“Portecho’nun asıl demir attığı yer hep İstanbul olacaktır”

Sertan Şentürk ve Can Öktemer, üçüncü stüdyo albümü Motherboy'u geçtiğimiz aylarda yayınlayan Türkiye'nin elektronik müzik türünün en önemli temsilcilerinden Portecho ile Motherboy, New York'ta yaşamak ve Türkiye'deki elektronik müzik hakkında konuştu.

Can Öktemer - temercan.ktemer7@gmail.com
Sertan Şentürk sertansenturk@gmail.com

2006’da Tan Tunçağ ve Deniz Cuylan tarafından kurulan Portecho, aynı yıl yayınladıkları Undertone albümü ile büyük heyecan uyandırmıştı. 2009 yılına gelindiğinde ise Studio Plastico'yu yayınlayan Portecho. Albüm ile aynı ismi taşıyan ve yönetmenliğini Berkun Oya'nın yaptığı Studio Plastico klibi ise çekildiği dönem büyük ses uyandırmıştı. 2012 yılına gelindiğinde ise grup üyelerinin olgunluk albümü dediği Motherboy yayınlandı ve büyük beğeniyle karşılanmıştı. 

- Geçtiğimiz aylarda üçüncü albümünüz Motherboy’u yayınladınız. Motherboy’un oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Tan: Bu albümün üretim süreci bizim için yeni bir deneyim oldu. Motherboy’un ilk yarısını İstanbul’da, diğer yarısını da 6 ay sonra New York’ta tamamladık. Araya zaman girdiği için ilk yarıda yaptığımız parçaları tekrar ele almamız gerekti tabii ki. İlk iki albümden de farklı bir albüm çıktı ortaya. Studio Plastico ve Motherboy arasında 3,5 sene var. Öyle sanıyorum ki, bu sürede biz de biraz büyüdük, bu da müziğe yansıdı tabii ki. Ortaya çok daha rafine bir müzik çıktığını düşünüyorum.

- Bu albümde, Portecho’nun tanıdık olduğumuz elektroakustik ses paletine 70’ler ve 80’lerin en karakteristik analog synthesizerlarından Mini Moog da eklenmiş. Bu eklenti, önceki albümlerle kıyaslarsak müzikal düşüncelerinizde ve yaratım sürecinizde bir değişikliğe yol açtı mı?

Deniz: Motherboy albümündeki synthesizerlar için Moog ve Prophet 5 kullandık. Bu iki enstrüman da bizim Portecho için etkilendiğimiz müziklerde çok önemli bir yer tutuyor. Büyürken walkman’lerimizden tekrar tekrar dinlediğimiz gruplar, Motherboy’un hem ses paletini hem de kompozisyonlarını belirledi. O zamanlara geri dönüp, tekrar ele alıp yorumlamak istediğimiz için bu analog synthesizerlara yöneldik. Portecho’nun değişmezi vokal, gitar, bas üçlüsüne böylece 70’lerin sonunda 80’lerin başında bol bol kullanılan ritm makineleri ve bu synth’ler eklenmiş oldu.

- Geçtiğimiz hafta Motherboy’daki parçalara yapılan remixlerden oluşan bir set yayınladınız. Remixleri de ederek albümün beklentilerinizi karşıladığını söyleyebilir misiniz? Dinleyicilerinizden aldığınız tepkiler nasıl?

Tan: Bu röportajı verirken, albüm çıkalı sadece 5 gün olmuş durumda. Şu anda bile tepkiler çok iyi. Albümün yayınlanmasından bir ay önce, Drop Out Orchestra’nın “Two Shots” remixini Soundcloud’dan vermiştik ve kısa süre içerisinde özellikle yabancı bloglarda çok iyi yorumlar alıp, iyi bir dinlenme sayısına ulaşmıştı. Albümün tamamının da benzer tepkiler alacağını düşünüyoruz.

- Bir röportajınızda Portecho’nun müziğini “pozitif elektronik dans müziği” olarak tanımlamıştınız. Bu tanımı biraz açabilir misiniz?

Deniz: Portecho’nun özellikle ilk iki albümü için “hüzünlü dans müziği” terimini kullanıyorlardı. Bizim de hoşumuza gitmişti bu. Hem dinleyiciyi harekete geçirip dans ettirirken hem de kaynağı büyük ihtimalle İstanbul olan bir melankoli üzerine gidiyorduk. Motherboy’da ise herhalde benim son 3 yıldır yaşadığım New York’un etkisiyle de dans müziklerine ve 80’ler synth-pop’larına daha ironik bir şekilde yaklaşıp, hep bir gülümseme peşinde olduk. Bu‘pozitif’ etkiyi sağlayan bu olsa gerek. Küçüklüğüne geri dönüp, o zamanları rahat, hafif bir şekilde tekrar ele almak sağlıklı bir terapi sağlıyor.

- Portecho ağırlıklı olarak yurtdışında bilinen bir grup. Son yıllarda Türkiye’de size ve elektronik müziğe olan ilginin arttığını düşünüyor musunuz?

Deniz: Portecho yutdışında konserler vermesine ve yer yer tanınmasına rağmen asıl demir attığı yer hep İstanbul olacaktır diye düşünüyoruz. Türkiye’de sınırlı bir kitle olmasına rağmen, birçok Avrupa ülkesine göre yeni çıkan şeylerin daha hızlı takip edildiğini ve sürekli bir kültürel güncelleme yaşandığını düşünüyorum. Bunu elektronik müzik diye sınırlamamak lazım. Bütün tarzların iç içe geçtiği ve çok fazla sayıda müziğin yapıldığı bir zamanda insan, özellikle İstanbul’un dersini iyi çalıştığını ve hem yapılan müziklerle hem de organizasyonlarıyla gelecek için hızla gelişen kendine has bir merkez olacağı iyimserliğine kapılıyor.

- Portecho haricinde Mira, Manner, Norrda gibi birçok yan projeniz var. Bir projelerinizdeki yaratıcı süreç diğerler projelerinizi nasıl etkiliyor? Bu projeler şu an ne durumda? İlerleyen zamanlar bu projeler ile ilgili albüm çalışması ve konserler var mı?

Tan: Mira’nın yakın zamanda iOS uygulaması çıktı, hatta sadece bu uygulamadan dinlenebilen özel bir parça ürettik. Bunun dışında Mira bu seneki Chill Out festivalinde sahne alıyor. Bu projelerin hepsinde ortak isimler olmasına rağmen hepsi birbirinden çok farklı. Farklı projeler üretmenin kesinlikle çok besleyici olduğunu düşünüyorum. Hepsi ayrı bir tecrübe ve bir şekilde de birbirleriyle hiç karışmıyorlar.

Deniz: Manner, bir ay önce grup üyesi olan Brian Bender’ın hızla büyüyen Motherbrain stüdyosunda ikinci albümünü kaydetti ve mixledi. Bu yaz, bu albümü çıkarmaya hazırlanıyor. Hem New York’ta, hem de İstanbul’da konserler vermeye devam ediyor. Norrda tekrar bir araya gelmek için bir takım girişimlerde bulunuyor. Bunların dışında, benim, Emre Akay ile beraber senaryosunu yazdığım bir film projesi ve Sarp Keskiner ile hazırladığımız ‘Great Republic of South’ isimli bir albüm ve grup planları var. Tüm bunlar birbirlerini besliyor ve bizi diri tutuyor.

- Son üç senedeki çalışmalarınızda Battles gibi minimalist, deneysel Amerikalı grupların etkileri hissediliyor. Bu bağlamda New York’ta yaşamının Portecho ve diğer projelerinizin müziğine nasıl etkileri oldu?

Deniz: Ben şanslıydım. New York’a taşındığım anda çok yetenekli iki müzisyenle beraber Manner’ı kurabildim. Manner da başından beri sahnede ve kayıtta 3 kişilik performansa dayalı minimalist bir rock müziği peşinde oldu. New York’un en büyük etkisi, etrafımızdaki son derece iyi müzisyenlerin ve müziklerin çıtayı yukarı çekmesi herhalde. Daha iyi çalmak, daha kendine has parçalar yapmak, ve her anlamda daha özgür ve keskin olmak New York’un en büyük artıları. Tabi bütün bunların bir bedeli de var. O bedel de Türkiye gibi ülkelerdeki ‘rahat’lığı kaybetmek. Zorlu bir rekabet içerisine girerek kendini bol bol eleştirmek ve zorlamak, daha sağlam iş çıkarmak için iyi ama ruh sağlığı açısından ne kadar yararlı tartışılır.

- Son dönemlerde, Türkiye’de ve dünyada beğendiğiniz müzisyenler kimler? Dinlemekten hiç bıkmadığınız müzisyenler var mı?

Tan: Hakan Dedeoğlu’nun TSU! projesi son zamanlardaki en favori albümlerimden. http://tsuman.bandcamp.com/ Galiba bıkmadan dinlediğim grup Pink Floyd. Bunun dışında geç keşfetmiş olsam da, ciddi bir Scott Walker hayranıyım.

Deniz: Ben Gonzales’ten sıkılamıyorum. Net bir şekilde kıskandığım birkaç kişiden birisi. Son zamanlarda, James Blackshaw’un yeni albümünü çok dinliyorum. Türkiye’den de Kim Ki O ve TSU’yu her zaman yakından takip ediyorum.

Kategoriler

Şapgir