AGOS ARŞİV - ‘İnkâr öldürmekten daha çok acı verir’

Demokrasi ve insan hakları mücadelesine duyarlılığı ile tanınan iş adamı İshak Alaton, 1915 ile ilgili yazdığı açık mektupla kamuoyuna çağrıda bulundu. Alaton, “Cinayetin özrünü değil, inkârın özrünü savunuyorum. İnkâr etmek cinayetten daha fazla acı veriyor. Hem öldürüyorsun, hem de inkâr ederek ikinci kez öldürüyorsun” diyor.

Fotoğraf - Erhan Arık

Türkiye’de demokrasi ve insan hakları mücadelesine en duyarlı iş adamlarından biridir İshak Alaton. Zor zamanlarda dahi sözünü söylemekten çekinmemiş bir aydındır.   Alaton, geçtiğimiz haftalarda, Bulgaristan parlamentosunun, komünizm döneminde Türk kökenli yurttaşlara uygulanan zulüm nedeniyle özür dilemesi kararından etkilenerek, artık 1915’in günahlarıyla yüzleşilmesi çağrısı yapan bir mektup kaleme aldı. Kurucusu olduğu TESEV’in yönetimine hitaben yazdığı bu mektup kamuoyunda yankı buldu. Hemen ardından Radikal gazetesine verdiği röportajda ise, 6-7 Eylül olaylarından sonra Türkiye’den ayrılıp İsveç’e yerleşen ve bir daha hiç geri dönmeyen kardeşi Bonjur Alaton’un hikâyesini anlattı. Böylece, baskıcı politikaların Türkiye’de yaşayan insanları nasıl bir cendereye soktuğunu da bizzat aile tarihinden acı bir olayla örneklenmiş oldu. Alaton’u, rahmetli Üzeyir Garih’le birlikte kurucusu ve patronu olduğu Alarko’nun Ortaköy’deki merkezinde ziyaret edip 1915’in inkârıyla ilgili olarak neden böyle bir çağrıda bulunduğunu sorduk. 

Cinayetin değil, inkârın özrünü savunuyorum

ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr 

•            Geçmişi hatırlama konusunda eskiye nazaran bir değişim var mı Türkiye’de?

Var tabii. Elbette ki değişmeyen dinozorlar var. Emin Çölaşan gibi, Şükrü Elekdağ gibi, Onur Öymen gibi... Onların değişmesi mümkün değil. Ama bu zihniyet kaybolacak. Esas bü-yük kitle, geçmişi bilmeyenler. Zaman içinde onlara anlatabiliriz, diyebiliriz ki, “Ya ayıptır, bir an düşün, öbür tarafı da dinle ve ona göre karar ver, olmuş mu, olmamış mı?” İşte bu noktada büyük bir değişim görüyorum. Dinlemek isteyen, acıtacağını bilmesine rağmen kulak verenler çoğalıyor.

•            Bu değişime tepkili olan ve bunu hakaretlerle, nefret dolu ifadelerle dile getiren de koca bir kesim var ama...

O bağıranlar, kendi fikirlerine ters olduğu için bağıranlardır. Sesli azınlık ve bir de sessiz çoğunluk var. Ben sessiz çoğunluğa inanıyorum ve onun için mücadele ediyorum. Bundan sonra hızlanacak her şey. Geçmişe yönelik farkındalık artacak. Artık bunun önüne geçilemez.

•            Mektubunuzdan sonra Açık Toplum Enstitüsü bir proje başlattı. Ne yapılacak o proje kapsamında?

Dünyadaki 10 özür dileme olayını ele alacağız. Muhtemelen, birincisi Alman Şansölyesi Willy Brandt’ın Polonya’da diz çökerek Yahudilerden özür dilemesi olacak. İsveç’in Samileri, Avustralya’nın Aborijinleri, Güney Amerika’dan bir örnek diye, sırayla gidecek. Sekizinci vaka, belki Turgut Özal ve Cezayir olacak. Bugün duyarlıymış gibi yapılıyor ama 1948’de Türkiye sırf Fransa’ya yakın görünmek için Cezayir aleyhinde karar almıştı. Turgut Özal bu nedenle özür dilemişti. Dokuzuncu vaka belki Bulgaristan’ın Türk kökenlilere yaptığı zulüm nedeniyle geçenlerde dilediği özür olacak. Bu özür ne kadar sessizce geçiştirildi Türk basınında… Türk medyası bu gibi olayların bilinmemesinde açık bir rol alıyor. Bu hüzün verici.


•            O mektupla ne yapmak istediniz?

Türk toplumuna özür dilemenin erdemini anlatmak istedim. Özür dilemek arınmaktır. İnsan olmanın bir ifadesidir. Ümidim o ki, bu dünyadan göçmeden önce bazı önemli olaylar yaşayacağım. Cumhuriyet 90. yılına yaklaşırken geriye dönüp bakıyorum da, devlet her 3-5 yılda bir, bir büyük günah işlemiş. İnsanları sebepsiz yere hırpalamış, cezalandırmış.

 

•            Sonra da bunların unutulmasını sağlamış…

Aynen. Ne yaptı? Günahlarını işledi, cesetleri gömmedi, bir dolaba tıktı, dolabın kapaklarını da sımsıkı kapadı ve konuşmayı da men etti. Konuşamadık... Bunu ifade ettim o yazıda. “Artık nefes alamıyorum” dedim. Cesetleri çıkaralım, saygın insanlara yakışır bir defin töreni yapalım ve isteyen gitsin, mezarın üstüne bir karanfil bıraksın.

•            Bu ne işe yarayacak?

Böylece arınacağız...  Çocuklarımızın yüzüne bakabileceğiz. Çünkü bu günahları işleyen pek çok insan çocuklarının, torunlarının yüzüne bakamıyor. Ermenilerden özür dileyemeyecek kadar küçüldüklerinin idrakine varıyorlar da, bu kötü durumdan nasıl çıkacaklarını dahi bilemiyorlar. Aslında onlara acıyorum.

•            Bu insanların yardıma ihtiyacı olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Evet, yardıma ihtiyaçları var.

•            Peki, çıkış yolu ne?

Samimi ve insancıl olmak.

•            Eğer bir özür dilenecekse, ne için dilenecek?

Ben 1915 olayının cinayetinden dolayı özür dilemeyi kast etmiyorum. 1915’in inkârının yarattığı travma için, acı çeken insanlardan özür dilemek istiyorum. Bu gaddar olayları 1915’te yaratanlar, günahı işleyenler öldüler. Suçlayacak kimse yok. Suç da aramıyorum, çünkü o suçun işlenmiş olduğu aşikâr. Herkes bunu biliyor artık. Cinayetin özrünü değil, inkârın özrünü savunuyorum. İnkâr etmek bazen cinayetten daha fazla acı veriyor. İngilizce çok güzel bir tabir vardır, “insult on injury” derler, yani hem yaralıyorsun, hem de hakaret ediyorsun. Yani önce öldürüyorsun, sonra da inkâr ederek ikinci kez öldürüyorsun.

•            Türkiye devletinden bir adım gelebilir mi?

Bugünkü koşullarda devletten bir adım bekleyemem. O kadar kutuplaştık ki... Fransız senatosunun kararı da tüy dikti buna. Bir müddet 1915’le ilgili bir şey beklemiyorum, ama...

•            Ama…

Sivil toplumun farkındalık derecesi yükseldikçe bir beklenti oluşacak. Toplum diyecek ki, “Ayıptır, bu inkâr insanları yaralıyor. Gelin bunu kaldıralım artık.” Toplum böylece harekete geçecek. 2015 geliyor. Fazla vakit de kalmadı ve artık zamanıdır. Bunu çocuklarımıza karşı görev olarak görüyorum. Nobran ve çocuk kalmış, ham, olgunlaşmamış bir toplum olmanın verdiği hüzün ve ayıp hissini ortadan kaldırmak istiyorum.

•            1915’in Türkiye’nin saygınlığına zarar verdiğini düşünüyor musunuz? Çünkü, dış ilişkilerde, “Biz çok güçlüyüz, saygınız” gibi bir imaj da sürekli olarak pazarlanıyor...

Bu, ekonomik şartlarda tesadüfi bir iyileşmenin bize verdiği gereksiz özgüvenden başka bir şey değil. Geçicidir. Üstelik, biri öbürünün ilacı değildir. Bir yandan ekonomik bir iyileşmeyi alkışlayan dünya, seni günahlarını inkâr eden bir toplum olarak ayıplamaya devam eder. 

•            Siz önce Şişli Terakki’de, sonra St. Michel’de okudunuz. Milli Eğitim müfredatının uygulandığı okullar bunlar. Bir ‘Ermeni meselesi’nin varlığını fark etmeniz ne zaman oldu?

Çok sonraları... Ne Şişli Terakki’de ne de St. Michel’de bu konu konuşuldu. St. Michel’de, ki sınıfımın yarısı Ermeni’ydi, gelip “Bizim dedelerimizi kestiler” diyen bir çocuk hatırlamıyorum. Herhalde evde onlara “Aman konuşma!” deniyordu. Bizim Yahudiler de öyledir zaten. Yani net bir tarih yok. Hintliyan adında bir mühendisin yanında çalıştım, çok kaliteli bir adamdı. Ama 1915 üzerine hiç konuşulmadı. Zamanla, toplumsal olaylara ilgi duydukça, yabancı gazeteler, insanlar, duyduğum hikâyeler kafamda yer etmeye başladı. Okudukça da neler olduğunu öğreniyorsun.

•            Neden konuşulmadı bu konu aranızda?

Büyük toplumun baskısı hepimizi susturdu. Düşün bir, Anadolu’da iki milyon Rum, iki milyon Ermeni vardı. Yahudiler? Düşün, burada 20 bin Yahudi kaldı; Tel Aviv’de Türkçe konuşulan bir kulüp var, onların 120 bin üyesi var! 20 bin burada, 120 bin orada... Türkiye toplumu henüz idrak edemedi ne kadar fakirleştiğini. Bugün Türkiye Avrupa’nın en fakirleri arasında hâlâ. Almanya’da kişi başına milli gelir 50 bin dolar, biz burada 10 bin dolara ulaştığımız için şişinip duruyoruz.

 

•            Bu fakirliğin nedeni ne?

Bu insanları kaçırdık, tek açıklaması bu... Bu kadar Ermeni’yi, Rum’u, Yahudi’yi kaçırmakla acaba hata etmedik mi? Onların içinden belki başka İshak Alaton’lar çıkardı. İtzhak Perlman’lar, Gomidas’lar, Khaçaduryan’lar çıkabilirdi.

•            Ermeniler arasında, özellikle eski kuşakta “Türkiye asla değişmez” inancı hâkimdir...

Kısmen haklılar. Kısmen öyle. Çünkü değişmememiz için korkunç bir baskı yapıldı. Okul sıralarında Mahmut Esat Bozkurt denen bir adamın bütün azınlıklara hakaret eden demeçlerini okurduk. Ama bugün böyle bir şey olsa hiç olmazsa insanlar çıkıp tepki gösteriyorlar. İşte, değişen kısmı da bu.

•            İki senedir Yahudi Soykırımı’nı anma gününe devlet erkânı da katılıyor. Şoah’ı anma gününe katılmak a-ma 1915’le ilgili resmi inkâr politikasını sürdürmek ikiyüzlü bir tavır değil mi?

Biliyor musun, bu bile bir çıkış yolu arandığını gösteriyor. Bu da umut verici bir şey. “Öbürüne niye gitmiyorsun?” sorusu gelir, er ya da geç akla... Yeter ki inkârın ayıbının ortadan kalkması gerektiği konusunda konsensüs oluşsun. Ben o konsensüsün peşindeyim. Ve umutluyum. En büyük kuvveti veya inancı, acıdır söylemesi tabii ki, ama gerçektir, Hrant’ın ölümünden alıyorum. Hrant çok şeyi değiştirdi. Ölümüyle çok şey gerçekleştirdi. Muhteşem bir miras bıraktı. Zamanla daha iyi anlayacağız. Mahkeme “Örgüt yok” dese de bu Türk devletinin organize bir suçuydu. Bunu herkes biliyor. Bunu kemal-i safiyetle, dürüstlükle kabul etmenin zamanıdır.

•            Bir Türkiye hayali kursanız, nasıl bir Türkiye olurdu?

90 yıl öncesine gidebilseydik, Türkiye toplumunun o 15 milyonu içinde yüzde 25’i gayrimüslimdi. Bir arada yaşıyorlardı bunlar. Bu devam etseydi, Türkiye bir İsveç, bir Norveç kadar gelişmiş olurdu.

•            Neden olamadı?

Kendine benzemeyeni yaşatmama arzusu ve hıncı… Türkiye’yi fakirleştiren en önemli olay, azınlıkları yaşatmamış olmaktır. Bundan daha büyük bir akılsızlık düşünemiyorum. Hayalim, bunun idrakine varmış bir Türkiye’dir. Bu idrak yeter. Yeter ki, “Bundan sonra bana benzemeyene zulmetmeyeceğim, kendimden uzaklaştırmayacağım, aksine onu kucaklayacağım, beraber yaşamak için sevgi göstereceğim” diyelim. Hayalimdeki Türkiye budur.

 

İshak Alaton'un Mektubu

Sevgili Dostlarım,

2015’e üç var...

Üç yıl su gibi geçer.

24 Nisan 2015’e doğru yol alırken alışılagelmiş inkâr politikamıza devam edip kaçacak delik aramaktansa farklı davranalım.

Öncelikli hareket edip, boğayı boynuzlarından kavramak için örgütlenelim.

Ayıp oluyor artık...

Geçmişi ile yüzleşmekten korkan, büyümemiş, güdük kalmış çocuklar gibi davranmaktan ben yoruldum.

Sesimizi yükseltelim.

Ülkemize ve toplumumuza saygınlık kazandırmak, gelecek kuşaklara karşı borcumuzdur.

Doksan yıl boyunca sayısız günahlar işledik.

İskeletleri dolaplara yığıp kapılarını kilitledik.

Doksan yıldır, kafamız kuma gömülü, dünya kör ve sağır diyoruz.

Gerçeklerle yüzleşmekten korkuyoruz. Bizlere korkmayı öğrettiler.

İskeletler, dolap içinde çürüdüler, yayılan kokular dayanılmaz hale geldi.

Ben artık nefes alamıyorum. Ya sizler?

Bari diyorum, ufak komşumuz Bulgaristan parlamentosundan ders alalım.

Bu mektubu, 14 Ocak 2012 günü Radikal gazetesinde Eyüp Can’ın makalesini okuduğumda, ilham alarak kaleme sarıldım.

Makaleyi ilişikte dikkatinize sunuyorum.

Biz Türklere karşı gaddar davranmış Bulgaristan’ın bugünkü parlamenterlerini kıskandım.

Gözümde yüceldiler, saygınlık kazandılar.

Ben, geçmişte bizlere karşı günah işleyen Bulgarları affettim.

Bulgar milletini topyekûn suçlu görmeyi düşünmedim.

Gelin, bizler de sesimizi Ankara’daki parlamenterlerimize duyuralım. Bizlerin, milletin milletvekilleri olduklarını hatırlatalım.

Milletin sesini partilerinin yönetimine duyursunlar.

İskelet dolu dolapların kapılarını açmamıza yardımcı olsunlar.

Bizlere yakışır defin törenleri sonrası bir dakikalık saygı duruşu ile günahlarımızdan arınalım.

Böylece, geçmişimizle barışalım, kurbanların ruhlarını şad edelim. İsteyenler mezarlarına birer karanfil bıraksınlar.

“Babaların günahını çocuklarının ve torunlarının omuzlarına yüklemek, adil insana yakışmaz” derdi lisedeki felsefe hocam.

Hepsi öbür dünyaya göçmüş birkaç insanın günahlarının hesabını bizden kimse sormuyor.

Cesaret fakiri, gerçeklerden kaçan bir toplumun ferdi olmaktan yoruldum.

Ben artık saygınlık arıyorum.

Saygınlığa çok önem veriyorum.

Bana yardım ediniz.

Sevgilerimle.