Müzik Nerde Başlar, Nerede Biter?

Çok sık olmaz, ama insanın bazen şansı yaver gidebiliyor. Fakat şansınız iki kere yaver giderse, peşpeşe Atoms for Peace ve Manu Chao’yu dinlemek gibi, kendinizi zihniniz yırtılmış ve içinden taşanları idrak etmeye çalışırken bulabilirsiniz. Güzel müzik neye göre güzel, nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Sertan Şentürk yazdı...

Sertan Şentürk
sertansenturk@gmail.com

Çok sık olmaz, ama insanın bazen şansı yaver gider. Ve bir şekilde kendini peşpeşe bulunmak istediği ama aslında hayal bile edemeyeceği zamanlarda ve mekanlarda bulur. Pek nadirense, bu deneyimler ardı arkasına yaşanır. İşte o zaman zihniniz yırtılır ve size bir adım geriye atıp beyninizden taşanları, o karşı karşıya geldiğinizi zannettiklerinizi idrak etmeye çalışmak kalır. Benim de bu haftaki ukalâdan görevim, peşpeşe dinlediğim Atoms for Peace ve Manu Chao’nun üzerine müziğin ne olduğunu kurcalamak...

Atoms for Peace

İlk konserin icracıları Atoms for Peace, Radiohead’in vokalisti Thom Yorke ve yine Radiohead’in “altıncı elemanı” prodüktör Nigel Godrich ile Red Hot Chili Peppers’ın bas gitaristi Flea, davullarda Joey Waronker ve perküsyonlarda Mauro Refosco’dan oluşuyor. Bununla birlikte grubun yeni albümleri AMOK’un turunun ilk konserlerinde sadece Nigel Godrich ve Thom Yorke bulunuyor. Atoms for Peace sahneye çıkmadan önce sahneyi son yılların önemli DJ’kerinden Nathan Fake doldurdu. Oldukça cesur ve “ağır” bir set hazırlayan Nathan Fake, yarattığı ses manzaralarıyla kelimenin tam anlamıyla sahnenin hakkını verdi.

Nathan Fake’in arkasından bizi elektroniklerde Nigel Goldrich; vokaller, yardımcı elektronikler ve gitarlarda Thom York karşıladı. Her an bir başkalaşım geçiren bir  Ingenue ile başlayan konser bize önümüzdeki iki saatin ne kadar çeşitli ve tahmin edilemez olacağını gösteriyordu (... ve aynı zamanda da vokal miksinin ne kadar kötü olacağını.).  Sonrasında ise çoğunlukla AMOK’tan parçalardan oluşan sıralama geçişken bir biçimde birbirini izledi. Nigel’in yönlendirdiği alt seviyede 4/4’lük üstte ise 16’lık vuruşlara ayrılmış ses paleti bizlere yeri geldiğinde Flea’nin dinamik baslarını, yeri geldiğindeyse farklı tınılardan elektronikleri sezdirmededen ön plana çıkarıyor, bu değişimlere ise Thom York’un falsettoları eşlik ediyordu. Ne yazık ki, ses sisteminin muazzamlığı ve hassasiyetine rağmen vokaller uzun süre son derece kötü silik duyuldu ve konserin sonuna kadar yerine oturamadı. Bunun yanında Thom Yorke’un gitar ile ritme katılma çabaları tam bir duyum kargaşasına yol açtı. Neyse ki bu gibi anlarda Nigel Goldrich’in devreye soktuğu gitar sample’ları havayı kurtarabildi... Muhtemelen bu duyumsuzluk vokal kanalları gibi, sahne monitörlerinin ayarsızlığındandı ya, Thom Yorke gece boyunca varlığıyla insanlara çığlık attırmaktan daha fazla bir aktivite gösteremedi.

Öte yandan Nigel Goldrich’in konser boyunca en büyük destekçisi görsel-işitsel sanatçı Tarik Barri idi. Kendi yazılımı Versum ile sahnenin perdelerini dolduran Barri, konserin başından sonuna değin izleyicileri farklı dünyaların içerisine bıraktı.

Manu Chao

Ertesi gün ise kendimi (baharın gelişini haberi veren) bir Manu Chao konserinin ortasında buluverdim. Bir önceki gecenin nispeten sakince kendinden geçen sayircisinin aksine aksine bu sefer etrafımda alternatif/Latin/ska (ve daha sürüyle tanıma oturtabileceğiniz) ritimleriyle coşan bir kalabalık vardı. Grubun güçlü sesinin ve Manu Chao’nun enerji dolu vokallerinin gerisindeki senkoplu perküsyonlar ve güçlü gitar soloları bütün mekanı dolduruyordu.

Manu Chao konserinde sadece bitmez tükenmez enerjisiyle değil, sözlerinin gücü ve farklı stillerin harmanı senkoplar, akorlar ve vuruşlardan yarattığı karakteristik sesi ile neden son 20 yılın en ilham verici müzisyenlerinden birisi olduğunu gösteriyor. Öyle ki onu anlatmak için kendisinin ve sarmaladığı dinleyicilerin neşesi kelimelerden çok daha öteye gidiyor; zaten bir Manu Chao konseri kelimelerle anlatılabilseydi onun şarkısı yapılırdı; onu da Manu Chao yapardı...

Müzik ne zaman daha müzik?

Elektronik yelpazesi ve havaya içgüdüsel bir sakinlik işleyen vokalleriyle Atoms for Peace ve bacaklarınızı iki gün sızlatmaya yetecek tepinme yapmanıza yol açan Manu Chao’nun pek bir ortak yanı yok. Daha ziyade bir ovanın iki ayrı tepesi gibiler... Son derece farklı iki müzik ortaya koyan bu iki grubun performansların sersemliğinden vakit kaldığında ise akılda bir tek soru oluşuyor. Güzel müzik neye göre güzel? Canlı müzik nerede başlıyor ve nerede bitiyor?

Nigel Goldrich’in elektronikleri akustik bir aletten çıkmadığı için mi ona “Aman bir gitarcı değil” gözüyle bakıyoruz? Peki mikrofonsuz, ve elektrik yükseltme olmadan bir vokalisti ve gitarı ne kadar doğalca duyabiliyoruz? İcra aslında kafamızdaki müziği oluşturabilme değil mi? Bunu bir gitarcdan teker teker notaları çıkaracak kadar bire-bir ya da tüm tınıları yöneterek üst-yapı kurmamızın ne birbirine karşı ne üstünlüğü var? Vokalist, enstrümantist, DJ, orkestra şefi gibi neden birbirleriyle karşılaştırıyoruz ve kabile içi hiyerarşi mantığında birini öbüründen üstün tutmaya çalışıyoruz; hatta bu rolleri katı çizgilerle oluşturmak istememiz neden? Öte yandan müziğin güzelliği, notalar, ritimler, tınılar olarak adlandırdığımız yapıların salt var olmasından mı oluşuyor, ya da yaratıcılığın formüle edemediğimiz başka yönleri mi var?

Bu sorulara ister psikoloji, ister sosyoloji, isterse müzikoloji üzerinden bakalım. Ne yazık ki (ya da ne güzel ve tedirgin edici ki) yaratıcılık, matematiksel denklemlere, nöron atmalarına ya da “her şey politikadır” önermesine, özünü kaybetmeden -yani yaratıcı olmayı bırakmadan- indirgenebilecek bir yavanlıktan çok uzakta... Unutulmaması gerekense, biz insanların, katı ve salt doğru ve yanlıştan oluşan bir mantıktan ziyade oldukça bulanık bir idrak temelinde hayattımızı sürdürmesi. Bu bakışımızı da aslında dil üzerinden yaşadıklarımızı ifade etmeye  her çalıştığımızda yeniliyoruz.

Bu yüzden aslında tahmin edebileceğiniz ama imkansız bir kadimlikten ziyade, dağınık bir yapıbozuculuktan ibaret olacak cevaplarımı madde madde aktarmanın hiç bir anlamı yok. Önemli olan bu soruları sormak ve onlar üzerine kendi konforumuzun dışına çıkarak düşünebilmek. Bu sayede bir cevap veremeyecek olsak da, belki de müziğe yüklediğimiz derin (!) ve sertleşmiş tasarımlarımızı bir nebze atabiliriz. Sormak ve aramak güzel; ama tüyleri diken diken eden bir şeyler duyunca, belki de en iyisi, tüm bu ilişkileri bir köşeye bırakmak ve önceliği (kaynağına bakmadan) seslere, sözlere ve içimizden yükselen hareketlere bırakmaktır...

 

 

Kategoriler

Şapgir