Baharı getiremeyen bir film

Tüm Türkiye’nin Küçük Emrah adıyla tanıdığı oyuncu ve şarkıcı Emrah Erdoğan’ın son filmi ‘Gelmeyen Bahar',kadına karşı şiddeti konu edindiği için, 8 Mart’ta gösterime girmiş olsa da, filmin kadına karşı fiziksel ve ruhsal şiddeti gösteriyor olması, ataerkil bakış açısından arınmış olduğu anlamına gelmiyor. Filmin senaryosunu da kaleme alan Erdoğan, filmin pek çok yerinde, meseleye ne kadar uzak olduğunu belli ediyor.

LORA SARI
lorasari@agos.com.tr

Geleneksel kadın algısını yüceltiyor

Bahar, tecavüze uğrayan ancak bekâreti bozulmayan, ona gizlice âşık olan saf bir prens tarafından ‘namus’u kurtarılan genç bir kadın. Eve yırtık kıyafetlerle gelince, ailesi namusları kirlendiği için çıldırıyor. Genç kadın evden kaçıyor, kendisini kurtaran ‘melek prens’e sığınıyor, evleniyorlar, kız hamile kalıyor, mutlu mesut yaşıyorlar bir süre. Film bu noktada şu algıyı yaratıyor: Kadın tecavüze uğramaktan son anda kurtuldu. Hayır, kurtulmadı. Toplumda, bir kadının bekâreti korunduğu sürece, o kadın tecavüze uğramış sayılmıyor. O kadın hâlâ ‘temiz ve masum’ görülüyor. Filmde de bu algı çok net okunuyor.

Bahar’ın yengesi ise, kocasından gizli kapaklı iş yaptığı, eve geç geldiği gerekçesiyle dayak yiyen bir kadın. Ancak kocasının bilmediği bir şey var, ikisinin çocukları olmadığı için, kadın gizlice hamile bir kadının evine gidiyor, çünkü o bebeği doğumundan sonra alacak. Esrarengiz işleri nedeniyle kocasından dayak yemesinin ardından, bir de kocası tarafından tecavüze uğruyor. Emrah Erdoğan bize, o sahneyi kanımızın donacağını düşünerek izletiyor, ancak ertesi gün kadının ağzından “Çocuğumuz olamadığı için beni daha az sevdiğini düşündüm. Seni kaybetmemek için yaptım” cümleleri dökülünce, kanımızı asıl donduran Emrah’ın ‘kutsal aile kurumu için fedakârlık yapan kadınlarımız’ vurgusu oluyor.

 

Filmde, tecavüze uğrayan genç kadının babası Davut rolünde izlediğimiz Orhan Alkaya ile film, 8 Mart ve kadınlar hakkında konuştuk.

• Gelmeyen Bahar’ın 8 Mart tarihinde gösterime girmesi gereken bir film olduğunu düşünüyor musunuz?

8 Mart tarihinin seçilmiş olmasının sebebi, kadının toplumdaki durumuna dikkat çekme çabasının senaryoya yansıması. Şiddete ve töresel önyargılara dönük olarak kadının maruz kaldığı olumsuz duruma dikkat çekmek gibi bir gayret vardı. Feminist bir bakış getirmeyi amaçlayan bir film olduğu söylenemez. Böyle bir iddiası ve arzusu yok filmin.

• Film feminist davanın tersine hizmet ediyor olabilir mi? Filmde, istemediği bir evlilik nedeniyle yıllarca susmayı tercih eden bir kadın ve sahip olamadıkları huzurun suçunu o suskunlukta arayan bir baba ve oğul var.

Anneye dönük bir suçlama veya itham olduğunu düşünmüyorum. Bir sosyolojik durumun tespiti var. Bir zırhtır o suskunluk. O kadının belki de en güçlü olabildiği yer suskunluğudur, öylesine bir toplumsal cinsiyet rolüyle biçimlendirilmiş durumdadır ki, kendisine seçebileceği tek şey suskunluktur ve onunla tahkim olan bir pozisyona geçer kadın. Dolayısıyla o suskunluk, ona yapılmış her şeye verilmiş sert bir cevaptır. Bunu olumlayarak veya överek söylemiyorum.

• Babayla oğulun aklandıkları sahnelerde gerçekleşiyor bu suçlamalar. Kadını güçlü kıldığını düşündüğünüz suskunluk zırhı, burada onu tüm olayların suçlusu gibi göstermiyor mu?

Çünkü hem eşi, hem kendisi kurban. Kim onları evlendiren insanlar? Aileleri. Problem zaten bu. Ailelerin istediği evlilikleri yapan insanlar, rüzgârın onları götürdüğü yöne doğru gidemeyen insanlar. Ayrıca bu gerçekliğin içinde yaşayan insanlara suçlular veya suçsuzlar diye bakmak eğiliminde değilim. Benim herhangi bir sanatsal üretimde de, aradığım şey yargı değildir. Bir anlama çabasıdır. Böyle bir dünyaya yaklaşma, bakma çabasıdır.

• Filmin sonunda tüm kötü karakterlerin temize çıktığını düşünüyor musunuz?

Filmin, üst başlık olarak iyilik ve kötülüğü, toplumsal baskıyla ilişkilendirerek okuma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu final aynı zamanda iki ölümün üzerine geliyor. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görüyoruz. Karakterler ne kadar temizlenirse temizlensin, ortada iki genç insanın hayatının yok olması gibi bir gerçek var. Dolayısıyla ben buna bir temize çıkma diyemem. Ama belki acıların üzerine o yaşanan derin kırılmaların üzerine ortaya çıkan bir farkındalık durumu var denebilir. Tabii ki asıl beni ilgilendiren, pek çok işten ayrı olarak, işin sinema dili ve kurgusuydu. Karakterlerin ele alınışında, özellikle kendi karakterimde de dikkat ettiğim, iyiyle kötü arasındaki bütün tonları kullanma çabasıydı. Sadece iyidir, sadece kötüdür diyebileceğimiz insanlar değiller. O baba, kötü bir baba, ama aynı zamanda bir insan ve bin tane serüvenin içinden geçip ortaya çıkmış bir insan. Önemli olan onu o önyargılarla kuşatan durumu anlayabilmek.

• Sizce karakterlerin bir derinliği var mıydı?

Mesela benim karakterim Davut, Cuma namazına giden, tespihi elinden düşmeyen, rakısını içen, pavyonda bir sevgilisi olan, bol küfreden, ailesiyle iletişimi neredeyse sıfır olan, bir baba otoritesini kurmaya çalışıp her seferinde başarısız olan, abisi karşısında ezik duran, esnafın saygı duyduğu, ancak abisinden harçlık aldığı anda silinmeye başlayan, karısıyla ilgili olarak son derecede eksik de olsa finalde sağduyulu düşünebilen, bütün bunların toplamından oluşmuş, kıvamlı bir karakter. Siyahı ve beyazı dışında birçok renge sahip biri.

• Bu zaten ortalama insanın kendisi değil mi?

Tamam ama filmlerde bu gösterilmiyor. Toplumsal rollerdeki riyakârlık burada başlıyor.

 

 

 

 

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema