Çünkü biz çok alelade insanlarızdır

Boşnak bakkal Ali Sadık'ın hastalığı yüzünden bu güzel dünyayı bırakacak olmasına bakmadan Saddam'la birlikte nasıl direndiğini, Boşnakça 10'a kadar saymayı öğrenen, her gün onunla birlikte bakkalın kapısında oturan komşusunun yeğeninin gözünden anlatıyor Mahir Ünsal Eriş. “Savaş çıkacak sina” diyordu Ali Sadık, oğul demektir Boşnakça.

Mahir Ünsal Eriş
unsaleris@gmail.com

Adamın biri, hiç kimse beklemiyorken Nobel Edebiyat Ödülü alabilir, adamın biri uzaydan dünyaya atlayabilir, paraşütle bir güzel inip tıpış tıpış evine gidebilir. Sınırlar zorlanabilir, alttan alta savaş dürtüklenir, bir tanesi zaten sanki çok normal bir şeymiş gibi gündelik, otuz yıldır devam eder, sokaklarda, fabrikalarda, bürokraside, hukukta tuhaf şeyler olur durur, hayat zorlaşır, iyiden iyiye pahalıya mal olmaya başlar. Eflâk-ı cihan biteviye çark eder durur. Biz hâlâ bizizdir ama. Mucizevi şeylerden bahsetmeyi bir görev biliriz. Çünkü biz çok alelade insanlarızdır. Birileri dünyayı döndürür, biz bir yerlere tutunup dünyanın dönüşünü izleriz. Böyledir bu, üzülecek bir şey yok. Gözler yukarılardayken aşağıda bin türlü acayip şey olur, ama önemsizleşiverir.

Ali Sadık da öyleydi. Çok önemsiz adamdı, tanımazsınız zaten. Boşnak, bakkal, dudaklarının üstüne mısır püskülü yapıştırmış gibi duran bıyıkları badem yağlı, çiğ sarı, Çataltepeli, Vırlanların Ali Sadık... Ev sahibiydi halamın. En altta dükkan, orta katta halam, en üstte de Ali Sadık’la ağzı başka, elleri başka, gözleri başka sızlanan yaşlı annesi. Çok içerdi Ali Sadık. Ekmek doğrarmış Bozcaada şarabının içine derlerdi. Ama ne mahalleliye, ne müşterisine en ufak bir olmadıklığı olmamıştı. Kibar, sevecen adamdı. “İçme bu kadar” derdi enişte, sanki kendisi her gece bir otuz beşliğe sarılıp uyumuyormuş gibi, “Bu kadar içen adamın karaciğeri patlar.” Patlamadı. Kanser oldu dediler, ne vakit.

En çok ben görürdüm Ali Sadık’ı. Gündüzleri, halam öğlen sıcağında bisiklete izin vermediği için oturur dükkanın önünde kasalara, sıcağı cehennem damlası gibi alınlarındaki terde taşıyan müşterilerini bekleyen Ali Sadık’la muhabbet ederdim. Akşamüstü, bisikletin durduğu kömürlüğün kilidi açılana kadar Boşnakça öğrenirdim ondan. İki günde ona kadar saymayı belleyiverince ben, hoşuna gitmişti Ali Sadık’ın da. İki günde su gibi sayıyordum; yedan, dıva, tırii, çetiri, pet… Sonra bana Çataltepe’yi anlatırdı uzun uzun. “Çok özlediysen kalk git, ben bakarım dükkana” diyesim gelirdi o yaşımda bile. Çanakkale ile Biga arasına saklı o denizli, ormanlı, tarlalı yoldan içeri azıcık girilince, insanı sarı sarı ahalisiyle bir ayçiçeği tarlası gibi karşılayan Çataltepe’den, Boşnakların adetlerinden, anasına tamam diyen kızın Biga’dan bir Çerkes köyüne kaçışından bahsetmeyi severdi. Portakallı Çan-Ka gazozu açardı bana hep, iki üç günde bir de bir paket Haylayf.

Sonra mide kanseri deyiverdiler Ali Sadık için. Kimyası değişiverdi adamın. Neşesi içine kaçtı, sarısı söndü, karardı sanki, Boşnakçası silindi, inceldi. Üzüldük biz hepimiz de. Eniştem rakıyı bırakmayı bile düşündü. Yine de bunu arnavut ciğeri gibi kızarmış melki mantarıyla rakı içerken söylüyordu genelde, akşamlar bırakmıyordu. Ama korkmuştuk hepimiz. Ölüm alt katımıza, üst katımıza gelmişti. Ama Ali Sadık’ın bir tek Saddam umurundaydı. “Ameliyat olacaksın” dediler. Yok, adam Saddam’ı düşünüyordu. “Savaş çıkacak sina” diyordu, oğul demektir Boşnakça. “Uçaklar muçaklar konup kalkacak, bir sürü yıkılacak ortalık. Kıyacaklar bu Saddamcağıza!” Korkutuyordu beni. Ama yıkılmış evlerin üstünden tüten dumanlardan, kıçlarından ölüm pisleyen kuşlar gibi patır patır bombalar atan uçaklardan, camlarımıza yapıştırdığımız kara kartonlardan, ışık söndürmelerden, kucağında ölü çocuğuyla ağlayan kadınlardan değil, Ali Sadık’ın halinden korkuyordum. O yaşımda bile Ali Sadık’ın ölümünün, Saddam’ın ölümünden daha yakında durduğunu görebiliyordum, Ali Sadık nasıl olur da görmez diye deliriyordum. Dertli görünüyordu ama hiç hastalığından bahsetmiyordu, varsa yoksa Saddam diyordu, Körfez diyordu, Kuveyt diyordu, doğru dürüst telaffuz edemeden. Bir ah demiyordu, vay benim ömrüm demiyordu.

Saddam direniyordu. Direnecek gibiydi de. Ali Sadık’ın midesini aldılar. Halam 'bağırsağa da yayılmış onu da kısaltmışlar' diyordu, karaciğerinin de bir kısmını kazımışlar. Günlerce midesi olmayan bir insana bağırsağından yapılan sahte mideyi düşündüm durdum. Bağırsak dediğin içine sucuk doldurulan bir şeydi çünkü, kuramıyordum kafamda. Ama varsa yoksa Saddam konuşuyorduk yine. “Düşer mi sence?” diye soruyordu bana. Ben de sanki Romalı bir komutanmış gibi kendimden emin, bacak kadar boyumla, sırf düşerse Ali Sadık üzülür de, daha çok hasta olur diye, “Düşmez!” diyordum. Saddam’ın düşmemesi lazımdı çünkü.

Saddam ağır kayıplar vermişti. Ama direniyordu. Ali Sadık’a kemoterapi uygulamaya başladılar. Elinde boş bir yoğurt kasesiyle geziyor, ne yese, neyin kokusunu duysa, çıkarıveriyordu. Dükkanı bırakmamaya inat ediyordu ama, Saddam gibi. Yine de hastalık kokusu sinmeye başlamıştı dükkana, kapıdan girince hasta kokuyordu. Belki de ben biliyorum diye öyle geliyordu bana, ama sanki dükkan da hastalanmış gibiydi. Beti benzi atmıştı Ali Sadık’ın da, dükkanın da. Savaş sürüyordu. Biz Ali Sadık’ın savaşını hiç konuşmuyorduk fakat. Derdimiz günümüz Saddam’dı. Aslında ayıp etmişti. Tamam petrol lazım, adam İran’la bilmem kaç yıl savaşmış, hem petrol demek para demek, güç demek; ama Kuveyt’e ayıp etmişti. Onların günahı neydi bir kere, kim isterdi ki, evinde sakin sakin otururken memleketinin işgal edilmesini. Ortada bir ayıp vardı, eyvallah. Ama bu Amerika da çok şerefsizdi be sina. Hani rahat dursalar, dünyanın cemi cümle garibanının sırtından bir inseler, bir yerde kavga mı çıktı, bıraksalar onlar kendi aralarında halletseler, hiç laf etmeyecekti Ali Sadık. Ama adamlar kimseyi rahatta koymuyordu. O yüzden Kuveytliler de kusura bakmasındı, Saddam delikanlı adamdı.

İnanamıyordum. Çocuktan ergene evrilen aklımla ölmeye belki de günleri kalmış bir adamın, hastalıktan, tedavinin ağırlığından, sigortanın neleri ödeyip neleri ödemediğinden, bu güzel dünyayı bırakacak olmaktan bahsetmiyor olmasına inanamıyordum. Tamam, neşesini yitirmişti ama bir ciddileşmişti iyiden iyiye, kederi hastalığınaymış gibi değildi. Dünyada insanın başına gelebilecek en kötü şey dünyayı bırakıp gitmekken, bunu bu kadar yok sayması bir acayipti. Savaştan, ölümlerden, çok başka hesapların döndüğünden, kulaktan dolma bilgisiyle Vietnam’dan, Kore’den konuşuyor, Saddam’a kıyacaklarına üzülüyordu. Dükkanın içindeki küçücük Almancı televizyonunda, tüm gün o tuhaf sesli kadınların çevirdiği savaş görüntülerini izliyordu. Yanına gittiğimde de artık dükkanın önünde kasalarda değil, tezgahta, televizyonun önünde oturuyorduk. İçki de içmiyordu artık, içebileceği kadar karaciğeri kalmadığı için. İyiden iyiye dünyanın gamını, kederini, kahpeliğini kafasının içinde taşırmış gibi durgundu. Konuşunca da ya savaştan, Saddam’dan bahsediyor ya da her lafın sonunu, “Zaten savaş çıkacak!”a bağlıyordu.

Çıkmadı savaş. Saddam yenildi ama düşmedi, tıpkı Ali Sadık gibi. Ölmedi koca Boşnak. Üç dört sene öncesine kadar da hayattaydı. Savaştan bir sonraki yaz gittiğimde gördüm Ali Sadık’ı. Eski neşesine dönmüştü, azıcık azıcık içiyordu bile. Eskisi gibi sapsarıydı, güpgüneşti. Saçı, azıcık kaşı ve badem yağlı bıyığı geri gelmişti. Mutlu ama buruk bir sonla bitmişti Ali Sadık’ın kanserle ve Saddam’la olan imtihanı. Uzun yıllar sonra anladım ben meselenin alengirini. İnsan kafasını yukarı kaldırıp, orada olan biteni seyre dalınca, kendini, etrafını unutmayı başarabilirmiş. O yüzden üzülme Çinli adamı tanımadığına. Onu Türkçeye çevrilmesine gerek görülmeyecek kadar bilmeyen Türk yayıncısı bile bu kadar geç kalmışken, Nobel almışmış, Çinliymiş, komünistmiş ama muhalif değilmiş, askermiş, muhalifler zaten ondan pek hazzetmezlermiş; boş ver bunları. Adamın biri dünyayı yuvarlak görebilecek kadar yüksekten atlayıp yere yumuşacık iniverirken sen hâlâ aynı yerde, aynı sıkıcı hayatı yaşıyorsun diye hiç gamlanma. Kaldır başını yukarı, bak ne mucizevi şeyler oluyor hayatta. Memleket savaşa gidiyormuş, cezaevlerini dolduran binlerce tutsak açlık grevindeymiş, havayolu işçileri hâlâ direniyormuş, kadınlar, çocuklar eksiliyormuş, toprak kendi çocuklarını yutuyormuş, memleket Habil ve Kabil diye ikiye ayrılmış, kan gidiyormuş; bunları unut. Başını daha yukarı kaldır. Yıldızların parıltısı her şeyden güzeldir çünkü, hele de karanlıktaysan. Hadi bakalım.

 

 


Şapgir'de bu hafta;

Dünya'dan foto haberler
 

 

 

Kategoriler

Şapgir