Devletin hatasını telafi etmeye çalıştığı ünlü Dreyfus davası

Artun Mimar, devlet denilen yapının bile büyük haksızlıklara sebep olabileceğinin 19. yüzyıldaki modern ve evrensel sembolü olan, 5 Ocak 1895’te Alfred Dreyfus’ün rütbesinin elinden alınmasıyla başlayan ve “Dreyfus davası” olarak tarihe geçen olayı anlatıyor ve aslında bugüne dair de bir mesaj veriyor.

Artun Mimar
artunmimar@hotmail.com

108 yıl önce bugün, 5 Ocak 1895'de, Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet dönemi yaşanırken, hakkında açılan muhtelif soruşturmalar sonucunda Alfred Dreyfus adlı suçsuz bir yüzbaşının rütbesi elinden alınır. Çok sıradan bir olay gibi başlayan bu hadise, yeri gelince ahlaki, yeri gelince politik, yeri gelince de bürokratik zeminlerde adından günümüze kadar sıkça söz ettirecek,  devlet kavramını ve görevlerini doğru bir yere oturtmamıza yardımcı olacak ve tarihin sayfalarında Dreyfus Davası adıyla yer bulacaktır.

Hikâye 1894 yılının sonunda başlar. Fransız Ordusu'nda yüzbaşı politeknisyen, Alsas asıllı Yahudi Alfred Dreyfus, Almanlara gizli belgeler sızdırmakla suçlanır ve müebbet hapsine mahkum edilip Şeytan Adası'nda bir zindana kilitlenir. Bu tarihte, Fransız toplumunun politik ve entelektüel tabakasındaki her kesimden insanda Alfred Dreyfus'ün suçlu olduğu kanısı vardır.

Mahkumiyet kararındaki bazı çelişkileri gören Dreyfus ailesi, başta tevfkif edilmiş Yüzbaşı'nın kardeşi Mathieu olmak üzere, Alfred Dreyfus’ün suçsuzluğunu ispatlamaya çalışır ve bunun için ünlü gazeteci Bernard Lazare ile anlaşırlar. Paralel olarak, Teğmen Georges Picquart, ki İstihbarat'ta görevlidir, Mart 1896'da gerçek hainin Komutan Ferdiand Walsin Esterhazy olduğunu idrak eder. Fakat, Genelkurmay Dreyfus hakkındaki hükmünü yeniden görmeyi reddedip Picquart'ı Kuzey Afrika'ya yollar.

 


Dreyfus'ün rütbelerinin sökülüşünün resmedilişi
Dreyfus karşıtı iddiaların zayıflığına dikkat çekmek için Yüzbaşı'nın ailesi, Haziran 1897'de, muhterem Senato başkanı Auguste Scheurer-Kestner ile temasa geçip ondan yardım ister. Başkan, üç ay sonra, medya kuruluşlarına Dreyfus'un suçsuz olduğuna emin olduğunu açıklar ve sabık mebus, ancak o zaman önde gelen bir gazeteci olan Georges Clemenceau'yu da bu kanısında ikna edip hemfikir kılar. Aynı ay içerisinde Mathieu Dreyfus, Savaş Bakanı'nın huzurunda Walsin Esterhazy'ye dava açar. Dreyfusçülerin sayısı gün geçtikçe artarken, Ocak 1898'de olaya milli bir boyut kazandıracak iki simültane olay vuku bulur: Esterhazy, muhafazkârlar ve milliyetçilerin desteği sonucu beraat eder ve ünlü natüralist yazar Emile Zol,a Dreyfus'ün savunmasını yaptığı ve yargıyı sert bir dille eleştirdiği “J'accuse”(İtham ediyorum) başlıklı makalesini yayınlayıp dönemin birçok entelektüelinin Dreyfusçüler tarafına geçmesine sebep olur. Fransa'da adeta bir “hiziplenme” süreci başlar ve bu, yüzyılın sonuna dek sürer. Fransa'da yirmiden fazla antisemit ayaklanma çıkar. Hükümet kökten sarsılmış durumdadır. Bazıları devletin çok büyük tehlikede olduğunu düşünürler. Bu da Dreyfus davasının artık sürdürülemeyeceği ve bu duruma bir çözüm bulunulması gerektiği anlamına gelecektir.

Ordunun bu davayı unutturmaya yönelik yoğun çalışmalarına rağmen, Dreyfus'ü suçlu yapan ilk hüküm oldukça titiz bir şekilde yürütülen soruşturmalar akabinde mahkeme tarafından iptal edilir ve 1899'da Rennes'de yeni bir Savaş Tribünali açılır. Bütün beklentilerin aksine, Yüzbaşı Dreyfus bir kez daha suçlu bulunur ve on yıl boyunca zorunlu işlerde çalıştırılmaya mahkum edilir.

Dört yıllık uzun bir sürgün hayatından tükenmiş haldeki Dreyfus, dönemin başkanı Emile Loubet tarafından affedilir. Resmi olarak masum kabul edilmesi ise ancak 1906'da olacaktır. Kısa bir rehabilitasyon dönemi sonunda, Dreyfus tekrar Fransız Ordusu'na, kendisinden alınan rütbesi olan komutanlığa yükseltilerek görevine geri döner. Birinci Dünya Savaşı'na katılır. 1935'de Paris'te hayata gözlerini yumar.

Davanın sonuçları sayısız niteliktedir ve Fransız toplum hayatını her yönden etkilemiştir : Politik (ulusçuluk kavramına yeni bir soluk gelmiştir), askeri, dinsel (Fransa'da Katoliklik reformunun hızı kesilmiş ve dindar katoliklerin cumhuriyetçi entegrasyonlarında azalma olmuştur), toplumsal, adli, medyatik, diplomatik ve kültürel (bu davanın sayesinde “entelektüel” terimi tartışılır)...

Hülasa, kurbanı Fransız ve Alsas (Alsace) asıllı Yahudi Yüzbaşı Alfred Dreyfus olan “Dreyfus davası”, başlangıçta hukuki bir hata ve yanlış “jurnal” ile başlamasına rağmen, antisemitizm ve ırkçılık boyutlarına ulaşır. Dava Fransız toplumunu 12 yıl boyunca (1894-1906) derinden sarsar.

Bu skandalın 1898 yılında Emile Zola'nın L'Aurore adlı gazetede “J'accuse” [İtham ediyorum] makalesiyle ifşa edilmesi, art arda gelen ve eşi benzerine rastlanmayan birtakım politik ve sosyal krizlerin zuhur etmesine neden olur. Olay Fransız gündeminde en üst basamakta bulunduğu sırada, 1889'da, Üçüncü Fransız Cumhuriyeti'nde bulunan bazı politik çatlakları ortaya çıkarmaya başlar. O kadar ki, Fransızlar adeta iki ayrı gruba ayrılırlar: Dreyfusçüler ve antidreyfüsçüler. Bu hadise, devlet denilen yapının bile büyük haksızlıklara sebep olabileceğinin modern ve evrensel sembolüdür. Birçok şiddetli milliyetçi ve antisemit polemiklere neden olan bu bürokratik ve hukuki yozlaşma (ki devlet eliyle sürdürülür), oldukça nüfuzu olan bir basın tarafından yayınlanır ve konuşulur.

Sonuç olarak, devlet hata yapabilir fakat yaptığı hataları geç ya da erken onarmak kendi elindedir. Bu onarımlar kendi türevleri için prototip sayılsalar bile...

 

 

Kategoriler

Şapgir