Halep bu savaşta yenilmeyecek

Türkiyeli Ermenilerin yakından tanıdığı 85 yaşındaki Halepli doktor ve yazar Toros Toranyan, ülkesinin iki yıldır içine düştüğü karanlığın yakın tanığı. Deneyimli kalem, her şeye rağmen, yaşadığı toprakların geleceğine dair umudunu yitirmiyor.

Fotoğraflar: Iva Zimova

Türkiyeli Ermenilerin yakından tanıdığı 85 yaşındaki Halepli doktor ve yazar Toros Toranyan, ülkesinin iki yıldır içine düştüğü karanlığın yakın tanığı. Hayatı boyunca edebiyattan ve yazıdan uzak kalmayan, onlarca kitaba ve yüzlerce makaleye imza atan Dr. Toranyan, savaş günlerinde dahi, hayatına anlam katan yazı işlerinden uzak kalmadı. 1915’ten sonra Ermenilere kucak açan Suriye halkının içine düştüğü durumdan ötürü büyük acı duyan deneyimli kalem, her şeye rağmen, yaşadığı toprakların geleceğine dair umudunu yitirmiyor. Toranyan’ın Agos’un Ermenice sayfalarında yayımlanan Halep izlenimleri Pakrat Estukyan’ın çevirisiyle sunuyoruz.

TOROS TORANYAN

Hey gidi Halep. Ateş altındayız. Patlayan bombalar halkı, hele de çocukları dehşete düşürüyor. Ama yine de evimden çıktığımda kaldırımların kalabalık olduğunu görüyorum. Kafeste yaşanmaz ki. Hayat devam ediyor.

Halep’teki beş Ermeni okulunun kapıları açık. Kimileri eğitime başka yerde devam ediyor. Bunlardan birinin anasınıfına giriyorum. Kışa girdiğimiz günlerden biri. Sınıfta 50 öğrenci var. Kimileri anneleri ile gelmişler. Şu savaş ortamında, şehirde güvenli bir köşe bile kalmamışken çocuklarını okula getiren anneleri kutluyorum. Çocukların bağırış çağırışlarını duyarak, birbirlerini kovalamalarını izleyerek umutlanıyorum.

İlkokul bölümünde de hareket var. Buradaki öğrencilerin sayısı 157. Burada da velilere rastlıyorum. Keskin nişancıların binaların tepelerinde pusuya yattıkları aklımdan çıkmıyor.

Öğrendiğime göre, HPIM (Ermeni Genel Hayırseverler Birliği – AGBU) okulunda 2012- 2013 eğitim yılında okuyan öğrencilerin sayısı 500’ü aşıyor. Oysa daha geçen yıl okula 1200 öğrenci kaydolmuştu. Öğrencilerin çoğu yakın semtlerden gelenler. Mesafe uzadıkça risk artıyor.

Okuldan bir adım ötede de HPIM binası var. Dernek üyesi yaklaşık 40 kişi yardım kolileri hazırlamakla meşguller. 2 bin 500 aileye gıda yardımı ulaştıracaklar.

Islık sesleriyle uçuşan mermiler, gümbürdeyen bombalar arasında yaşam devam ediyor. Okullarımızın kapıları açık. Hep de açık kalsınlar.

Siz hiç çocuk olmadınız mı?   

Şant Boğigyan dört yaşında. Bu yıl anaokulu ile tanışacaktı. Ne de iyi olacaktı. Teneffüslerde arkadaşları ile oynayacak, okulun avlusunda koşuşturacak, topu tekmeleyecekti. Üstelik sınıfta da çeşit çeşit oyuncaklar olacaktı. Öğretmeni onu sevecek, şeker verecekti. 

Bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Sebebini kendisi de anlayamadı. Anaokulu yasak bölgede bulunuyordu. Tehlikeli olabilirdi.

Etraftan duyup anlam veremediği bir sürü sözcük var.

İşte, ailece televizyonun karşısında oturuyorlar. Büyükler, dedesi, babası, annesi ekrandaki görüntülere bakıyorlar. Görüntülerde onu ilgilendiren bir şey yok. Neyse ki Şant’ın bir de ağabeyi var: Aram. Çoğu zaman Aram yardımcı oluyor ona, hikâyeler anlatıyor. Bir de ablası olsa daha da iyi olurdu ama yok işte.

Annesinin ve babasının gözlerinin yaşardığını fark ediyor. Ekranda yaralı bir çocuğu kucaklamış adamın hızlı hızlı gidişini izliyorlar. Adam yaralı çocuğunu hastaneye yetiştirme telaşında. Şant yine bir şey anlamadı ama dedesinin gözünden akan yaşları görünce ansızın o da ağlamaya başladı. Salya sümük ağlıyordu. Savaşın anlamını öğrenmişti. Bir süre ağladıktan sonra gözündeki yaşları sildi ve kâğıttan bir silah yapmaya koyuldu.

– Ne yapacaksın o silahla? diye sordu babası.

– Çocuğu yaralayan adamı vuracağım diye yanıtladı Şant.

Aram öteden atıldı:

– Kardeşim o silah kâğıttan. Bende demirden bir silah var, gel o pis herifi bununla vuralım.

Savaş neler öğretiyor çocuklara. Ya da savaş nelerden mahrum bırakıyor çocukları.  

Teneffüs anında anaokulundan yükselen çocuk bağırtıları ve koşuşturmacaları bizim için bir senfoni tadında değiller mi. Yeni neslin senfonisi değil mi bu.

Keskin nişancılar, topçular, savaş çığırtkanları, sizin ne hakkınız var çocukların oyunlarına engel olmaya. Onlara savaşı öğretmeye ne hakkınız var.

Hangi ulustan olurlarsa olsunlar onlar bizim yarınımız, geleceğimiz. Onların barış içerisinde büyümesini nasıl engellersiniz.

Onlar yarının fikir üreticileri değiller mi? Kardeşliği onlar üretmeyecek mi? Siz hiç çocuk olmadınız mı? Kimse sizin çocukluğunuzu engelledi mi? Nasıl oluyor da çocukların çocukluğunu yaşamasını engelliyorsunuz?

Yarın, çok da uzakta olmayan bir yarın, siz paratonerlerle donansanız bile bütün Şant’lar (Erm. ‘Yıldırım’) üstünüze yağacaklar. Bugünlerin hesabını soracaklar. Tabii eğer o günlere kavuşabilirlerse.

Çocuklarımızın yarınki lanetinden korkun.

Şant ve bugünün bütün Şant’ları yarın sizleri, çocukluklarını çalanları affetmeyecekler. 

Taşlar kayaya çarptı

Günümüzde postanelerin iş yükü azaldıysa, buna karşılık çağın yeni icatları olan gelişmiş telefonların alanı daha da hareketlendi.

Bu gelişmişlik çağında ve vahşetin bunca hissedilir olduğu çağda dünyanın en uzak köşelerinden dakikalar içinde haber alabiliyorsak hayret edecek ne var?

Nitekim Halep’te doğmuş ve şimdilerde Viyana’da yaşayan, o kentin en iyi konservatuarlarından birinde sesini eğiten Mıher Davutyan, her gün bir aletin karşısına oturup, annesi ile babası ve kardeşi ile konuşmasına, hep aynı soruyu sormasına da hayret etmemeliyiz.

– Anne, Halep’te nasılsınız?

– Baba, Halep’te nasılsınız?

– Kardeşim, Halep’te nasılsınız?

– Bizim evin bulunduğu bölge güvenli mi? Oraya da bombalar düşüyor mu? Başıboş mermiler bizim balkona da geliyor mu?

Davutyan’ların benzerleri yüzlercedir herhalde yeryüzünde. Evlatları ana-babaları için dertlenir, ana-babaları da evlatları için.

Mıher sesini eğitmeye devam edecek ve neden olmasın, bir gün Yerevan operasının sahnesinden duyacağız onu. Gururlanacağız Halep’te doğup, Viyana’da eğitim alan bu evladımızla. Tabii ailesi de gururlanacak eğer davetsiz fanatikler yeni kargaşaların kapısını açmazlarsa.

Anavatanda yemişler ağaçtan uzağa düşmezler. Yaban elde, Halep’te ağacın meyveleri Kanada’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya, hatta daha da ötelere düşüyor.

İşte bu yüzden Halep’te ve tüm Suriye’de savaş bizi yan yana getireceğine daha da bölüyor, tüm dünyaya yayıyor.

Kalanlar kayadır, saldıranlar sapan taşı.

Burada taşlar kayalara çarpıyor.

Mermi, tavla ve piyano

Halep’te ekmek kuyrukları var. Yüzlerce insan ekmek kuyruğunda. Bazen bu yüzlerce insan arasında ailece gelenler oluyor. Paylarına düşen ekmeği kaldırıma serdikleri yaygının üzerine diziyor, daha pahalı fiyata satmaya çalışıyorlar. Sonuçta bir ailenin altı ferdinin getirdiği ekmek gerçekte altı aileye yetecek kadardır. Bu durumda satmak doğrudur. Acaba mı? Eğer ailenin başka bir geçim kaynağı yoksa herhalde doğrudur. İyi de varsılla yoksulun ayrımını kim yapacak? Nihayet bu bir vicdan sorunu. Her şey pahalı. Meyve, sebze, bakliyat ve et. Sadece ekmeğin fiyatını hükümet belirliyor. O da istismar edilirse…

Ekmek kuyruğu demek gürültü demek. Gürültü, küfür, kavga, hatta mermi sesi.

İyi de nereye kadar devam edecek? Herkesin her şeyi bildiği fakat kimsenin hiçbir şey bilmediği günlerde yaşıyoruz.

Böyle zamanlarda umut koşuyor yardımımıza. Halkın tükenen umudu. Güneş kış günü bile gökyüzünden insanlara ulaşıyor. Ve insanlar, işsiz insanlar bir evin kafesinin arkasında kalmaktansa kendilerini sokağa atıyorlar. Kümeleniyorlar yer yer ve uygun buldukları bir yere açıyorlar tavla tezgâhını, başlıyorlar düşeş, hep yek, dubara naraları arasında pulları var güçleriyle tavlaya çarpmaya. Bu esnada da dertli sesleriyle yaşadıkları sıkıntıları ve umutları paylaşıyorlar. Ne yapsınlar, zaman öldürüyorlar. Arada hariçten akıl verenler de oluyor. Öğleden sonra eve dönüyorlar, bir şeyler yemek için. Sonra yine sokaktalar, kadınların dırdırına dayanamıyorlar.

– Herif, yine elin boş geldin. Evde domates yok, yeşil biber yok, et yok. Hiç sorduğun var mı bu kadın neyle yemek pişirecek!

Ancak tüm bunlara rağmen evlerden birinden piyano sesi duyuluyor. ‘Yanlışlıkla’ mutlu ezgiler çalan bir piyano sesi.

Hüzün ve bu şarkı sokağı sarıyor. Olan ne? Yaşam sürekli olarak geleceğin ufkuna koşmakta, umudun elinden tutmuş. Ölümsüz bir umut. İnsanların sancılı ayaklarını yine umuda yönelten bir umut, sönmeyecek olan umuda. Yüzyıllardan beri tekrarlanan cümleyi anımsatan; gece şafağı barındırır içinde.        

Vatan göç etmez

Nihayet Halep’in tehlikeli bir bölgesinde, havaalanı yolundaki bir mücellit yazdığım son iki kitabı ciltledi. Matbaadan iki ay önce teslim almış, ama mücellit bulamamıştım. Kitaplardan biri geçen yıl yitirdiğim eşime adanmış şiirlerimi içeriyordu. Diğeri ise yayına hazırladığım ‘Yeni Antep’ adlı yıllık.

Sırada kitapların dağıtımı meselesi var. Matbaacının bastığı kitapları çatışmalı bölgelerden geçerek bana getirebilmesi için şoför 4 bin Suriye lirası almış, hiç değilse yarısını benim ödeyip ödeyemeyeceğimi sormuştu. Hesap dışı bu meblağı ödemeye razı oldum. Şimdi sıra dağıtımda.

Halep’teki okurlara ulaşmanın bir yolu bulunabilirdi ama ya Yerevan, Beyrut ve daha bir dizi uzak yerlere nasıl ulaştıracağım? Kitap yayınlamanın sırası mı? Halep’e ateş düşmüş iken Aziz Mesrob’un harflerini yaymak sana mı düştü Haçer oğlu Toros Toranyan. İyi de ne yapsaydım. Evde oturup dizlerimi mi dövseydim?

Bana dilimi kazandıran öğretmenlerim, Gülbenkyan Okulu’nda Simon Simonyan, Sarkis Yapucuyan, Melkonyan’da Vahe Vahyan ruhumu Mesrob Maşdots’la yoğurmuşlardı. Beni onlar yönlendirdi yazmaya, biteviye yazmaya.

Şikâyetim yok, 2012 yılında beş kitap yayımladım. Üç tanesi de matbaaya gitmeye hazır.

Ermenice kitap ve savaş. Bu da bir çeşit savaşla savaşma yöntemi. Silahım Ermeni harfleriydi ve ben güveniyordum silahıma. Ermeni harflerinin zaferine inanıyordum.

Dalga geçmeyin, gerçekten de inanıyordum. Van’a yaptığım seyahati anımsadım. Aykesdan (Ekesdan) mahallesindeki mezarlığı anımsadım. Buradaki mezar taşlarında Aziz Mesrob’un harfleri üzerlerini örtenlerin ölümünden yüz yıl sonra bile zaferlerini haykırıyordu.

Vanlılar mecburi göçe zorlanmışlar, dövüşerek çekilmişlerdi Ermenistan’a.

Ama Mesrob’un yazıları toprağa tutunmuştu.

– Burası bizim ülkemiz. Bu bizim gökyüzümüzdür, bizim ebedi Ermenistan’ımız.

Vanlı dövüşerek göç etti. Oysa toprak yazılarıyla meydan okuyor.

– Vatan göç etmez, vatan kalır ve sahiplerinin dönüşünü bekler sabırla.

Vatan’ın sahipleri belki yaralılar, ama hayattalar. Ve nihayet geri dönüşü düzenliyorlar Ermenistan’da ve diasporada.

Nihayet kim kendi toprağında yaşamak istemez ki?

Savaş yenilecek

Yakubiye, Kuzey Suriye’de Ermeni nüfuslu tarihi bir köydür. Köyde iki kilise ve HPIM ile Halep ruhani önderliğinin desteğini alan bir okul var. Köy halkının bir kısmı zaman içinde Latinleşmişler (Katolikleşmişler).  Onlardan birine hangi milletten olduğunu sordum. “Ene Latin”, yani “Ben Latin’im” dedi. Latinlik dinsel bir ifade, ben milliyetini soruyordum.

– Adım Anjel, babam Ermenice konuşurdu. Ben Ermenice bilmiyorum. Ben Latin’im.

Soruyu nerden sorarsam sorayım, yanıtı değişmiyordu; “Ben Latin’im.”

Sımpat Kassis Yeretsyan da Yakubiyeli. O da Ermenice bilmez ama tüm benliği ile Ermeni’dir. Bir sürü çocuğu var. Çocuklarını Ermeni okuluna gönderdi, anadillerini öğrensin, Ermeni gibi yetişsinler diye. İşte o çocuklardan biri de Apraham Yeretsyan. Haygazyan okulunu bitirdi. Sadece anadilini öğrenmekle kalmadı, doğduğu köyü, Yakubiye’yi anlatan bir de kitap yazdı. Dahası var. Fransa’da tıp tahsili gördü, şimdi de hekim olarak doğduğu, büyüdüğü ülkeye hizmet ediyor. Onun da birçok çocuğu oldu. Hepsini de eğitim için Ermenistan’a gönderdi. Ermenistan’da yüksek eğitim almakla kalmadılar, vatan toprağından güç de aldılar. Büyük oğlu dedesinin adı ile, Sımpat diye anılıyor. Sımpat iyi bir satranç oyuncusu. Uzmanlığı olan diş hekimliği dışında ilgi duyduğu birçok alanın yanı sıra özverili bir oyuncu oldu Halep’te.

Şu an onun yanında, kliniğindeyim. Günlerden Cuma. Cuma Halep’te resmi tatil günüdür. Son zamanlarda ise özellikle Cuma namazı sonrasında tehlike potansiyeli yüksek olan gün.

Diş hekimi Sımpat Yeretsyan ilginç bir olay anlattı.

– Biraz önce muayenehaneye bir hasta geldi. Daha önce dişlerini yapmam için bir miktar para vermişti. 40 günlük bir gecikmeden sonra biraz önce yine geldi ve dişlerini yaptırmaktan vazgeçtiğini büyük bir mahcubiyetle söyledi.

– İşsizim, evde yiyecek bir şey kalmadı. Utanarak söylüyorum ama verdiğim kaparoyu iade etmeni rica edeceğim.

– Adamın hali ortadaydı. Parasını iade ettim. Ne yapalım, savaş hali.

Soru şu ki: Savaş mı Halep’i yenecek, Halep mi savaşı?

Şüphesiz savaşı yeneceğiz.

 

Aman! Ölüm ziyaret etmesin

– Alo, Avedyanların evi mi?

– Evet, ben Bayan Avedyan’ım.

– Nasılsınız Bayan Avedyan?

– Nasıl olayım doktor, gece gündüz ateş altındayız. Mahallede iki ev kaldık. Birincisi ruhani önderlik. Şahan Episkopos Sarkisyan kalıyor orada. İkincisi de bizim evimiz, iki kızım ve ben. Korku içerisinde oturuyoruz, birkaç metre ötemiz savaş alanı. Şarapnel parçaları komşu çatılara düşüyor. Her an bizim de başımıza düşecek diye korku içerisindeyiz.

– İyi de bu şartlarda nasıl günü akşam ediyorsunuz.

– Nasıl olacak, eve kapanmışız dertli türküler söylüyoruz. Dua ediyoruz ölüm bize uğramasın diye. Ne bize, ne başka bir Ermeni’ye ne de başka bir Arap’a. Savaştan önce her gün kiliseye giderdim, bize çok yakındır. Şimdi gidemiyorum. Hatta bir yaşını yeni tamamlamış olan torunumu görmeye bile gidemiyorum.

– Yeni torunun olduğuna göre, hayat devam ediyor değil mi Bayan Avedyan?

– Evet, şükürler olsun, varız, var olacağız ve çoğalacağız. Şair öyle demişti.

– İyi akşamlar Bayan Avedyan, iyimserliğinizi çok takdir ettim.

– İyi akşamlar doktor, teşekkür ederim.

Toros Toranyan kimdir

1915’den sonra Suriye’ye savrulan Anadolulu bir ailenin evladı olarak 1928 yılında Halep’in göçmen mahallelerinden Davudiye’de doğdu. Semt bugün Eşrefiye olarak anılıyor. İlkokulu burada bitirdikten sonra Kıbrıs’taki Melkonyan Okuluna gitti. Öğrenciliği 2. Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Savaşın sonu ile Ermenistan hükümeti tüm dünyaya dağılmış olan Ermenilere “yurda dön” çağırısı yöneltir. Toranyan, ailesi ile Melkonyan’daki eğitimini yarıda bırakıp Halep’e döner. Ancak Ermenistan’a göç projesi gerçekleşemez. Halep’te bir dizi işte çalıştıktan sonra 1954’te Beyrut’ta Armenuhi Mardirosyan ile evlenir. Bir süre Bulgaristan’da siyaset eğitimi aldıktan sonra tekrar Suriye’ye dönerler. Toranyan bu yıllarda değişik gazetelere yazılar yazmaktadır. 1963’de ailece Ermenistan’a giderler ve yaşları ilerlemesine rağmen üniversiteye yazılırlar. Burada tıp fakültesini bitirip hekim oldular. Toros anestezist, Armine ise kadın doğum uzmanı çıktı. 1970 yılına kadar Halep hastanelerinde çalıştıktan sonra emekliye ayrıldı ve kendini tümüyle edebiyata verdi. Gençliğinden beri tutkuyla bağlı olduğu sosyalizm ülküsünü her zaman taşıdı.

Sayat Nova Korosu’nun davetlisi olarak geldiği İstanbul’da bir dizi konferanslar verdi, dönüşünde ise bu seyahatini, Aras Yayıncılık’tan çıkan Ermenice “İstanbul Ermenileri Çağırıyor” kitabında yayımladı.

Toranyan’ın 60’tan fazla telif eseri dışında yayına hazırladığı kitapların sayısı 200’ü geçmekte. Yaşamı boyunca sayısız fırtınaya direnen Toros Toranyan yaşlılığını sürdürdüğü bu günlerde 26 Ekim 2011’de kaybettiği sevgilisi Armenuhi’nin ve kavgaya sürüklenen ülkesinin acısına tanıklık ediyor.      

 

 

Kategoriler

Genel