‘Deli değilim, haddinden fazla rasyonel düşünüyorum’

Sevan Nişanyan’ın hayatını anlattığı ‘Aslanlı Yol’ kitabı Liberte Yayınları’ndan çıktı. Nişanyan’la kitabından yola çıkarak sadece hayatını değil, dünya görüşünü, Türkiye’de yaşanan güncel gelişmeleri de konuştuk. Nişanyan’ın Kürt sorunu hakkındaki sözleri ise, hayli çarpıcı. Ona göre, Türkiye, Kürt sorununu çözme fırsatını 1994-2004 arasında kaçırdı.

EMRE ERTANİ
eertani@gmail.com

Otobiyografinizi neden şimdi yayımlama gereği duydunuz?

Agos’taki yazılarım beni tetikledi böyle bir kitap yazmaya. Önce gezi yazılarıyla başlamıştım sonra gitgide insan portrelerine dönüşmeye başladı. Türkiye’de çok az insana nasip olacak şekilde çok ilginç deneyimler yaşadım. Çok fazla çevrede bulundum, çok insan tanıdım, maceralara girdim. Kafamda toparlamak ve “Ben kimim?” sorusuna cevap vermek için yazdım. Güzel bir kitap çıktı ama soruma yanıt olmadı.

Peki, kimdir Sevan Nişanyan? Mesela bir deli diyebilir miyiz?

Deli numarası yapmayı seviyorum ama deli falan değilim, haddinden fazla rasyonel düşünen bir insanım. Cesur olduğumu söylüyorlar ama buna da inanmıyorum. Nişanyan, sınırları zorlamayı sever; herkesin sınır gördüğü yeri ben fırsat olarak görüyorum. Herkesin “Aman buradan öteye gitmeyelim” dediği yere gitmeyi seviyorum. Sınırı zorladığın zaman yeni şeyler keşfediyorsun. Sınırı zorlamak için sınırın ötesinde canavarlar olmadığını anlamak lazım. Herkesin bundan ötesi karanlık dediği yeri ben fırsat görüyorum, yani bir risk almıyorum aslında.

Peki, sınır kabul edilenlerin ötesinde tehlike yok mudur?

Keşke olsa. Tehlike arıyorum aslında ama bulamıyorum. Doğa kanunları her yerde aşağı yukarı aynı şekilde işliyor. Dolayısıyla sınırı geçince de yeni şeyler olmuyor, yine kendinle karşılaşıyorsun. Bu da üzücü bir şey…

Sevan Nişanyan'ın otobiyografi kitabı Aslanlı Yol, Liberte yayınları'ndan çıktı.

Tehlikeler atlattığınızdan bahsediyorsunuz. Şans eseri yaşadığınızı mı düşünüyorsunuz?

Dersim’de tutuklandıktan sonra sağ kurtulmam mucizeydi, hâlâ da bunu çözebilmiş değilim. Kitapta çok üstü kapalı olarak anlattığım İngiltere’de tutuklanma olayım var. Mantıken hayatımın orada sona ermesi gerekiyordu. 1986’da Ali Nesin ile birlikte hapse girdik, savcı 40 küsur yıl hapis istedi bizim için. Hâkim yarısını verse yine 20 yıl eder. Bunları atlattıktan sonra biraz daha farklı bakıyorsun hayata. Öyle veya böyle öleceğiz, bunun ne zaman olacağı belli değil. Bunun tedbirini almanın fazla bir manası yok. Risk ya da tehlike ile başa çıkmanın yöntemi soğukkanlılığını korumaktır. En zor duruma düştüğünde, etrafın canavarlarla çevrili olduğunda çıkış yolu nerededir ve o yola nasıl ulaşırım diye düşünmek gerekir.

Siz bunu başarabiliyor musunuz?

Bela ne kadar büyükse ben o kadar soğukkanlı ve rasyonel oluyorum galiba. Rasyonellik nedir, ondan da emin değilim. Çıkmaz bir durum ile karşılaştığım zaman kendime bir hikâye anlatıyorum. “Yenilmezim” diyorum, öyle dediğin zaman da yenilmez oluyorsun.

Kitapta Ermeni olduğunuz için yaşadıklarınızdan da bahsediyorsunuz…

Ermeniliğimi yakın yıllara, son 10 yıla kadar çok fazla önemsemedim. Dönüp baktığım zaman görüyorum ki Türkiye’de oluşan kişiliğimde Ermeni olmam çok önemli bir rol oynamış. Ermeni olmasaydım, bu adam olmazdım. Bunu şimdi çok net olarak görebiliyorum. 20 yıl önce sorsaydın böyle demezdim.

Nasıl?

Türkiye’deki öküz bir milliyetçilik var ve bu herkese işlemiş durumda. Bu tarz bir düşünceyi paylaşmam imkânsızdı. Ortaokul yıllarımda fark ettim kendimi bunun dışında hissettiğimi. Çağdaş kılıklı Türk faşizminin abidesi olan Işık Lisesi’nde okudum. Sabah akşam antlarla, kitlesellik histerileriyle yaşanılan bir yer. Hiçbir zaman kendimi ona ait hissetmedim. Ona ait hissetmeyince de dışarıda duruyorsun bir şekilde ve yalnız kalıyorsun. O yalnızlığı taşıyabilmek için kendini güçlendirmen gerekiyor, yoksa ezilirsin.

‘Öküz milliyetçilik’ sizi özgüven sahibi mi yaptı?

Evet. Çok iyi geldi bana. Hepimizin aklında olan diğer alternatifi seçtim: Git ABD’ye kendini kaybet, orada sıradan bir insan olarak yaşa. Gittim, bunu denedim, 10 yıl ABD’de yaşadım. Ama sonra geri döndüm. Ailemin diğer tüm fertleri ABD’ye, Kanada’ya göçtü, sadece ben kaldım Türkiye’de. Buradaki mücadele bana daha iyi geldi, bu mücadele beni güçlendirdi, sağlamlaştırdı.

ABD’den Türkiye nasıl bir yer olarak gözüktü size?

Gittiğimin ilk iki yılı komik bir şekilde Türk milliyetçisiydim. O sırada Kıbrıs davası vardı, biz Türk öğrenciler olarak Türkiye’nin haklı olduğuna anlatmak için gösteri yaptık. “Bu ABD, hiçbir şey bilmiyor, Türkiye hakkında, önyargılarla davranıyor” diye düşünüyorduk. Türkiye’de kendimi muhalif olarak görürken orada “Biz Türk’üz” deme ihtiyacını hissediyorsun. Sonra orada kendimi güvende hissedince Türkiye ile daha ciddi ilgilenmeye başladım. Üniversite ikinci sınıftayken Türk tarihi, İslam tarihi okudum, Arapça öğrendim. Bunlar Türkiye’yi yeniden kavrama emeğinin ürünleri olarak ortaya çıktı.

Türkiye’ye döndünüz sonuç olarak. Pişman oldunuz mu hiç?

Hayır. Memnumum Türkiye’de olmaktan. Tabii ki karamsarlığa kapıldığım, “Allah belasını versin bu memleketin” dediğim de oldu. Ali Nesin’le askeri mahkemeye düştükten sonra bana beş yıl pasaport vermediler, “Ne işim var bu memlekette?” duygusu Türkiye’de yaşayan 72 milyonun dönem dönem kalbinden geçen bir duygudur. En çok o zaman kapıldım bu duyguya. En milliyetçi olanı da, yurtdışına hiç çıkmamış olanı da zaman zaman bu duyguya kapılır. Türkiye zor bir yer, insanı köreltir, farklı olana acımaz. İnsanları birbirinin ayağından tutup zorla aşağı çekmeyi bir spor olarak belirlediği bir ülkedir. Türkiye’de yaşayıp da “Acaba burada yaşamakla doğru mu yapıyorum?” sorusunu kendine sormamış kimse yoktur. Ama dönüp baktığımda eğlenceli ve renkli bir hayat yaşadım. Birçok konuda çok başarılı oldum. Farklı olduğum halde ayakta kalma mücadelesi bana çok şey kattı.

Türkiye’de en çok tartışılan isimlerden birisiniz. Bugüne kadar hiç pişman olduğunuz bir şey yaptınız mı?

Hiç şüphesiz binlerce hata yaptım. Ciddi olarak pişman olduğum tek şey çok fazla, anormal denebilecek sayıda insanla tanışmış olmam. Bunların çoğu kayboldu hayatımdan, uzun vadeli arkadaşlığı üç-beş kişiyle koruyabildim, kitabı yazarken fark ettim ki diğerlerinin adını bile unutmuşum. Her tanıştığın insan senin için bir var oluş alternatifidir. Dolayısıyla her kaybettiğin insan senin hayatından bir şeylerin eksilmesi anlamına gelir. Eşim Müjde ile olan hadisedeki pişmanlığım ise, köpeklerin eline kemik vermiş olmak. Birilerinin bunu istismar etmesine, sömürmesine fırsat verdik. Çok büyük bir aptallıktı bu anlamda. Eşimi de kendimi de eleştiriyorum, ikimiz de suçluyuz.

Gençliğinizdeki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında ne fark var?

Son aylarda dil araştırmalarım için eski gazete koleksiyonları ile çok uğraşıyorum. 20. yüzyıl Türkiye için siyasi söylem düzeyinde korkunç bir dönem. Kamu söylemine egemen olan yalanların boyutu için korkunç. 1960’ların gazetelerine baktığın zaman tiksiniyorsun. Oradaki fanatik, aptalca milliyetçilik devamlı olarak birilerini linç etmek peşinde, vatan hainlerini gebertmekle meşgul. Bugünkü Türkiye, eskiye bakınca çok daha açık fikirli, çok yol almış gözüküyor. Entelektüel zümre bugün daha kaliteli, çoksesli… 1960’lardaki üniversite gençliği bir linç güruhundan ibaret, başka bir şey değil. Bugün ise gençliğin de çoksesli olduğunu görüyorum.

Kitapta sosyalizmi insanlığa saygısızlık olarak tanımlıyorsunuz…

Bir dönem sosyalizmi bir saygısızlık sorunu olarak görmeye başlamıştım. Bu tecavüzcü bir ideoloji… Sosyalizmin eşitlik hikâyelerini inandırıcı bulmuyorum. Sosyalizm, “Biz devleti ele geçirelim, insanları bildiğimiz gibi şekillendirelim” diyen tipik bir delikanlı ideolojisidir. Temel kaygısı doğruyu ‘ben biliyorum’culuktur. “Devrim yapacağız, devleti ele geçireceğiz, tüm insanlara kendi bildiğimiz hayat tarzını empoze edeceğiz” diye özetlenecek bir bakış açısı. Bunu çirkin buluyorum, kendimi ise birey olmaya çalışan bir adamcağız olarak tanımlıyorum.

Anadolu’nun doğusuna yaptığınız gezilerden de bahsediyorsunuz. Peki, Kürt sorununa dair ne düşünüyorsunuz?

Uzun vadede Türkiye’nin Fırat’ın doğusunu kaybedeceğini düşünüyorum. Türkiye orayı elinde tutma şansını 1999 ve 2004 arasında kaçırdı, son fırsat oydu. Türkiye’nin bugünün dünyasında, bu budalalıkla o bölgeyi kontrol altında tutabilmesi imkânsızdır. Türkiye birdenbire akıllansa bile fırsat artık kaçtı. Bir yeri yönetebilmek için oranın vilayetindeki seçkinlerin, ileri gelenlerinin seninle duygu ve çıkar birliği olması gerekir. Diyarbakır’ın önde gelen bin şahsiyetinin Türkiye Devleti ile hem çıkar hem de duygu birliği içinde olması lazımdır. Bunu kaybedersen bir müddet polis gücü ile götürürsün işi, sonra da pes edersin. Türkiye bu savaşı kaybetmiştir, bu noktadan sonra sadece daha çok kan dökülecek. Sırbistan, Bulgaristan, Arnavutluk’ta ne olduysa o olacak. Türkiye, Makedonya gibi bir yeri kaybetti. Oranın üçte ikisi Türk’tü. Daha 100 yıl olmadı orayı kaybedeli. Bu bile yaşandıysa Kürdistan da elbette kaybedilecektir. Milliyetçiliğin iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum, Kürt milliyetçiliğinin de iyi bir şey olduğuna inanmıyorum. Keşke Türkiye, Ermenistan, Suriye ve Kürdistan’ı kendi sınırları içinde yaşatabilecek bir basirete sahip olsaydı. Ulus devlet kimseye fayda getirmemiştir. 19. yüzyılın sonunda Ermenilerin önde gelenlerinden biri “Erzurum’da kral olmaktansa, İstanbul’da vezir olmayı tercih ederim” der. Benim bakış açım da budur. Keşke Rumlar, Ermeniler Türkler, Araplar, Kürtler birlikte yaşayabilseydi. Ulus devlet felaket getirmiştir. Yunanistan bağımsız oldu da ne oldu? İstanbul’a sahiptiler, kaybettiler, Yunanistan’da bağımsızlıktan sonra 100 yıl kan banyosu sürdü. Bağımsızlık, ulus devlet güzel bir şey değil. Ulus devlet insanların özgürlüğünü, ufkunu, ekonomik fırsatlarını daraltıyor. Türkiye, ulus devlet felaketine sürüklenmeseydi bugün daha uygar bir yerde yaşıyor olurduk. Yazık ki bu süreç hâlâ devam ediyor ve maalesef Kürt bağımsızlığı da engellenemeyecek.

Kategoriler

Kültür Sanat Edebiyat