası düzeyde bunu tartışmak. Sadece İstanbul’da veya Türkiye’de birbirimizden haberdar olmak yetmiyor. Artık iletişim rahat ve bunu yapmak da dolayısıyla daha kolay. Almanya’da tek bir feminist hareketten söz edemeyiz, çok çeşitli feminist hareketler var, bu hareketler kendi yaşam gerçeklerine uygun bir feminizm yaratıyorlar aslında. Farklı feminist hareketler birbirlerini reddedebiliyor, oysa özlerinde birbirlerini besliyorlar ve birbirlerine de muhtaçlar. Türkiye’de de Osmanlı’dan bugüne çok geniş bir feminist hareket var aslında, müze için çalışırken ne kadar geniş bir yelpaze olduğunu gördük. Ama en mühimi birbirimizle iletişim içinde olmak.

SOVYETLERİN ÇÖKÜŞÜ  KADINLARIN HAYATINI  ÇOK ZORLAŞTIRDI

• Kazakistan’da yedi yıl boyunca kadın projelerinde çalışmışsınız...

Kazakistan’da kadın projeleri koordinatörü olarak çalıştım, orada sivil toplum kuruluşlarını tanıtmak ve kadınları bu kuruluşlarda çalışmaya özendirmek için çeşitli projeler yaptık. Onlara internet kullanmayı, dernek kurmayı ve proje yazmayı öğrettik. Tüm Kazakistan’da kadın sivil toplumu arasında bir ağ kurmaya çalıştık.

• Kazakistan’daki kadınlar nasıl sorunlar yaşıyorlar?

Kazakistan’a 1992’de gitmiştim, ben oradayken Sovyetler Birliği çöktü ve Kazakistan bağımsızlığını ilan etti. Sovyetler döneminde sağlık, eğitim gibi konular ve çocuk yuvası, okul gibi konularda kadınlar çok rahattı, iş bulmak diye bir dertleri yoktu. Fakat bağımsızlık sonrası ilk yaşanan şey, sosyal emniyet mekanizmalarının çözülmesiydi. Sağlık sistemi çöktü, okullar ve çocuk yuvaları kapatıldı. Mesela Astana’da bir semtte 13 bin kadının çalıştığı bir tekstil fabrikası kapatıldı ve bütün bir semt işsiz kaldı. İşsizlik sorunuyla ilk kez karşılaşan insanlar ne yapacaklarını bilemediler. Annelerin bebekleriyle yüksek binalardan intihar ettiklerine şahit oldum. Sovyetler döneminde evlenen kişiye ev verildiği için, ailelerinden ayrı yaşamak isteyen pek çok genç arasında erken evlilik yaygındı. Fakat  bu evililiklerde kadınlar çoğu zaman kocaları tarafından terk ediliyordu ve çocuklarını yalnız büyütüyorlardı. İşsizlikle birlikte bu kadınlara hem çocuğun hem de ailelerinin yükü fazla gelmeye başladı. Kadına karşı şiddet her zaman vardı ama Sovyetler çöktükten sonra bu daha çok konuşulmaya başlandı. Zaten Kazakistan Sovyetler döneminde sürgün yeri olduğundan, orada yaşayan neredeyse herkes travmalıydı. Şiddet konusundaki mahremiyet biraz da bundan kaynaklanıyordu, kimse özel hayatından bahsetmek istemiyordu. Sovyetlerin çöküşü kadınların hayatını çok zorlaştırdı. Geçinmek için bavul ticareti yapmaya başladılar. Kadın ticareti de bir endüstri haline geldi. Zaten zor durumda olan kadınlar, kadın ticaretine çok kolay sürüklendi. Ama bugün oradaki kadınlarda bir potansiyel var, mücadeleyi bırakmış değiller. 

Leyla Bedirhan (Leïla Bederkhan): Dansım ve rüyalarım Doğu’ya ait

 

İlk Kürt kadın modern dans sanatçısıdır. Leïla Bederkhan, Asur ve Mısır dans stillerinden esinlenerek oluşturduğu modern dans programı ile, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde gösteriler yaptı. Dürzi Dansı, Pers Damgası, Kürt Savaşçıcı gibi pek çok eserini sahneleyen sanatçının Saba Melikesi Belkıs balesi için, Milano’daki La Scala Tiyatrosu tarihindeki en önemli oyun olduğu yorumu yapılmıştır.

“Ben La Scala’da dans eden ilk Kürt dansçıyım. Bana, Siz Doğulu bir kadın mısınız?, diye soruluyor. Mısır başta olmak üzere, çocukluğumu geçirdiğim ve çocukken gördüğüm hiçbir ülke ve bu ülkelerdeki hiçbir şey bana uzak değil”

Ama eğer sorunuz Siz cariye ruhlu musunuz?, anlamını içeriyorsa, sadece dansım Doğulu, ama ben Doğulu değilim. Dans tutkumu anlayan birisini bulana dek de evlenmeyecegim.”

Neveser Kökdeş: Neşeli şarkılara ihtiyaç var!

Dilber Hanım’la Drama mutasarrıfı ‘özerk bölge yöneticisi’, Sultan Abdülaziz’in başmabeyincisi Dramalı Bıjnau Hurşit Paşa’nın kızı olan Neveser Kökdeş, ilk Çerkes kadın bestecidir. Kökdeş’in müziğe düşkünlüğü aileden gelir. Babası da oniki telli saz çalar. Bestelerinin çoğu semâî usulündedir ve şarkı sözlerinin neredeyse tamamı kendisine aittir. İlk bestesi, Gülüyorsun Güzelim, Gül, Güle Gülmek Yaraşır isimli şarkıdır. Sanatçının 150’ye yakın bestesi bulunmaktadır. Kökdeş, Colombia Plak Şirketi için, Asetlemeap, Çaresaz ve Ayşe operetlerini seslendirmiştir. Çaresaz operetinden “Yapma Çaresaz” ve Ayşe operetinden “Doya doya öpeyim” adlı parçalar, Operetler, Kantolar, Fanteziler adlı CD’de yer almaktadır. Kökdeş, özellikle yenilikçi üslubunda ısrarcı olmuştur. “Biliyorsunuz ki benim bestelediğim şarkılar semai usulüne göre yapılmıştır. Buna yenilik diyorlar. Niçin musikimizde inkılabı hazmetmiyorsunuz?”

Eleni Küreman: Sadece ben flaşsız fotoğraf çekebiliyordum. Çünkü benim Leica’m vardı

Türkiye basınının ilk profesyonel kadın foto muhabiri Eleni Küreman, basın fotoğrafçısı olarak meslek yaşamına 1947 yılında Associated Press ajansında başladı. Son Posta, Yeni Şafak, Vakit, Son Dakika ve Yeni Gün gazetelerinde foto muhabiri olarak çalıştı. Küreman, aynı zamanda Türkiye’nin ilk profesyonel Rum kadın fotoğrafçısıdır.

“Spor muhabirliği yaparken herkes ünlü kalecilerin karşısındaki kalede beklerdi. Ben ise, gol yeme ihtimali az olan kalecinin arkasında dururdum. Erkek foto muhabirleri benimle dalga geçerdi. Ama en iyi fotoğrafları hep ben yakalardım. Çünkü iyi kaleci gol yediğinde bir tek Eleni bu fotoğrafı çekmiş olurdu.”

Peruz Terzakyan: Kalb-i viranım yanıyor

Peruz, Kantocu Peruz, Perviz Hanım ve Afet-i Devran Peruz gibi lakapları olan ve kanto türünü yaratan Ermeni kadın sanatçı Terzakyan, 1870-1912 tarihleri arasında sahneye çıktı. Kantolarını kendi yazıp, besteledi. Sahne-i Alem isimli bir gösteri grubu kurdu. Terzakyan’ın en sevilen kantoları Kalb-i Viranım Yanıyor, Yok Bana Rahmedecek (Hicaz) ve Arap kızı Kantosu’dur.