'Tazminat söylemi tamir etmiyor, yarayı kanatıyor'

Aslı Türker, Timaş Yayınları’ndan çıkan Malan Barkirin kitabının dört yazarından biri olan Özlem Yağız ile 90’larda yaşanan zorunlu göç, günümüzde süregelen travmaları, devletin bu konudaki söylemleri üzerine söyleşti: “Bu insanların topraklarına karşı bu kadar hasretleri varken bir yandan da dönebilmeye dair hayal kuruyorlar. Özellikle yaşlılar. Sonra o hayalleri çöküyor.”

Aslı Türker
asli.turker@gmail.com

“Malan barkir le le çune weran le- Evlerini yükleyip, bilinmeyen diyarlara gittiler.” Şivan Perver- Malan Barkir

Adını Dersim göçünü anlatan türküden alan Malan Barkirin, 90’larda yaşanan zorunlu göçün günümüzde süregelen travmalarının izini süren bir kitap. Sözlü tarih çalışmalarında bulunanlar karşınızdakine yüreğinin en derinindeki acıyı anlattırmanın ne denli zor olduğunu bilirler. “Evlerini yükleyenler”in yüreğine dokunan dört yazar, Özlem Yağız, Emine Uçak Erdoğan, Divan Yıldız Amca ve Necla Saydam, Malan Barkirin’la köy yakmalardan cinayetlere yaşananları ve günümüzdeki sonuçlarını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Kitabın kahramanları Doğulu Kürtler, Ezidiler, Mıhelmiler, Süryaniler, aynı zamanda büyük şehirlerin CD satıcıları, işportacıları, mendil satan çocukları, katı atık işçileri... Kitap, 20 yıldır ait olmadıkları topraklarda hayatlarını tekrar filizlendirmeye çabalayan bu tanıklara borçlu olduğumuz farkındalığı okuyucusunun yüzüne çarpıyor.

Bu önemli kitabın yazarlarından Özlem Yağız’la Malan Barkirin, 90’lı yıllarda yaşananlar ve Kürt meselesi üzerine konuştuk.

  • Bu kitabın amacı nedir? Bir yüzleşme kitabı mıdır Malan Barkirin?

90’lı yıllarda yaşananları bilmiyor Türkiye’nin batısında yaşayanlar, bunlar gazetelere de yansımadı. Biz kitap çıkmadan biraz arşivleri karıştırdık, mesela bazı gazetelere olaylar Kürt halkı batıya göç ediyor şeklinde yansımış. Yani kendiliğinden olup biten öylesine bir olay gibi... Yaşananlar hiç görülmemiş, toplumun bu insanlara dair bir takım önyargıları da var. Kaç kişi sormuştur acaba ne oldu da bir anda İstanbul’un sokaklarında çoluk çocuk mendil satmaya başladı diye. 

Kitabın amacı yaşanmış olayları tekrar bir şekilde gündeme getirebilmek. Dönemin kapanmamış bir yara olduğunu düşünüyoruz, zorunlu göçün Kürt sorununda etkili bir faktör olduğunu, yaşanan iç savaşın önemli bir nedeninin de bu yaraların kapanmaması olduğunu... Zorunlu göç ile ilgili çok yüzeysel olarak bir takım çözümler üretildi. Tazminat yasası, bir kaç proje gibi. Ama bunlar zorunlu göçün yaralarını kapatabilecek çözümler değildi. Hem konuyu gündeme getirebilmek, hem meselenin basit bir tazminat meselesi olmadığını irdeleyebilmek istedik.

  • Kitabın tamamında bir ümitsizlik görülüyor, sözgelimi konuşanlarda büyük bir hayal kırıklığı var. Sizce tüm bunlara rağmen bir ümit taşıyorlar mı, yeniden oralara dönme beklentisi veya bir şeylerin düzeleceği gibi?

Bana kalırsa bizim konuştuğumuz insanlar gerçekten ümitsiz. Bir kere devletten çok ümitsizler. Devletin herhangi bir şeyi onarabileceğine dair hiçbir ümitleri yok. Topluma karşı da kırgınlar. Farklı düzeylerde anlaşılmadıklarını düşünüyorlar. Kimi konunun Türk halkı tarafından bilinmediğini, kimileriyse bilinçli olarak anlaşılmadığını, göz ardı edildiğini düşünüyor. Ben buradan yaptığım görüşmelerden çok ümitli insanlar var fikri veremem, insanlar hâlâ onurlu bir şekilde beraberce yaşamaya dair kuvvetli ümitler taşıyor diyemem. Zorunlu göçten sonra yeni bir hayat kurup, sosyo ekonomik açıdan iyi bir yere gelenler biraz daha hüzünlerini yenmiş. Ama geneli yansıtmıyor. Genelde bir hayal kırıklığı var.

Zorunlu göçe tabi tutulan kesimde genel hissiyat nedir, öfke-kızgınlık-kırgınlık üçgeninde nerede duruyorlar?

Öfkeli olanlar var. Ama biz en öfkeli kesimlerle görüşmedik. Bize konuşabilen insanlar yine de o öfkelerini bir yerde tolore edebilmiş insanlar. Belli bir kesim çok öfkeli. “Taş atan çocuklar”, dağa çıkanlar…Çok daha öfkeli olanlar bu kitabın içerisine girmedi. Bizim kitabımıza girenler nispeten daha makul, bu savaşın dışında kalmaya çalışmış insanlar. Öfkeleri var ama patolojik bir öfke değil. Yıkıcı, harap edici bir öfke değil. Öfkeli olmayanları da çok, daha çok kırgınlık ve hüzün taşıyan bir kesim onlar.

  • Yaşadıklarının ve maruz kaldıkları zorunlu göçün mağdurların kimliğinde nasıl bir etkisi olmuş?

‘İktidar sizi nerenizden yaralarsa orası kimliğiniz olur’ diye bir söz vardır. Bir kısmı için gerçekten böyle Kürt olmak, Kürt kimliğini taşımak normal varoluş halleri değil. İşte ben Türk olarak doğdum, o İngiliz olarak doğdu falan değil, gerçekten o yaralandığı kimliği sahiplenmek… Sen bana bunu yapıyorsun, ben de inadına Kürdüm, inadına bir kimliğim var, bir dilim var, ulusum var, haklarım var. Bu noktaya geliyorlar. Etnik kimliklerini doğallığı içerisinde yaşayamıyorlar. Çünkü hâlâ karşısında derin bir inkâr politikası var. Bir kısmı da tabii asimile oluyor. Onun hüznünü taşıyan bir çok insanla da karşılaştık, ben annemin babamın dilini konuşamıyorum. Kürt olarak kendimi özellikle batı şehirlerinde gizlemek zorunda kalıyorum,  müziğimi dinleyemiyorum. Evime gelen insanlara beyaz başörtüsü bağlama diyorum, Kürtçe konuşma diyorum diyen insanlar bunlar. Kimliklerini saklamak zorunda kalıyorlar. İnsanların bulunduğu duruma göre kimlikleriyle ilişkileri de başkalaşıyor. İşte daha doğuda yaşayan, köyünden göç edip Diyarbakır merkeze gelen bir insan için Kürt olmak daha farklı bir şey olabiliyor ama Ayvalık’a giden insan için daha farklı bir şey olabiliyor. Birinde öne çıkarılan kimlik diğerinde bastırılması, saklanması gereken bir şeye dönüşebiliyor.

  • Kitapta yer alan bölümlerden birinde Ezidiler de yer alıyor. O kısımda farklı bir yüzleşme gördüm, Ezidiler de Kürtlerin ve Türklerin arasında sıkışmış bir kimlik sözkonusu. Nedir Ezidilerin bu kitaptaki diğer tanıklıklardan farkı?

Ezidilerle ilgili aynı şeyi Süryanilerde de yaptık, şunu deşmeye çalıştık; diğer Kürt köyleri boşaltıldıktan sonra Diyarbakır’a, İstanbul’a, Türkiye’nin değişik yerlerine geliyor ama Ezidilerin ve Süryanilerin neredeyse tamamı Avrupa şehirlerine gitmiş. Bu niye? Yani niye sizde bu göç daha dışarıya doğru? Bu konuyu sorularla açmaya çalıştıkça altından iki taraflı bir tedirginlik yaşadıkları gerçeği çıktı. Devletten yaşadıkları baskının yanı sıra bir de Ezidi kimlikleri ile dışlanmış olmanın getirdiği bir baskı var. Dinlerinin de getirdiği özel bir duruma sahipler. Bayram ibadetleri vardır ve bayramlar Ezidilerde çok önemli. Mesela Ezidiler kitapta bunu şöyle ifade ediyorlar:  “Bizler ibadetlerimizi toplu yaparız. Bunu Türkiye’de toplu yaşamazdık. Dil olarak Kürtçeye çok bağlıyız, Türkçe konuşmayız. Batı şehirlerine gidip asimile olmak istemedik. Çünkü, biz Ezidilikte Türkçe konuşmayı hiç kabul etmemişiz. Bizim dinimizi yaşayabilmemiz için, kültürel kimliğimizi sürdürebilmemiz  için yurt dışına gitmemiz gerekiyordu.” Bir de tabii gönül bağı da zayıflıyor. Bir yerde insanlar devletten ötürü gördükleri baskıyı kaldırabilir. Ama bir de dininden ötürü daha azınlık olmanın getirdiği bir sebeple kendi ırkınız içinde bile aşağılanıyorsanız, o toprağa karşı gönül bağınız, dönme ümidiniz de kalmıyor.

Ezidilerin yaşadıkları daha az görülebilmiş diğer dini azınlıklara kıyasla. Yaşadıklarını aktaramamışlar. Ezidiler merkezlerden uzak, çevre ile ilişiği daha sınırlı köylerde yaşamışlar.   Kendi içlerine kapalı bir tarım topluluğu olarak hayatlarını sürdürmüşler. Mağdur olduğunuzda hikâyenizi anlatabilmeniz için bile bir kültürel ve sosyal altyapı lazım. Ermenilerde, Süryanilerde  görüyoruz, yaşadıklarını aktaran tarihçileri, şairleri, edebiyatçıları var. Ezidiler bu imkanı o kadar bulamamış.

  • Kitabınızda zorunlu göç - Kürt sorunu hatta PKK ilişkisine dair birçok bölüm var. Lice olaylarının anlatıldığı kısım örneğin... Yaşananların insanları dağa çıkmaya tetikleyen sebeplerden biri olduğu çıkarımına varabilir miyiz?

Aralarında mutlaka bir bağ var. Özellikle  90’lı yıllar için çok sıkı bir bağ var. Keşke böyle bir açıklaması olmasa. Mesela bugün için böyle bir açıklamayı kabullenemiyorum çünkü Diyarbakır’a, Batman’a, Mardin’e gittiğimde bir şekilde hayatın sürdüğünü, 90’lı yıllar gibi olmadığını görüyorum. Ama o günler için çok anlaşılır bir tarafı var. İnsanlar öldürülüyor, anneleri babaları gözlerinin önünde dövülüyor, hakaret görüyor.  Zaten pek çok köy baskınında anlatılan yaygın bir şeydir, insanların çırılçıplak işkence görüp, birbirlerine kadın erkek gösterilip yerlere yatırılması. Bugün için her şeye rağmen böyle bir bahane olmaması gerek gibi görünüyor ama bu tür durumlarda insanların travmaları bıçak gibi oluştuğu dönemde kesilip yeni bir sayfaya geçilmez. Zaten zorunlu göç mağdurlarının yaraları tedavi edilmemiş, bunun için de yeterince uğraşılmamış. Sürekli bu anlatılarla yetişen çocuklar büyüyor. Bazen bu anlatılar kuşaktan kuşağa geçerken olduğundan daha da vahim bir hale geliyor. Ve karşınızda gelecek verilmeyen bir çocuk ordusu var. Bir kuşak. Şimdi onlar genç olmaya başladı. Ne kadar biz desek ki bu dağa çıkmak, adam öldürmek için bir sebep değildir, bu ilkesel olarak doğru olur. Var olan durumu analiz etmez. Bir sorunu teşhis etmekle olumlamak farklı bir şey. Ben olumlamayabilirim ama mutlaka etkisi var, bunu da teşhis etmek lazım.

  • Bu kitapta benim dikkatimi çeken başka bir nokta da çocuklar ve yaşlılar. Yaşlılara dair çok fazla “toprağından koparıldı, bir kaç yıl geçmedi öldü” cümlesine rastlamak mümkün. Çocukların durumuyla ilgili olarak çok ilginç bir bölüm var. Çocuklara ne olmak istiyorsunuz diye sormuşsunuz ve cevaplar “asker, polis, zabıta” olarak  gelmiş. Nasıl değerlendiriyorsunuz durumu?

Büyük ihtimalle dünyaları bu. Bunlar sokakta çalışan çocuklar, güçlü olanın bazen gücünden mağdur da olsalar iyiliklerini de gördüğü insanlar. Mesela o çocuklar polis amca bizi buldu, bize döner aldı diye anlatıyor. Ve güç ezilmemek, itelenmemek, dayak yememek demek aynı zamanda. Aynı cevabı geçmişte sokakta su satan, şimdi tekstilde çalışan bir kız da vermişti. Neden polis olmak istiyorsun dediğimde, önce bir sürü polisin yaptıklarını anlatıyor, eleştiriyor, kötülüyor. Ama sonra “bunların iyileri de var, hırsızları yakalayanları var. O güçleri, yaptıkları beni etkiliyor” diyor. Çünkü yaşadığı mahalle gerçekten suç oranı yüksek bir mahalle.

  • Bir kaç tanıklıkta “O askerler normal insan değildi, kurt gibi canavar gibiydi”, “İstanbul’da gördüğüm askerler normal insanlar,  köye gelenler bambaşkaydı, demek ki onlar Türk askeri değildi, başka ülkenin askeriydi” veya PKK için “onlar gerilla değildi, ajandı”  gibi açıklamalar gördüm. Bu nasıl bir rasyonalizasyon sizce?

Evet o çok ilginç. Belli bir süre geçtikten sonra tarihsel olarak yaşadıklarınıza dair toplumsal hafıza değişiyor. Bellekte kalanlar yeniden yorumlanmaya başlıyor. İnsanlar bulundukları konumla bir şekilde geçinebilmek için uyumlu bir açıklama geliştirmeye çalışıyorlar. O kurt gibi canavar gibiydiler sözünü söyleyen Batmanlı bir hanımdı. O kadar ilgimi çekti ki, sonra şöyle dedi, “biz o zaman anlamamıştık, şimdi Tek Türkiye dizisi falan yayınlanıyor ya, orada böyle yabancı askerler var. Demek ki o da onlardanmış biz anlamamışız. Türk askeri böyle şey yapmaz. ”

İşin öbür tarafında mesela şu anda yaşadıklarından sonra BDP’ye, Kürt hareketine yönelen insanların da bazıların hafızalarında PKK tarafından geçmişte gördükleri zulümler var. Bunlar da durumları dolayısıyla, psikolojik olarak “bunlar ajandı” söylemine sığınıyorlar.  Şu da var, gerçekten bunu yaşayanlar da var. Askerler, PKK kılığında çok baskınlar, zulümler de yapmış. Ama bu olayların hepsi öyle değil. Bizzat PKK’nın kabul ettiği cinayetler de var. Bir yerde siyasi pozisyon alınca tüm yaşananları böyle yorumlama eğilimi oluyor.

  • Zorunlu göç mağdurlarının yaralarını sulhnameler, tazminatlar ne derece tamir edebilir?

Tazminat hiç bir şeyi kapatmıyor. Zaten bu göç mağdurlarının, çok az bir kısmı tazminatlardan yararlanabildi. Başından düşünürsek, bir kere göç mağdurları için Meclis İnsan Hakları Komisyonu tarafından ciddi bir envanter çıkarıldığını görmüyoruz. İnceliyorsunuz, hangi köyde, kaç kişi göç etmiş. Hiç bir açık bilgi bulamıyorsunuz. Yuvarlak bir rakam veriliyor. Ayrıca bu göç etmelerin içine hiç katılmayan durumlar var. Mesela Süryanilerdeki gibi faili meçhullerle paniğe kapılıp giden insanlar yok zorunlu göçün kapsamında. Bizzat köyü yakılmış, evi yakılmış olanlar var. Ama köyü yakılmayıp bulundukları ortamdaki sosyal şartlardan kaçan çok insan göz önüne alınmamış. Mesela koruculuk zorlamasından kaçan yığınla insan var. Bunlar baştan o çerçeveye hiç girmiyor.

İkinci adıma geldiğinizde Meclis İnsan Hakları raporunun 3.400 kadar köy ve mezra rakamı var. Bu rakam normal sayının altında. Ayrıntılı bir dökümü yok. Hangi köyden kimler etkilendi gibi. Mağdurların bir kısmı, gücü olup takip edebilenler dava açıyor. Aşağı yukarı 360.000 aile dava açmış. Bunlardan 130.000 kadarı olumlu sonuçlanmış. Bu davalar görülürken bir kere karşılarındaki komisyon tamamiyle bir devlet komisyonu. Tamamı devlet memuru 7 kişiden oluşuyor. Bu insanların davaları ele alınırken şunu yapmışlar. Mesela ailesinde PKK’dan yargılanan, bundan hüküm giymiş kimse olmayacak. Keyfi uygulamalar haksızlıklar olabiliyor. Başvurular böyle böyle eleniyor. Peki ne veriliyor bu tazminatı alabilen insanlara? Ortalama 14.500 lira gibi bir tazminat verilmiş. Bu rakam insanların kaybının hiçbir şekilde karşılığı değil. Yani neye göre belirlemişler bilmiyorum ama benim konuştuğum göç mağdurları içinde bana en yüksek rakam söyleyen 20.000 TL gibi bir şey dedi.

Bunun ötesinde bir de sosyal boyutu var. Yaşadıkları manevi zararı hiçbir şey karşılamıyor. Bir sürü insan baskınlar sırasında yakınlarını kaybetmiş. O verilen tazminatın anlamı ne ki o insan için? Adam evladını kaybetmiş, devlet önce bir bunu kabul etsin, bu işi yapanları yargılasın. Tazminata gelene kadar benim canım yanmış diye düşünüyorlar. Devletin bu göç mağdurlarını tek tek tespit etmesi, gerçek manada özrünü dileyip, yaşadıkları sorun neyse ona göre çözümler üretmesi lazım.

  • Kitabınızın son bölümünde de Uludere’den bahsediyorsunuz, iki kez ziyaret etmişsiniz. Orada tazminatın bir şeyleri tamir etme şansı var mıdır?

Uludere’de yaşanan apayrı bir şey. Tazminat söylemi tamir etmiyor, yarayı kanatıyor. Uludere’ye mesela ben 28 Aralık’tan 50 gün sonra gitmiştim. Bir de 160 gün sonra ikinci bir gidiş yaptım. O arada geçen süre içinde bile halkın öfkesi, söylemi çok değişmişti. 50. günde de bir öfke vardı, isyan vardı ama bir taraftan olayın çözüleceğine dair ümit de vardı. Arada geçen 100 günlük süre içinde ümitler karşılık bulmayıp bir de tazminatsa tazminat gibi sözlere maruz kalınca, yaşadıkları çok yoğun bir öfkeye dönüşmüş insanlarda. Silahı alıp dağa çıkmıyor ama dil bütünüyle değişmiş. Oradaki tazminat teklifi sadece acıyı arttırıyor. İnsanlar bu yapılanı hakaret olarak algılıyorlar.

  • Peki bir vicdani sorumluluk kitabı yazarı olarak sizce yaşananların biliniyor olması, toplumun, mağdurların acılarını paylaşması ne derece önemli?

Ben aslında bunu kitap çıktıktan sonra gözlemledim. Kitabı yazma aşamasında tanıklar çok ilgili değillerdi, yani anlatıyorlardı ama bilinmeye dair çok fazla istekli değillerdi. Çok az insan yaşadıklarını illa ki toplum bilsin diye anlatıyordu. Ama kitap çıktıktan sonra tanıkların tepkileri çok olumlu oldu. Bayağı mutlu oldular. Ve daha fazla anlatmak, başka çalışmalar da yaparsak katkıda bulunmak istediler. Demek ki ilk başta biraz soğuk bile yaklaşılsa bu kadarı bile mutlu etti insanları. Bir toplumun ilgilenmesi, yaşadıklarını görüp acılarını paylaşması çok daha fazla ümit yaratacaktır.

  • Bir yandan bu konuların konuşulduğu daha demokratik bir ortama gidiyor gibi görünsek de diğer yandan “Ezidileri bile ayrı tutmayız” gibi söylemler var...

Zaten “bile” dediğiniz zaman dil sizi ele veriyor, ötekinizi belli etmiş oluyorsunuz. Hatta daha da kötüsü o söylemde size en uzak, hiyerarşinin el altındaki grubu belli etmiş oluyorsunuz. Çok üzücü, keşke hükümetten birileri bu kitapta Ezidiler bölümünü bir okusa. Şunu da üzülerek gözlemledik; hem Süryanilerde hem Ezidilerde AKP’nin ilk dönemlerinde bir takım demokratikleşme adımlarıyla epeyce ümit oluşmuş. Ama şu anda o duygular tersine dönüyor. Ümitlenip hayal kırıklığı yaşamak daha zor. Ezidilerin toprağına bağlılığını biliyorsunuz, cenazelerini bile burada gömüyorlar, kendileri gelemeseler bile videodan toplu halde defin işlemlerini seyrediyorlar. Bu insanların topraklarına karşı bu kadar hasretleri varken bir yandan da dönebilmeye dair hayal kuruyorlar. Özellikle yaşlılar. Sonra o hayalleri çöküyor. Diasporada yaşayan insanların haleti ruhiyesi daha kırılan, daha öfkeli. Hrant Dink’in lafı vardı ya, bu toplumun içinde biz birbirimizi tedavi ediyoruz, Türkler ve Ermeniler olarak diye. Sonuçta iyisiyle kötüsüyle bu toplumun içinde bir arada yaşamak radikal kopuşları önlüyor. Ama diasporaya gidenler hâlâ zihinlerinde 90’lı yılların atmosferini yaşıyorlar ve daha keskinler. Onun üzerine bu tür söylemlerle kafalarındaki imajın doğrulanması üzücü oluyordur.

  • Bu mağdur kitlenin nedir toplumdan beklentisi sizce?

Bu toplum konuya tamamiyle hassasiyetini yitirmiş durumda. Televizyonda karikatürize edilmiş bir sürü terör dizileri var. Sırf herhangi bir şiddet dizisi olarak bile düşünsek, bu yayınlara çok tepki gösterilmesi gerekirken, bir ülkenin yaşadığı iç savaşın böyle tv dizilerinde raytinge malzeme edilmesi ve kullandıkları nefret dili korkunç. Toplumun bunları kabul etmemesi gerek. En temelden başlamak lazım, medyadaki nefret dilinden, insani hassasiyetlerden, Uludere’den…

Bir de yaşananlar yaşanıp aradan uzun yıllar geçtikten sonra telafisi çok daha zor ve sancılı bir süreç. Mesela bugün önümüzde bir Uludere mevzusu var. Kitabı hazırlarken arkadaşlarımızla ortak kanaatimiz Uludere’nin, 80’lerden sonra yaşanan 3. büyük kırılma noktası olduğu yönünde oldu. Birincisi Diyarbakır cezaevi, ikincisi zorunlu göç, üçüncüsü Uludere. Konuyu 34 kişinin yanlışlıkla öldürüldüğü bitmiş gitmiş bir olay gibi görmek çok hatalı. Yıllar sonra insanların bu ülkenin tarihinde bir Uludere’den öncesi vardı, bir de Uludere’den sonrası demelerinden cidden korkuyorum. Eğer Uludere olayı olduğu ilk 3 gün içinde o özür dilenip, olayda sorumluluğu olan insanlar görevden alınarak soruşturma ve yargılama süreci hızla başlasaydı, Uludere gibi acı bir olay bu ülke için olumlu anlamda bir dönüm noktası olabilirdi. Oysa geçen bir yıl içinde her gün bu mesele biraz daha umutsuzluğa döndü. Toplumun bu tür konularda iktidara baskı kurması gerek. Uludere failleri hâlâ yargıya çıkmadı.

  • Biliyorsunuz toprağından koparılan bir başka halk da Ermeniler. Sizce Ermeniler ve Kürtlerin benzer acılardan geçmiş iki halk olarak birbirlerini daha iyi anlamaları söz konusu mudur?

Kitabın içinde bir Süryani bölümümüz var, orada da 1915’ten bahsediyor. 1915’te yaşanan katliam ve tehcir çok daha ağır bir süreç. Ama belli noktalarda çekilen acılar ortak. Aslında Kürtler artık Ermenileri çok daha iyi anlıyorlar. İlginç bir şekilde tanıklardan bir tanesi bana şunu söyledi, “Zamanında Ermenilere bizim dedelerimiz çok büyük acılar çektirdi. Şimdi Kürtler çekti aynı acıyı. Yarın Türklerin de bizim gibi büyük acılar çekmesinden korkuyorum.”  O acıyı çektikten sonra çok daha fazla hissediyorlar. Bazen mülakatlar esnasında hiç alakasız bir yerde o konulara girmeye, anlatmaya başlıyorlardı.

Roboski’ye gittiğimizde bile konuşuyoruz, o kadar acı bir olay konuşulurken bir anda konuştuğumuz insan eskiye dönüyor, burası Keldani köyüydü, şurada şöyle bir olay olmuş diye anlatmaya başlıyor. Demek ki orada hem vicdanlarda bir sızı kalmış, hem de bir empati oluşmuş.

  • Konuya dair Rober Koptaş’ın geçtiğimiz haftalarda bir yazısı vardı, Kürtler ve Türklerin arasındaki mesafe her geçen gün açılıyor diye. Buna katılıyor musunuz?

Eskiye nazaran evet, özellikle genç kuşakta ben de öyle olduğunu düşünüyorum. Artık dil değişmeye başladı, Kürtler, Türkler... Ya da işgalciler diyorlar örneğin. Bu çok tehlikeli bir söylem. İsrail’le Filistin olmak gibi bir şey. Eskiden devlete yönelik öfke şimdi çok kolayca Türk ve Kürt kimliği üzerinden ortaya çıkabiliyor. Kişisel gözlemler her zaman çok doğru olmaz. Belki de değişen toplum değildir. Sadece siz daha fazla muhatap olmaya, daha çok dikkatinizi yöneltmeye başlamış da olabilirsiniz. Ama Kürt sorununun içinde doğup büyüyen arkadaşlarımla konuştuğumda da bu söylemlerin ve öfke dilinin çok artmasından şikayet ediyorlar. Türkler cephesinden bu sorunun cevabı ise medyanın ırkçı, manipülatif yayınlarının artmasında ve bu kadar kabul görülebilmesinde bulunabilir zaten.

Kategoriler

Şapgir