Ermeni olmanın yan etkisi ‘ismiyle yaşayamama’ hali

Aslında herkes ismiyle yaşamak ister doya doya ama gelin görün ki, Ermeni olmanın, hatta sadece Ermeni de değil, Rum, Kürt, Musevi olmanın yan etkilerinden başlıcasıdır ismiyle yaşayamamak...

NAYAT KARAKÖSE
nayatk@gmail.com

John Green’in Amerika’da bestseller olan bir kitabını okuyorum, henüz Türkçeye çevrilmedi, ismi ‘The Fault in Our Stars’. ‘Yıldızlarımızdaki Hatalar’ olarak çevrilebilir. Kitapta kanser hastası olan  ve kanseri yenme ihtimali olmayıp sadece ömrü uzatılmaya çalışılan Hazel Grace’in hikâyesine ortak oluyoruz. Hazel’in kanser üzerinden hayat çözümlemeleri, var olmakla ilgili hissettikleri çok incelikle yazılmış. Hazel, her daim ölümün yan etkilerinden bahsediyor, hasta olmak, endişelenmek ve ağrı çekmek gibi.  Kitabı okurken bu yan etki meselesine takılıyorum. Aslında birçok şeyin yan etkisi var. Kadın olmanın, Ermeni olmanın, engelli olmanın, eşcinsel olmanın…

Şahin, Murat vs…

1 Nisan tarihli Radikal’de Ezgi Başaran’a verdiği söyleşide Rober Koptaş’ın Ermenice isimlerle ilgili tespiti bana Ermeni olmanın yan etkilerinden birinin de ismini bile doya doya yaşayamamak olduğunu hatırlattı. Rober Koptaş şöyle diyor: “Sevag Balıkçı’nın askerde öldürülmesi Ermeni toplumunda varolan korkuları arttırdı. Anne babalarımız bu korkuyu hep taşıdı. “Oğlumu askere gönderdiğimde Ermeni olduğu için başına bir iş gelir mi?” diye endişe ettiler. O yüzden hep bir de Türkçe isim koydular bize. Sevag’ın babası da muhtemelen bu fikirle ona Şahin adını vermişti. Benim nüfustaki adım da Murat’tır. Kimlikte Murat Koptaş’ım ben, Rober değil. Sevag’ın ölümü babalarımızın formülünün bile boşa çıktığını gösterdi ve çok yaraladı.”

Bazı Ermeniler isimlerini azizlerden alır ve onların isim günleri kutlanır. İsminle yaşa denir kutlamak için. Aslında herkes ismiyle yaşamak ister doya doya ama gelin görün ki, Ermeni olmanın, hatta sadece Ermeni de değil, Rum, Kürt, Musevi olmanın yan etkilerinden başlıcasıdır ismiyle yaşayamamak.

İsimler sadece askerde gizlenmiyor, iş hayatında, okul, üniversite hayatında, hatta oturduğu apartmanda isimlerini gizleyen Ermeniler var. “Çift Kartvizitli Ermenilik” diye bir kavram var. Kapalıçarşı’da ismi Erman olup evde Arman olan onlarca kişi var; kimi Ermeni’nin sadece kartvizitinde kimilerinin ise kimliğinde Türk bir isim yazılı. Bir arkadaşım çarşıda edindiği ismi o kadar içselleştirmişti ki artık Ermenice ismiyle ona arkadan seslenenlere bakmaz olmuştu. 

Reha Erdem, son filmi Jîn’de bu isim mevzusuna çok incelikli bir şekilde değinmişti. Jîn’den Leyla’ya geçiş yapan bir genç kadının hikâyesine ortak oluyorduk ve yolunun kesiştiği askere daha sonra  “Benim adım Jîn” dediği sahne oldukça etkileyiciydi. Ne de olsa bir insan ancak güvendiğinde ismini rahatlıkla söyler ve ancak güvendiğinde özgürleşir. Nayat ile Hayat arasındaki fark birçoğunuz için sadece bir H harfi olabilir ama o H harfi aslında kocaman bir tarihi ve zihniyetin izdüşümünü temsil ediyor. N’den H’ye giden yol maalesef kısa değil, uzun. N’den H’ye geçişin sonlanması ve o mesafenin kaybolması çok önemli; ismiyle yaşamayı,  tereddüt etmeden ismini söyleyebilmeyi herkes hak ediyor. Ancak ismimizle yaşayabildiğimiz zaman başımıza bir iş geleceği korkusundan da azad olacağız.

Ahmet Sami Özbudak
(gazeteci - oyun yazarı)

1- En son Feridun Düzağaç’ın yeni albümünü dinledim. Bu adam iyi ki var dedirtiyor her seferinde, yine dedirtti.

2- En son okuduğum kitap Knut Hamsun’un ‘Açlık’ romanı. Dünya değişirken değişmeyenleri çarpıcı bir şekilde gördüm.

3- The Deep Blue Sea son izlediğim film, yalın ve sert bir aşk filmi, sakin sularda can yakıyor.

4- ‘Kırmızı Yorgunları’ metnin yazarı ustam Özen Yula'ya bir kere daha hayran oldum.

5- Medyatava, CNN Turk, sadibey....


35 mm’nin dijitale karşı direnişi

DUYGU BAŞARAN ŞAHİN

İstanbul’da Emek Sineması’nın yıkılması kararına karşı verilen mücadeleye benzer bir mücadele, New York’ta, genç oyun yazarı Annie Baker’ın son oyunu “The Flick” aracılığıyla veriliyor. Annie Baker, bir yandan 35 mm filmlere birer birer veda edip, kendini dijital filmlere teslim eden sinema salonlarına serzenişte bulunurken, bir yandan da küçük sinema salonlarında çalışan insanların sıkıcı ama kendi içinde bir düzeni olan iş hayatlarını ve iç savaşlarını seyirciyle paylaşıyor.

Oyun, ismini Massachusetts’in küçük bir kasabasında 35 mm film gösteren tek ve son sinema olan The Flick’ten alıyor. Oyunun dekoru, aralarına patlamış mısır tanelerinin döküldüğü kirli bordo koltuklar ve tepede projeksiyon camının gözüktüğü ufak ve eski bir sinema salonundan oluşuyor. Sinema koltukları tiyatro seyircilerine bakıyor. Bu yüzden ben tiyatro salonuna ilk girdiğimde hangi tarafa oturacağımı şaşırdım. The Flick hakkında verdiği bir röportajda Annie Baker’ın bu ayna etkisini bilerek, izleyiciler oyuncuların kendilerinin birer yansıması olduğunu düşünsün diye yaptığını öğrendim. Oyunda üç ana karakter var: üniversiteden terk, mutsuz ve başarısız ilişkilerinden sıkılmış ama neden başarısız olduklarını hiç düşünmemiş, kendinden başkasını umursamayan, 24 yaşında, beyaz, bakımsız kadın projeksiyonist Rose; 35 yaşında, ailesiyle yaşayan, Rose’a platonik olarak vurgun, sinema salonunun temizliğinden ve yiyecek içecek satışından sorumlu Sam; ve son olarak, 20’li yaşlarının başında iyi bir okulda okuyan, cep harçlığı için The Flick’te temizlikçi olarak yeni işe başlamış zenci Avery. Bir de hiç görmediğimiz ama Rose ile Sam’in topluca nefret ettiği ve Avery’i de nefret etmesi için ikna etmeye çalıştığı, sinema salonunun ilgisiz ve aptal sahibi Steve.

Üç saatten uzun süren oyundan bana kalanların tümünü iki kelime ile anlatmak mümkün olmasa da, Baker’ın mükemmel oyuncular sayesinde aktardığı bir durum/histen bahsetmek istiyorum. Ben bu durumun adını arkadaşlık ilizyonu koydum ve şöyle tarif ediyorum. Sadece aynı yerde çalıştığın, devamlı gö-rüştüğün için kurduğuna inandığın arkadaşlık, bunun beraberinde gelen özel hayat paylaşımları ve aslında tüm bunların arkadaşlıktan ziyade durumsal ve zoraki bir yakınlık olduğunu fark ettiğin o acı an. Bazıları için bu, “Aman, salaklık ettim, kendimi açtım! Ne olacak, bundan sonra ketum olurum” diye geçtiği bir an olurken, bazıları için hayata karşı güveni ya da insanların samimiyetine olan inancını kaybettiği yaralayıcı bir an olabiliyor.

Annie Baker’ın ciddi psikolojik gözlemler yaparak yazdığını düşündüğüm son oyunu, insan emeğinin yerini bilgisayarların yeteneğine bıraktığı 35 mm filmlerin yokoluşunu ele almıyor sadece. Hepimizin ne kadar hassas ve kırılgan ilişkilere sahip olduğunu ve bu ilişkilere atfettiğimiz değerlerin mutluluğumuzu ne kadar etkilediğini de anlatıyor.


Oyunseverlerin yeni dergisi: Fareler Oyunda

ARTİN CAN BAHAROĞLU
artinbaharoglu@gmail.com

Yeni bir oyun dergisi, online mecrada yayına girdi: Fareler Oyunda. Ancak bu dergi, diğerlerine göre farklı. Oyundan sadece video oyununu, oyun yazısından da ‘inceleme’yi anlamıyor. Her türlü oyuna, tüm toplumsallığı ve tarihselliği içinde eleştiri getirmeyi, oyunlarla ilgili hikâyeler anlatmak gerektiğini düşünüyor. Derginin ismi, “kediler uzaklaşınca, fareler oynar” anlamına gelen İngilizce bir deyişten geliyor. Bu denk-lemde kediyi, iktidarın farklı suretlerinin bir temsilcisi olarak gören ‘Fareler Oyunda’ ekibi,  “Kedilerin kolay kolay uzaklaşmayacağını, biz farelerin, kedilerle beraber, kedilere rağmen, kedilerden saklanarak, kedileri kandırarak, kedileri oynayarak oynamak zorunda olduğumuzu biliyoruz” diyor.

Bir blog’dan, iki aylık periyotlarla yayınlanacak bir e-dergiye dönüşen Fareler Oyunda’nın ilk sayısında, farklı çehreleriyle ‘Oyun Mekânları’ masaya yatırılmış. Mutfağında K. Mehmet Kentel, Yiğitcan Erdoğan ve Ezgi Keskinsoy’un yer aldığı dergiye, farklı çevrelerden birçok isim, yazılarıyla katkı sunmuşlar. Kapak konusunda University of Washington’da Osmanlı Edebiyatı hocası olarak görev yapan Selim S. Kuru’nun, İstanbul üzerinden anlattığı “Şehir Alanlarında Oyunlar” yazısı dikkat çekiyor. Kapak konusu dışında ise 19. yüzyıl masasüstü oyunlarındaki emperyal temsillerden, cinsiyetçi/cinsiyetsiz oyuncaklara, diplomasi oyunlarından, çocukluk oyunları hakkındaki hatıralara, ve tabii ki güncel video oyunlarına kadar, farklı meseleleri farklı şekillerde ele alan birçok yazı var.

İkinci sayının konusu ise şimdiden belli: ‘Türk Oyunu’. Geleneksel oyunlardan video oyunlarına milliyetçilik, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin tartışılacağı bu sayıda ayrıca Türklük kurgusunun nasıl oyunsu suretlere büründüğü irdelenecek. Dergi ekibi, kapak konusunda ya da başka konularda yazı önerilerini fareleroyunda@gmail.com ‘a bekliyor, oyuna ve sormaya katılmanızı istiyor. 


Bedri Baykam’a 100 bin doları aşkın para verip boş çerçeve satın alan Murat Ülker sizce o çerçeveyi nasıl bir resimle doldursun?

The Kendirili
Versin Baykam'a o doldursun. Bence onun ne yapacağını merak etmiş olabilir. :))

LiveB
Akil insanların fotosunu koysun.

Mstfaydgn
Baykamın New York Times’a verdiği röportajda “biz ÜLKER yemeyiz, onlar da ETİ” lafını assın bence

Can Şenel
Okyanus ötesinden manzara koysun, çerçevenin kenarına da vesikalık bedri baykam iliştirsin.

Selim
Bedri amcanın asla çizemeyeceği, muhtemelen zoruna da gidecek olan eşit, özgür Anadolu Mezapotamya’nın resmiyle doldursun.

'Madrid yolculuğumda  THY'de Agos'tan aldım haberi'

Nuran Pınarbaşı

 

Kategoriler

Derkenar