Bir zamanlar Anadolu’da

Raymond Harutiun Kévorkian ve Paul Paboudjian’ın 1992’de Paris’te yayımlanan Fransızca kitabı ‘1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’ o ilk ve tek basımının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra, Aras Yayıncılık tarafından Türkçe olarak yayımlandı.

 

 

 

 

 “1992’de bu kitap yayımlanana kadar, Türkiye’de sadece 1915 değil, Ermeni mirası inkâr ve işgal edilmişti. Sanki Ermeniler hiç varolmamış gibiydi. Bu kitapla, bu inkâr edilmiş geçmişi yeniden canlandıracaktık. Ermenilerin bir zamanlar canlı olduğunu göstermek istedik. Temelde bu var: Canlı insanlar.” 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler kitabının yazarı Raymond Kévorkian, Aras Yayıncılık’tan bu hafta Türkçe baskısı yayımlanan çalışma için böyle diyor.

 

 Anadolu’da 2 bin 900’ü aşkın kent, kasaba ve köyün nüfus dökümünün, kiliseler, okullar gibi kurumların, 1000 kadar fotoğraf ve haritayla birlikte sunulduğu kitap, bu alanda bugüne kadar yapılan en kapsamlı çalışma. Anadolu’daki Ermeni varlığına dair yoğun bir sessizliğin sürdüğü 1997-2000 arasında bazı bölümleri Agos’ta tefrika edilen kitabı Hrant Dink, bütünüyle yayımlatmak istemiş, ancak onu aramızdan alan nefret kampanyasının şiddetlenmesi üzerine, bunu ertelemek zorunda kalmıştı.

 Bu kitap bugün Türkçe yayımlanırken, onun arzusu gerçekleşmiş oluyor. Geç ve güç bir teselli… Ama biliyoruz ki, Hrant Dink bizlere nasıl mücadeleye devam etme ilhamı veriyorsa, vaktinde ona muradını anlatma yolunda destek olmuş bu kitap da, Ermenileri, Türkleri ve Kürtleri barış için bir araya getirme çabasına katkıda bulunacak. Kevorkian’ın dediği gibi “Ermeniler, Türklere ve Kürtlere son bir iyilik yapıp bu ülkede demokratikleşme sürecinde onlara yardımcı olacaklar.”

Bugünü hakkıyla yaşamanın yolu 
1915 öncesini bilmekten geçer

ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr

Raymond Harutiun Kévorkian ve Paul Paboudjian’ın 1992’de Paris’te yayımlanan Fransızca kitabı ‘1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’ o ilk ve tek basımının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra, Aras Yayıncılık tarafından Türkçe olarak yayımlandı. Anadolu’da 2 bin 900’ü aşkın kent, kasaba ve köyün nüfus dökümü, kiliseler, okullar gibi kurumları, tarihsel önem taşıyan 1000 kadar fotoğraf ve haritayla birlikte sunulduğu kitap, bu alanda bugüne kadar yapılan en kapsamlı çalışma. Anadolu’daki Ermeni varlığına dair yoğun sessizliğin henüz sürdüğü 1997-2000 yılları arasında bazı bölümleri Agos’ta tefrika edilen kitap, o dönemde büyük ilgi görmüştü.

Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği Mardin Konferansı ve kitabın tanıtım kokteyline katılmak üzere Türkiye’ye gelen Raymond Kévorkian, 20 yıl sonra gerçekleşen bu basım nedeniyle mutlu. Kitabın Osmanlı topraklarındaki Ermeni yaşantısının üzerine çekilen unutturma perdesine karşı bir çıkış olduğunu dile getiren Kévorkian, Türkiye’de geçmişe yönelik giderek artan ilgi nedeniyle, çalışmanın önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyor. Pek çok insanın, artık resmi tarihin dışında hakiki bir hafızanın izini sürdüğünü söyleyen Kévorkian, kitabın hem diasporada hem de Türkiye’de, unutulmaya karşı, Ermenilerin var olduğunu hatırlatmaya devam edeceğini düşünüyor.

Hrant Dink, Agos’ta tefrika ettiği kitabı daha sonraki yıllarda bütünüyle yayınlatmak istemiş, ancak onu aramızdan alan nefret kampanyasının şiddetlenmesi üzerine, bu projesini bir süreliğine askıya almak zorunda kalmıştı. Bu vesileyi kullanarak, o döneme dair bir tanıklığımı aktarmak istiyorum.

2006 yılının Mayıs ayında bir gün, Hrant Dink, o zaman çalıştığım Aras Yayıncılık’ı arayarak, bizlerle görüşmek istediğini söyledi. Birkaç gün sonra, Yayınevinin yöneticileri Ardaşes Margosyan ve Yetvart Tovmasyan’la birlikte Agos’a, onu ziyarete gittik. Bizlere, o zaman Fransızca adıyla ‘Les Armeniens’ diye andığımız kitabı yayımlamayı çok istediğini, hatta çevirinin tamamlandığını, ancak üzerindeki baskıların çok yoğun olduğunu, bu nedenle kitabı Agos adına yayımladığı takdirde oluşacak tepkiden çekindiğini söyledi. Kitap, Anadolu’daki Ermeni nüfusunu köy köy, neredeyse hane hane aktardığı için, milliyetçi-ulusalcı kesimin tepkisini çekeceği ve Hrant Dink aleyhine yeni bir dalgaya daha sebebiyet vereceği muhakkaktı. Bu nedenle, Aras olarak projeyi devralmamızı ve istediğimiz zaman, istediğimiz şekilde yayımlamamızı önerdi. Onu dinledikten sonra, projeyi onun kaldığı yerden devam ettireceğimizi söyleyip yanından ayrıldık.

O konuşmadan yaklaşık 7 ay sonra Hrant Dink’i aramızdan aldılar. Yaptığımız görüşmede, yaşam sevinci ve canlılığını hepimizin bildiği Hrant Dink’in nasıl sıkılmış, bunalmış, yalnızlaştırmış olduğunu, ruhunun nasıl bir cendereye alındığını bizzat görmüştüm ve bu hal beni sarsmıştı. Agos için bir şeyler yapma, yüke bir parça da olsa omuz verme sorumluluğunu o günden sonra hissettim. Üç ay sonra, Ağustos ayında kendisine başvurup Agos’ta yazmak istediğimi söyledim. Sandığımın aksine, hiç tereddüt etmeden kabul etti ve Agos maceram da öylece başladı. O zaman, hayatın bize ne acılar hazırlayacağını hiçbirimiz bilmiyorduk.

Raymond Kevorkian ve Paul Paboudjian’ın kitabı bugün Türkçe yayımlanırken, herkesten ve her şeyden çok, onun arzusu gerçekleşmiş oluyor. Geç ve güç bir teselli… Ama biliyoruz ki, Hrant Dink nasıl bizlerle birlikte yaşayarak mücadeleye devam etme, üretme, taş üstüne taş koyarak inşa etme ilhamı veriyorsa, vaktinde ona muradını anlatma yolunda destek olmuş bu kitap da, Türkleri, Kürtleri ve Ermenileri barış için bir araya getirme çabasına katkıda bulunmaya devam edecek. Emek verenlerin eline sağlık.

‘Bu kitap yayımlanana kadar Ermeni mirası inkâr edilmişti’

•          Bu kitabı yazmak fikri zihninizde ilk ne zaman oluştu?

1970’lerde kardeşimle Türkiye’nin doğusunu çok gezdik. İlk bakışta Ermenilere dair neredeyse hiçbir şey görünmüyordu, sanki hiç var olmamışlardı. Ancak çok sabırla takip edereknihayet bazı izlere ulaşabiliyordunuz. Bu yokluk, kitabın birinci nedenidir.

•          Ziyaretlerinizin nedeni neydi?

Yergir ve Mışaguyt (Ülke ve Kültür) Derneği’nin faaliyetleri kapsamında, Ermeni tarihsel mirasının restorasyonu için İran’a gidiyorduk ama her seferinde Türkiye’ye de vakit ayırıyorduk. Gördüğüm coğrafyayı fotoğraflarla sergileme fikri o zamanlardan zihnimde vardı.

•          Nerelere gitmiştiniz?

Aşağı yukarı her yere. Erzurum, Erzincan, daha aşağıda Muş ovası, Bitlis, Van, Tatvan, bir sürü yer… Doktoramı hazırlıyordum. 1973’ten, 1980’e kadar, toplamda aylar geçirdik Türkiye’de. Ailevi bağlarımız da vardı İstanbul’la. O yüzden İstanbul’a da mutlaka uğrardık ama 12 Eylül askeri darbesinden sonra, geçen yıl Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği Diyarbakır konferansına kadar bir daha gelmedim. 

•          Neden?

Turist gibi gelmek istemedim. İşimle ilgili bir şey olmasını bekledim. Bazı üniversitelerden davetler de oldu ama kendimi ruhen hazır hissetmedim. Bir yandan tarihçi olarak işiniz var, ama bir yandan da geçmişiniz var. Gelmek içimden gelmedi. Ama bir süre sonra, Türkiye dışında, açık fikirli Türk aydınlarıyla pek çok karşılaşmamız oldu. Halil Berktay, Selim Deringil, Murat Belge gibi isimlerle tanıştım. Bu karşılaşmalar bana memlekette yaşanmakta olan değişimi gösteriyordu.

•          Paris’teki Nubaryan Kütüp-hanesi’nin direktörüsünüz. Bu kurumun başına geçişiniz nasıl oldu?

Fransa’da Ulusal Kütüphane’nin Ermeni bölümünde çalışırken Nubaryan Kütüphanesi’nin başına geçmem teklif edildi. Doktora çalışmam sırasında oradan çok faydalanmış, kütüphanenin zenginliğini görmüştüm. Hemen kabul ettim. Başlar başlamaz, kendisi de bir araştırmacı olan ve 1915’te binbir badireden sonra sağ kurtulan, kütüphanenin kurucusu Aram Andonyan’la aramda dolaysız bir bağ oluştu. 1951’de ölmüştü ama diyebilirim ki, yıllarca birlikte yaşadık. (Gülüyor) Elimi her attığım yerde, elyazmaları, hazırladığı dosyalar, tasnif ettiği kitaplar vardı. Ne kadar çok araştırma konusu için zemin hazırladığını gördüm. Bu fikirler onları işleyecek birini bekliyordu.

•          Nubaryan Kütüphanesi ne zaman, hangi amaçla kurulmuştu?

Boğos Nubar’ın ve Aram Andonyan’ın ortak çabasıyla Paris’te kuruldu. Bu iki insan Osmanlı Ermenilerinin edebi mirasının diaspora koşullarında yok olmaması için kurdular Nubaryan’ı. 1928’de Square Albony’de açıldı. Binayı zaten Levon Nafilyan adında bir Ermeni mimar yapmış, Boğos Nubar da oradan bir kat almıştı. Daha baştan kütüphaneye çok önemli kitaplar ve yazmalar bağışlandı. Ünlü yazar ve araştırmacı Hrand Asadur’un şahsi kütüphanesi; Patrik Ormanyan’ın kütüphanesi ve arşivi; Andonyan’ın kütüphanesi; Viçen Olas adında İstanbullu bir Ermeni Katolik kitapseverin bağışı oldu. Bu bağışın macerası bile başlı başına bir hikâyedir. İstanbul’dan Mısır’a, oradan da Paris’e gelmişti kitaplar. 1915’te yaşanan yok oluşun farklı bir yönüydü bu.

•          Bu kitapla temel hedef neydi?

Başlangıçta amacım, nüfusla ve coğrafyayla ilgili net bir fotoğraf verebilmekti. Ermenilerin yaşadığını göstermek istiyordum ve kolay iş değildi. Bir şey ispat etmeye çalışmadım. Sadece ortaya koymak, göstermek istedim. Arkadaşım Paul Paboudjian’la birlikte, fotoğraflarla ve metin içeriğiyle ortaya bir tarih araştırması çıkardık. 1992’de bu kitap yayımlanana kadar, Türkiye’de sadece 1915 değil, Ermeni mirası inkâr ve işgal edilmişti. Bu kitapla, bu inkâr edilmiş geçmişi yeniden canlandıracaktık. Ermenilerin bir zamanlar canlı olduğunu göstermek istedik. Temelde bu var: Canlı insanlar.

Öte yandan, koca bir diaspora var. İnsanlar farklı şehirlerden gelmiş ve farklı yerlere dağılmışlar. Onların yaşadıkları yerlere dair derli toplu bir kaynak yoktu. Biz bu kaynağı oluşturmak istedik. Andonyan’ın hazırladığı dosyalar içinde bir kısım İstanbul Ermeni Patrikliği’nin arşivleriydi. Kasım 1922’de bu arşiv Rahip Balakyan’ın yanına, Manchester’a gönderilmişti. Balakyan bu arşivin bir kısmını Nubaryan’a vermişti. Bu dosyalarda, 1912-13 tarihlerinde yapılmış nüfus sayımı da vardı. Bu veriler, kilise bölgeleri (Ermenice “tem”) temelinde, köy köy, kaza kaza Osmanlı Ermenileri nüfusu hakkında bilgi veriyordu.

•          Bu nüfus sayımı neden yapılmıştı?

1912 sonunda, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde reform yapılması gündeme geldiğinde, yapılacak düzenlemeler için Ermeni nüfus oranının önemli olduğu biliniyordu. Ermeni siyasi çevreleri, bunun öncesinde ayrıntılı ve kesin bilgiye sahip olmak istediler.

•          Bu rakamlar devletin resmi sayımıyla uyum göstermiyor. Bu yüzden de abartılı olduğunu söyleyenler var.

Bir tarihçi olarak söyleyebilirim ki, Patrikhane’nin bu rakamları değiştirmek için bir gerekçesi yoktu. Çünkü sonuçta genel müfettişlerin geleceği biliniyordu ve onlar yapacakları en ufak bir teftişte bu rakamların yanlış olduğunu ortaya çıkarabilirdi.

•          Ama mesela tarihçi Kemal Kar-pat’ın yayımladığı resmi rakamlarla arada ciddi farklar var.

Ben, Patrikhane rakamlarıyla Kemal Karpat’ın yayımladığı resmi rakamları yan yana koyup üzerine çalışmalar yaptım. Bazı yerlerde, resmi rakamların adeta gülünç olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Ankara’nın Stanoz kazası için (Agos’un notu: bugünkü Zir Vadisi’ndeki eski Ermeni yerleşimi), yanılmıyorsam birkaç düzine Ermeni zikredilmiştir, 70-80 kişi yani… Oysa Stanoz’da 3 bin Ermeni yaşıyordu. Başka bazı yerlerde de çok düşük rakamlar vardı. O yerlerde, tek bir okul fotoğrafında 150 çocuk görebilirsiniz, bu da en azından 700-800 nüfus demektir, ama resmi rakamlarda o 150 çocuktan bile az bir rakam verilir.

•          Kitabın bazı bölümlerinin Agos’un ilk yıllarında yayımlanmasının ardında da sizinkiyle aynı motivasyon vardı. Ermenilerin var olduğunu, yaşadığını göstermek…

Mutlaka… Doğrusunu söylemek gerekirse, ilk yayımından 2-3 yıl sonra öğrendik kitabın Agos’ta tefrika edildiğini. Birbirimizi tanımıyorduk ve çok sevindim.

•          Sizden habersiz yapıldığı için kızmadınız mı?

Asla. Agos’un neden kurulduğunu iyi biliyorduk. Bu çeviri çalışmasını da çok doğal buldum ve sevindim. Ama ilk başlarda o tefrikanın ve kitabın Türkiye için ne anlam ifade edebileceğini idrak ettiğimi söyleyemem. Bunu sonradan yaşayarak gördüm.

•          Diasporada nasıl karşılandı kitap?

Çok etkileyiciydi. Kitap hemen tükendi.

•          İkinci baskı da hiç yapılmadı.

İstemedik. Hazırlık süreci o kadar zorluydu ki, basıldıktan sonra hemen satın almayan insanları cezalandırmak istedik. Şimdi o tek baskı, eBay sitesinde fahiş fiyatlara satılıyor ve ben de mutlu oluyorum. (Gülüyor)

Zamanla, bu kitabın özellikle aileler için ne ifade ettiğini anladım. Baktık ki, insanlar, üç kuşak bir masa etrafına oturuyor; dede veya nine koparıldıkları köylerinin sayfasını açıp torunlarına, “İşte bu bizim köyümüzdü” diyorlar. Türkiye’deki reddediş o raddeye varmıştı ki, bu kitap, insanlar için, geçmişlerinin var olduğunu ispatlayan belki de yegâne kanıt haline geldi.

•          Ermeni literatüründe, insanların köyleri ve yaşadıkları yerlerle ilgili de geniş bir külliyat var. Bu kitabın önemli kaynaklarından biri de o çalışmalar değil mi?

Elbette. Zaten kitabın önsözünde, dünyanın farklı yerlerinde kişi ve grupların, kendi memleketlerinin tarihinin unutulmaması için bir araya gelerek hazırladıkları ve sayıları 150’yi bulan o antropolojik çalışmalara da ithafta bulunduk. Bu kitap, o geleneğin bir devamı ve bir anlamda da bütünleyicisidir.

•          Hrant Dink’le daha sonra nasıl tanıştınız?

Birkaç yıl sonra Ermenistan’da bir toplantıda tesadüf ettik. Ama ondan önce telefonda görüşmüştük. 2004’te, soykırımın 90. yılı vesilesiyle, kitabı yayınlamak istediğini söyledi, artık zamanının geldiğini düşünüyordu. “Çok iyi olur” dedim. İşe koyuldu ama daha sonra, bilinen sebeplerle kitabı Aras’a iletti. Bu kitabı yayımlayarak, Hrant’ın dileğini de yerine getirmiş oluyoruz.

•          20 yıl önce ve 20 yıl sonra… Bu Türkçe baskı size ne ifade ediyor?

Şartlar o kadar değişti ki, bu yayın şimdi çok doğal geliyor. O günden bugüne, geçmişi bilme, öğrenme ihtiyacı çok arttı. Türkiye’de her türden insan, bu topraklarda kimler vardı, kimler yaşıyordu, bunu öğrenmek istiyor. Aynı zamanda, resmi tarihten başka, bağımsız bir şeyler öğrenmek isteyenler için de önemli bir kaynak… Bu ihtiyaç Türkiye’de çok güçlü.

•          Ermeni sorunu bağlamında Tür-kiye şu anda sizce nerede?

Tarih çalışmalarında 15 yılda ciddi bir ilerleme kaydedildi. Tek bir kişinin emeği değil bu, bir grubun çabasının ürünü. Genel hatlar belli oldu, gözler, burun ortaya çıktı, ama mesela kaşlar ve dudaklar henüz tam belirmedi. Henüz aydınlanmamış bazı noktalar var, ama her yıl daha ileri gidiliyor.

•          Peki ya siyasi ve toplumsal boyut?

O boyut tamamen kamuoyuna ve devletin tutumuna bağlı. Son yıllarda kamuoyu alanında bazı olumlu işaretler gördük. Bazı insanlar geçmişi anımsamanın iç sorunları çözmek için elzem olduğunu anladı. Örneğin Kürt sorunu , Ermeni sorunuyla aynı kökten geliyor. Eşitlik ilkesi benimsenmedikçe birileri hep dışlanmış olacak. Ben şahsen açık fikirli  Türkiyeli aydınların çabalarını destekliyorum ve bazı projelerde onlarla yan yana geliyorum. Hatta onlara, “Ermeniler, nihai olarak yok olmadan evvel, Türklere son bir iyilik yapıp, demokratikleşme sürecinde onlara yardımcı olacaklar” diyerek takılıyorum.

•          Sözünü ettiğiniz bazı olumlu adımlar olsa da, devlet bugüne kadarki retçi tutumundan vazgeçmiş değil. Devasa bir mekanizmayla, 1915 ve Ermeniler konusundaki milliyetçi söylemi üretmeyi ve desteklemeyi sürdürüyor. Bu nasıl aşılabilir?

Türk devleti yıllar yılı yurtdışında kiralık akademisyenlere para döktü. Ama günümüzde Batı üniversitelerinde artık bu tip insanlar pek kalmadı. Büyük devlet olmak, para harcamak yetmiyor; çünkü bazı etik değerler var. Ermeniler bugün, gerçeği ortaya çıkarma mücadelesinden vazgeçmemenin onuruna sahipler. Devlet bu işin altından nasıl en az zararla kalkarım diye düşünüyor. Türkiye’nin  dünyadaki yeri ve iddiaları açısından bu mesele ciddi bir engel. Türkiye böylesi karanlık bir geçmişle dış politikasına nasıl saygınlık kazandırabilir? Üstelik Batı ülkeleri bu kartı ustaca kullanıyor. Türkiye açısından, kapasitesini ve iddiasını gerçekleştirmek için bu sorunu çözmek şart. 

•          Bir çözüm nasıl mümkün olabilir?

Devletin iradesi olması lazım. Küçük bir aydın çekirdeğinin yürüteceği çalışmalar yetmeyecektir. İki toplumun birbirini tanıması gerekli ama özür ilkesinin geçerli olması için, “Özür dilerim” diyen bir taraf olması lazım. Şu an böyle bir durum yok. Belki Türkiye’de bir sonraki kuşak bu konuda asıl adımı atacaktır.

•          Diasporadan biriyle konuştuğumda sormayı sevdiğim bir soru var: Eğer karşınıza 18-20 yaşlarında Türkiyeli bir genç olsaydı, ona ne söylemek isterdiniz?

İlginç ve zor bir soru. O gencin üzerinde  bir travma yaratmak istemem. Çünkü travma bir tek kurbanlarda yok, faillerde ve onların torunlarında da var. Açıkçası ona ders vermek istemezdim. Önemli olan, bağımsız düşünebilmektir. Onun için, bağımsız bir şekilde kendi yolunu çizebilmesini dilerdim.

 

‘Dedem 40 yıl Marsilya limanında hamal olarak çalıştı’

Anne tarafım Sivaslı, İşkhan köyünden. Babası Zaralı. Önemli bir aileydi, koca bir hana sahiplerdi, sanırım şimdi bir devlet binası oldu. Babamın tarafının hikâyesi daha dehşet verici. Sadece ve sadece Harput’un Hüseynik köyünden olduğunu biliyoruz. Eski soyadları da Harputluyan’mış. Başka bilgimiz yok. Annesi, babası ve ailesi öldürülmüş. Dedem ben bir yaşındayken öldü, başka da bir şey bilmiyoruz. Ailenin tarihini bilmiyorsan, grubun tarihini çalışmak fena olmuyor. Kardeşimle ben, ait olduğumuz grubu da ailemiz olarak belledik.

Anne tarafımın hikâyesini daha iyi biliyoruz. Dedem Sahak Hovhannesyan. Dayısı nalbanttı. Zara’da orduya iş yaptığı için hayatta kalabildi. Dedem en küçük kardeşti, diğer 5 kardeşi öldürüldü. Kendisi, dayısının çocuklarından biri olarak gizlendi ve hayatta kalabildi. 1916’da, geriye kalan bütün Zara Ermenileriyle birlikte Müslüman oldu. Dedem 1978’de öldü, onu yakından tanıdım ama bu konuda hiçbir şey söylemedi bana. O yaz, Türkiye dönüşü, çektiğimiz slaytları ona hastane odasında duvara yansıtarak gösterdik. Ailesinin evini de gösterdik. Yüzünde çocukça bir gülümseme geldi, birkaç hafta sonra da öldü zaten. O gülümseme, kısmen, kendi geçmişini böyle uzaktan da olsa bulmakla ilgiliydi. Ama bir yandan da, torunları o hafızayı ve mirası terk etmedikleri için de mutluydu muhtemelen.

Dedem 1899 doğumluydu. 1921’de Türkiye’den ayrılmaya karar verdi. İstanbul’a geldi, birkaç ay kâğıt işlerini halledip Marsilya’ya geldi. Elimizde kesin rakamlar var. 1922-24 arasında 58 bin 600 Ermeni, Türkiye’den Marsilya’ya gitti ve Fransa’ya yerleşti. Dedem onlardan biriydi. Anne babam Marsilya’da, 10. mahallede doğdular. Anadolu’nun bir çeşidiydi orası. Dedem, Zara’da varlıklı bir ailenin çocuğuydu, ama 40 yıl Marsilya limanında hamal olarak çalıştı. Diaspora olmak onun için işte öyle bir şeydi.

‘Bir Zamanlar’ın hakikati

KARİN KARAKAŞLI

Onunla ilk karşılaştığımda adı Les Armeniens’di. Genel Yayın Yönetmenimiz Hrant Dink’in koca ellerinin arasında bile hayli haşmetli duruyordu. Önceleri ona Grimms Kardeşler ya da Andersen masal kitabıymış gibi yaklaştım. Siyah-beyaz fotoğraflarına uzun uzun bakar, hayatta adını bilmediğim köylerdeki Ermeni varlığına şaşar kalırdım.

O masal duygusunun bir izdüşümü olsa gerek ki, kitaptan bölümlere yer verdiğimiz Agos’un ikinci sayfasındaki köşenin adı da ‘Bir Zamanlar’dı. İlk dönem Fransızca çevirileri Luiz Bakar ve Maral Balımoğlu yapardı. Her ikisinin de el yazısı ile teslim ettikleri sayfalarda bol bol rakam olurdu. Hep o rakamlara gözümün takıldığını hatırlıyorum. Les Armeniens bu haliyle bir çetele idi, bir çentik. Her bir kazada, köyde şu kadar Ermeni hane, şu kadar kilise, şu kadar okul… Şimdi yerinde yeller esen hayat izleri.

Gazetenin baskıya gidip de yeni sayının toplantı ve hazırlıklarının yapılacağı Cuma günü gelip çattığında istisnasız en az bir kişi “Ben o sizin kitaba bakabilir miyim? Nenem de Ermeniydi” diye kapıya dayanırdı. O trajikomik rutinden dolayı benim için Agos’un bir diğer tanımı da tekke ve zaviyedir. Çekingen genç adamlar hatırlıyorum, o kitap önlerinde saatler geçirirlerdi.

Şimdi o ilk zamanların Les Armeniens kopyasını görmeniz lazım. Aradan geçen yılların izlerini parçalanmış cildinde taşıyor. Bizimle birlikte paralandı. Ve ben onu bu haliyle daha da güzel buluyorum.

Yengem vefat ettikten sonra eşyaları arasında ‘Bir Zamanlar’ın kesilmiş örneklerine rastladım. Yengemin annesi Erzincanlıydı. ‘Yerzınga’ köylerini özenle kesmiş, ayırmış, şeffaf naylon içine koymuştu. Ve bunu yapanın sadece o olmadığını da biliyorum. Kimbilir daha kaç yastık altı, dolap köşesi Bir Zamanlar’dan kesilmiş o kupürlerle dolu. O köşe ve bu kitap o yüzden biraz da kaybedilmiş memlekettir. Hatıra diye toplanan taş, çantada poşet içinde taşınan topraktır. Saroyan’ın Bitlisi’dir. Gidilse de sadece yokluğu tescillenir.

Hrant Dink bu kitabın Türkçede yayımlanmasını çok istiyordu. Ve istediği pek çok şey gibi bu da ölümünden sonra nasip oldu. Raymond H. Kévorkian  ve  Paul B. Paboudjian’ın ‘1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’ kitabı Aras Yayıncılık tarafından hepimize armağan edildi.

Ben hâlâ Türkçe çeviriyi elime alıp bakamadım. Öylece yanımda duruyor.  Ve içimdeki o her şeyin vasiyet gibi yaşanmasına duyduğum isyana eşlik ediyor. Ama ne yaparsın, böyle oldu. Şimdi galiba tek yapılacak şey, 1915 sonrasını hakkıyla yaşamaktan geçiyor. Hayat yerini bulsun, bir zamanların hakikati bilinsin diye. O kitabı elinde tutmuş, bize hâlâ gülümseyen o insan şahittir sözümüze.

Kategoriler

Genel