İnci Pastanesi: ‘Değerlerimizi, anılarımızı kaybediyoruz’ ya da Pera zaten sürekli değişiyordu...

Mardin Artuklu Üniversitesi, Mimarlık Bölümü'nden Ezgi Tuncer Gürkaş, İnci Pastanesi'nin kapatılması üzerine, 'zaten hep bozuk olan' Beyoğlu'nu, 'kaybedilen değerleri' ve buna karşı oluşan 'muhalefeti', değişimin olağanlığını değerlendirdi: 'Cadde üzerinde kendisine epeyce de cüsseli bir yer bulan alışveriş merkezi, kapatılan, dönüştürülen Beyoğlu mekanları akademisyenler, mimarlar vb. için epeyce tartışma yaratırken, Beyoğlu’nu ziyaret eden kalabalığın olan biten bütün değişimi hızla emdiğini, olağanca içine sindirdiğini gözlemlemek tesadüf olmasa gerek.'

Ezgi Tuncer Gürkaş
ezgituncer@gmail.com

Taksim hep bir mücadele alanı oldu, meydanı 1 Mayıs’la anıldı. Bir süredir Taksim’de bir tür çekişme, ele geçirme kavgası sürüp gidiyor. 'AKM yıkılacak, meydana cami yapılacak' paranoyalarıyla Taksim elden gidiyor derken, Talimhane bölgesi ‘temizlenip ayıklanarak’ otellere bırakıldı. Demirören alışveriş merkezi İstiklal Caddesine konduruldu, Tarlabaşı ‘kakafoniden ve sefaletten’ kurtarılıyor(!), bir başka deyişle ‘kentin tekinsizleri’ görünürde olmayan yerlere sürülüyor.

Son dönemde gündemde, Gezi Parkı’nın yerine kışla binasının replikasının yapılması, Emek Sineması ve İnci Pastanesi'nin de içinde bulunduğu Cercle d'Orient Apartmanı'nın boşaltılması ve yeni projeler var. Taksim, bir türlü dağınık bırakılamıyor ve kimseyi mutlu etmiyor. Gerçi, Beyoğlu, Cumhuriyet aydınlarını, elitlerini hiç bir zaman mutlu etmedi; sürekli bozuldu(!), 'Eskiden böyle değildi... Takım kıyafetlerle gezilirdi' dedirtti. Bir yandan da, muhafazakârlar Pera’yı, 'Levantenin, batılının, sapkının, ötekinin yeri' olarak gördü; orası ‘zaten hep bozuktu’.

Taksim ya da Pera sürekli değişiyordu, bugün de sürekli dönüşümüne ve dolayısıyla toplumsal tepkilere yenilerini eklemekte. Fakat, değişimlere özellikle de kapalı, gizli projelerle gerçekleştirilen, oportünist değişimlere tepki göstermek, karşı çıkmak ve onlarla mücadele etmek ne kadar gerekli ve önemli ise, mücadeleyi sığ bir yakınma ve paranoya ortamına dönüştürmemek de bir o kadar önemli. Ne yazık ki Türkiye’de mücadeleler, tepkiler sıklıkla agresif ya da ağlak yakınmalara dönüşür; sürekli tekrarlanan, ağızdan ağıza şüphe duyulmadan yayılan klişeler üretir. Dahası bu klişeler çoğunlukla korkuyu, paniği dile getiren toplumsal söylemlerdir. Gündemdeki son olayda, İnci Pastanesi'nin kapatılmasına yönelik yakınmalar, tepkiler, tam da beklendiği üzere, eleştirelliği tartışmalı, muhafazkâr klişeler, panik söylemler üretti: 'Bütün değerler bir bir yok edilmekte, değerlerimizi kaybediyoruz... Sahip çıkalım...' Bir yandan da bu tepkilerin bir kısmının iktidardaki yönetime karşı muhalif ve eleştirel bir tavır geliştirme çabasında olduğu da okunabiliyor. Kentsel dönüşümden sürekli olarak mutenalaştırmayı anlayan, ‘zayıf sayıları’ dışlayarak, iterek insan haklarını, barınma haklarını sürekli ihlal eden iktidar politikalarının, kent aktörlerini sürece dahil ederek şeffaflaşması gerektiği aşikar. Fakat iktidar eleştirisi yapmak adına, çoğu zaman olayın kendisi önemsizleşmekte, her türlü değişim reddedilmekte.

Kentler sürekli değişiyor, hareket ediyor, yaşıyor çünkü insanlar yaşıyorlar ve değişiyorlar. Hiç kimse belirli bir niteliksel durumda ya da bir yerde kalamazken hareket etmediğini varsaydığımız nesnelerin sürekli olarak konumlarını, durumlarını korumalarını istemek, değişimi, gündelik hayatı, akışı durdurma ya da yok sayma çabası olmaya başlıyor. Nesnelere bu anlamda değişmez değerler atfetmek, onların dünyevi varlıklar olarak gelip geçiciliklerini ve dolayısıyla değişkenliklerini ortadan kaldırmak anlamına da geliyor. Etrafımızda gördüğümüz her türlü biçimin dönüşümünün sürekliliğini kabullenememe hali, meydana gelen her tür değişimi bir tür ‘bozulma, kirlenme, kayıp’ olarak nitelendirme saplantısını da beraberinde getiriyor. Bu, İnci Pastanesi’nin de içinde olduğu onlarca küçük işletmenin kapanmasına yol açan dönüşüme ya da Gezi Parkı’nın üzerine eski kışla binasının replikasının inşa edilmesine tepki göstermemek gerektiği anlamına gelmemekte fakat, değişimin olağanlığını özellikle de küresel gündemin kuvvetleri içinde düşünmekte fayda var.

Küçük noktalar olarak, küresel ağın içinde kendisine önemli konumlar belirlemeye, büyük noktalara yaklaşmaya çalışan kent pazarlarının en büyük hayalleri, Sassen’in tanımıyla kapitalist ekonominin güç kavşaklarından biri haline gelmek. Küresel ekonominin, neoliberal politikaları yönlendirdiği, beraberinde, bir yandan birbirlerine benzeyen kentler üretirken öte yandan büyük ayrışmalara yol açtığı zaman-mekan düzleminde, ülke politikalarının da en büyük arzusu görünür hale gelmek, bu düzleme erişmek.

İstanbul’da olan biteni küreselleşme gündemi içinden okuyarak otoritelere (otoriteden çabuk ve kestirme bir yaklaşımla iktidardaki hükümet anlaşılıyorsa, daha kapsamlı ve kavramsal düşünmek gerekir) haklılık payı biçme amacında değilim. Ne var ki, bu dönüşümler kapitalist kentlerin birer gerçeği haline geldiler. Otoriteler içinse işe gelen durum şu; hızla ve önüne geçmenin epeyce zor olduğu bu kapitalist dönüşümün gücünden faydalanarak çeşitlilik arz eden her türlü oluşumu olabildiğince tek tipleştirmek, ehlileştirmek ve bildik hale getirmek. Çünkü otoriteler ayrık otlarını, yolun tanımladıklarının dışında kabiliyetler geliştirenleri pek tercih etmezler. Bu küresel gümbürtünün içinde, Tarlabaşı’nın, Taksim’in, Beyoğlu’nun mutena hale getirilmesi de büyük ölçüde kozmopolit, heterojen oluşumu baltalayarak, geriye kalanların yönetimini kolaylaştırır. Öte yandan, İstanbul’da gerçekleştirilen yapısal, fiziksel dönüşümlerin, küresel ağ içinde oldukça önemli yeri olan bu metropolü nerede ve nasıl konumlandıracağı pek hesaplanmış gibi durmuyor. Sele kaptırıp giderken yağmalanan onca şeyden geriye ne kalacağı umursanmıyor.

Her bölgenin benzer bir yaklaşımla şıklaştırılması, sterilleştirilmesi küresel İstanbul’un ambalajlanmasını sağlarken, bir yandan da içine aldığı üst gelir grubuyla dışına ittiği ‘kent sefilleri’ arasındaki ayrımı koyulaştırıyor. Otoritelerin pek hoşlanmadığı kozmopolit, heterojen, sapkın(!) oluşumlar yerlerini, önceden tanımlanmış, kurallı, uysal çoğunluklara bırakıyor. Bu türden bir küresel dönüşüm anlayışı, otoritelerin ‘çokluk, çeşitlilik’ korkularını dindirmelerini, ortamları benzeştirerek, homojen, kontrol edilebilir topluluklar oluşturarak, onları yönetmelerini kolaylaştırıyor. Beyoğlu üzerinde sayısını arttıran dünya markalarının şık vitrinleri, işlevsel konumu tartışılmadan cadde üzerinde kendisine epeyce de cüsseli bir yer bulan alışveriş merkezi, kapatılan, dönüştürülen Beyoğlu mekanları akademisyenler, mimarlar vb. için epeyce tartışma yaratırken, Beyoğlu’nu ziyaret eden kalabalığın olan biten bütün değişimi hızla emdiğini, olağanca içine sindirdiğini gözlemlemek tesadüf olmasa gerek.

İnci Pastanesi'nin önündeki kuyrukta sıra gelirse içeri girip küçük masalarda oturup tadı başka hiç bir yerde bulunamayan profiterolü yemenin, nostaljik bir anlatıya dönüştüğü şu anda, kentsel dönüşümlerde ne vatandaş, ne akademisyen, ne de mimar olarak hiç bir güç ve hak sahibi olamama halimizi düşünüyorum. Sorun İnci Pastanesi'nde bir kere daha profiterol yiyemeyecek olma probleminden, İnci Pastanesi'nin ‘tarihi bir değer’ olmasından, 'değerlerimizi kaybediyor' oluşumuzdan daha anlamlı ve büyük olsa gerek. Aksi takdirde, absürtlük komedisini iyi icra eden televizyon dizilerinden birisindeki, Leyla ile Mecnun'daki, Erdal Bakkal’ın 'Bakkal bir mahallenin kalbidir, mahallenin kalbini söküp almaya çalışıyorlar, bizi biz yapan değerlerle oynuyorlar, anılarımızı silmek, geleceğimizi gölgelemek istiyorlar. Buna bir 'dur' demeyecek miyiz?' repliği mottomuz olacak.

 

 

Şapgir'de bu hafta;

 

Kategoriler

Şapgir